Dr. Atilla ÖZSEVER*

15-16 Haziran 1970 olaylarının üstünden tam 49 yıl geçti, nerdeyse yarım asırlık bir süre. Türkiye işçi sınıfı tarihinde çok önemli bir yeri olan bu eylemin hangi koşullarda oluştuğu, günümüze ne gibi bir miras bıraktığı üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. Öncelikle dönemin koşullarını ele alıp 15-16 Haziran direnişinin bir değerlendirmesini yapmayı ve daha sonra da günümüzdeki sürece ilişkin yansımasını ortaya koymaya çalışalım.

OLAYLARA YOL AÇAN FAKTÖRLER


15-16 Haziran olaylarına yol açan faktörlerin başında ekonomik ve sosyal olgular gelmektedir. 1960’lardan itibaren uygulanan ithal ikamesi model, ülkemizde montaj sanayinin gelişmesine neden olmuş ve dayanıklı tüketim malları büyük ölçüde iç pazara dönük bir faaliyeti gerektirmiştir.

Ancak 1970’lere doğru stokların artmasıyla birlikte ihracat olanaklarının da sınırlı olması nedeniyle maliyetler yükselmiş, işverenler de yüksek maliyeti gerekçe göstererek düşük ücret önermişlerdir. Düşük ücret politikası da grevlerin başlamasına neden olmuştur.

Bu arada Adalet Partisi (Demirel) Hükümeti, sendikal hareketi kontrol etmek için daha sonra 15-16 Haziran olaylarına yol açacak olan 1317 sayılı yasayı TBMM’ye sevk etmiştir. Ekonomik darboğaz, Ağustos 1970’te büyük bir devalüasyon yapılmasına gerekçe olmuştur.

DİSK'İN YÜKSELİŞİ


Dönemin sosyal gelişmelerinin başında da, işçi ve gençlik mücadelesinin yükselmesi ve DİSK’in özellikle özel sektörde örgütlenmesi gelmektedir. 1968-1970 yıllarındaki işçi mücadelesinin gelişmesi, sermaye sınıfını, Türkiye İşçi Partisi (TİP) dışındaki diğer siyasi partileri ve Türk-İş’i rahatsız etmiştir.

Bu koşullarda zamanın AP Hükümeti, DİSK’in gelişmesini önlemek ve tasfiyesini sağlamak için 1317 sayılı yasayı hazırlamıştır. AP'li Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, Mayıs 1970'te Erzurum'da yapılan Türk-İş Genel Kurulu'nda “DİSK'in çanına ot tıkamaktan” söz etmiştir.

Yasanın hazırlanmasında Türk-İş ve AP işbirliği söz konusu olmuş, Türk-İş üyesi ve aynı zamanda AP milletvekilleri olan sendikacılar Şevket Yılmaz, Enver Turgut, Hasan Türkay ile CHP milletvekili ve Türk-İş üyesi olan sendikacı Abdullah Baştürk de yasanın lehinde girişimlerde bulunmuşlardır. DİSK ve TİP, bu yasaya karşı çıkarken CHP de başlangıçta bu yasayı desteklemiştir.

1317 SAYILI YASANIN ÖZELLİKLERİ


1317 sayılı yasa, Türkiye çapında bir sendikanın faaliyette bulunabilmesi için o işkolundaki işçilerin en az üçte birini (yüzde 33’ünü) temsil etmesi gerektiğini koşula bağlıyordu. Konfederasyon kurulması için de tüm sigortalı işçilerin üçte birini örgütleme şartı vardı. Aslında bu koşul, Türk-İş’i de zora sokuyordu. 1970’te toplam sigortalı işçi sayısı 1.3 milyon iken Türk-İş’in üye sayısı da 426 bindi. Ancak yasa geriye doğru işlemediği ve esas itibariyle DİSK’in tasfiyesi amaçlandığı için bu süreçte Türk-İş üyeleri da artacaktı.

Yasanın TBMM’de kabul edilmesi üzerine DİSK harekete geçti, 15 Haziran günü 70 bin işçi yürüdü, 16 Haziran’da bu sayı 150 bine çıktı. Bir yandan İzmit’ten İstanbul’a doğru işçiler yürürken bir yandan da İstanbul’un hem Asya, hem Avrupa yakasında büyük gösteriler, fabrika işgalleri yapıldı.

Olaylar sırasında çatışma çıktı; üç işçi, bir esnaf ve bir polis öldü. Olaylar, DİSK’in de boyutlarını aştı, Türk-İş üyesi işçiler de eyleme katıldı, olaylara katılan 168 işyerinden 121’i Türk-İş üyesi işçilerdi. Öğrenciler de eyleme destek verdi. 16 Haziran akşamı İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edildi. 21 DİSK yöneticisi tutuklandı. Sonuçta 5 bin dolayında işçi işten çıkarıldı.

Eylemden sonra CHP’nin tavrı değişti, TİP ve CHP 1317 sayılı yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı. Anayasa Mahkemesi Ekim 1972’de yasanın önemli maddelerini iptal etti.

EYLEMİN DEĞERLENDİRİLMESİ


15-16 Haziran eylemi şu başlıklar altında değerlendirilebilir:

a) Bu eylem, ilk kez hak gasbına karşı bir sınıf hareketi olarak ortaya çıkmış, ücret dışı haklarla ilgili bir mücadelenin ilk örneğini oluşturmuştur.

b) İşçinin ekonomik bilincinde niteliksel bir sıçrama yaparak çeşitli işkollarındaki işçilerin ortak bir eylemi olmuştur.

c) İşçiler, oy verdikleri bir partiye (Adalet Partisi'ne) karşı bir sınıf tavrını ortaya koymuşlardır.

d) Eylemde TİP ve Dev-Genç’in önemli bir desteği vardı ama hareket esas itibariyle kendi çizgisini izlemiştir. Eylemin boyutları DİSK’i aşınca Genel Başkan Kemal Türkler, radyoda bir uyarı konuşması yapmak zorunda kalmıştır.

e) Eylemde DİSK’in yanı sıra Türk-İş, bağımsız sendikalar, öğrenci gençlik, sol aydınların birlikteliği dikkati çekmiştir. Eylem yoluyla sendikal birlik sağlanmıştır. Olaylarda sendikalı işçiler az olmasına rağmen bu birliktelik sayesinde işçi kitlesi ve toplumsal muhalefet harekete geçirilebilmiştir.

f) Eylem yasal olmamasına rağmen toplumda meşru ve haklı olduğu izlenimini yaratmış, Anayasa Mahkemesi kararıyla da bu meşruiyet onaylanmıştır.

g) Sendika-siyaset ilişkisi açısından TİP-DİSK ilişkisine darbe vurulmuştur. Eyleme yol gösterecek ve siyasi sonuçları alacak bir sınıf partisinin eksikliği görülmüştür. TİP bu konuda yetersiz kalmıştır.

h) 15-16 Haziran eylemiyle ordunun işçi hareketine olan sempatisi son bulmuş, zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, “Sosyal bilinçlenme ekonomik gelişmeyi aşmıştır” şeklinde bir görüş ortaya koymuştur.

ı) Zaten bu sürecin arkasından 12 Mart 1971 Muhtırası gelmiştir. Grevler yasaklanmış, sendikal faaliyetler kısıtlanmış, memurların sendika hakkı Anayasadan çıkarılmıştır.

i) 12 Eylül 1980 darbesiyle de 15-16 Haziran’ın intikamı alınmıştır. O dönemde getirilmeye çalışılan sendikal baraj, 12 Eylül’de yüzde 10 olarak yasal anlamda gerçekleştirilmiştir.

GÜNÜMÜZ VE SONUÇ


Günümüzde 15-16 Haziran 1970'deki gibi bir işçi hareketi ve sol dalganın yükseldiği bir süreç yaşanmıyor. Ülkemizde AKP'nin emek karşıtı politikalarına karşı çeşitli eylem ve direnişler olmakla birlikte bütünsel, etkili ve birleşik bir emek mücadelesinden söz etmemiz mümkün değildir. Kuşkusuz burada bir kaç istisna hariç mevcut sendikal yapıların bürokratlaşmış olmasının ve mücadeleci bir sendikal anlayış yerine uzlaşmacı, iktidar yandaşı bir tavır sergilemesinin de rolü vardır.

Keza işçi sınıfı içinde dönemin özelliklerine uygun olarak muhafazakar ve milliyetçi eğilimlerin ağır bastığı da söylenebilir. Tüm bu sürece rağmen ekonomik ve sosyal koşulların, yani başta yoksullaşma olmak üzere işsizliğin, işten çıkarmaların, ekonomik krizin işçi sınıfı ve emek kesiminde bir öfkeye ve direnişe zemin hazırladığını da hatırlatmakta yarar vardır.

AKP, kıdem tazminatının gaspına yol açacak, Bireysel Emeklilik Sistemi'ni (BES) tamamıyla zorunlu hale getirecek, esnek çalışmayı yaygınlaştıracak hazırlıklar içinde bulunuyor.

Böyle bir sürece karşı 15-16 Haziran olaylarında önemli bir etkisi olan ve işyerlerinden başlayan yerel ve yatay örgütlenmelerin gerekliliği daha fazla anlam kazanıyor. İşçisi, memuru, işsizi, emeklisi tüm emek kesimini kapsayan ve somut talepler etrafında bir mücadele programı öneren birleşik bir emek hareketine her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyuluyor.

Kuşkusuz burada hem sendikal, hem de siyasal anlamda bir odağın oluşması da son derece önemlidir. İşçi sınıfına siyasal öncülük yapabilecek ve 15-16 Haziran direnişinin de bir eksiği olan böyle bir siyasal örgütlenmenin de yapı taşları oluşturulmalıdır.

Tarihi sürece baktığımızda; 1989 yerel seçimleri sonrası iktidardaki Anavatan Partisi'nin (ANAP) o seçimleri kaybetmesi ve ardından 1989 Bahar Eylemleri'nin gelmesi, işçi sınıfına bir özgüven kazandırmıştır. Önümüzdeki 23 Haziran seçimlerine de işçi sınıfının ağırlığını koyması, böyle bir özgüveni sağlayacağı gibi AKP'nin emek karşıtı politikalarına yönelik bir karşı duruşu da ortaya koyabilecektir. Ardından mücadeleci bir sendikal ve siyasal örgütlenme süreci, daha uygun hale gelebilir...




GENÇ BİR AKSERİN GÖZÜYLE 15-16 HAZİRAN


15 Haziran 1970 tarihinde Kartal Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’da teğmen rütbesinde 22 yaşında muvazzaf bir subaydım. Bölük komutanının Doğu Anadolu bölgesine tayini çıkması nedeniyle bölüğü devir teslim alıyordum.

O gün, yani 15 Haziran günü tugayın Ankara asfaltına bakan tarafında işçi ve öğrencilerle emniyet güçleri arasında taşlı sopalı bir çatışma çıkmıştı. Polisler iri yarı bir işçiyi yakalayıp nizamiye kapısına getirdiler.

‘STALİN’İN RUBLELERİ NEREDE?’


Kapıda sivil polisler ve binbaşı, yarbay rütbesinde subaylar vardı. Polisler işçiyi hırpalarken içlerinden bir sivil polis, “Ulan, Stalin’den aldığın rubleleri ne yaptın?” diye soruyordu. Stalin 1956’da ölmüş, yıl ise 1970’ti, öte yandan Rus para birimi olan ‘ruble’yi işçi nereden bilebilirdi. Nitekim işçinin verdiği cevap oldukça ilginçti; “Ben Türküm ve Müslümanım”...

O gün öğleden sonra Kartal’da bulunan Haymak Demir Döküm Fabrikası’nı işçilerin işgal ettiği ve makinelere zarar verdikleri haberi geldi. Haymak Fabrikası zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in kardeşi Şevket Demirel’in ortağı olduğu bir fabrikaydı.

14 zırhlı personel taşıyıcısı (kariyer) ile fabrikaya doğru giderken işçiler bizi alkışlayıp “Ordu millet el ele” slogan atıyorlardı. Bilindiği gibi 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra orduya karşı bir sempati söz konusuydu. Sosyal haklar tanıyan yeni bir anayasa yapılmıştı. Ancak bizim birlik fabrikaya gelince, etrafı çevirdik, güvenlik tertibatı aldık, işin rengi değişti. Sivil polisler içeriye girip fabrikanın içini boşalttılar.

‘VURACAKSAN VUR BENİ’


Bu arada fabrikanın etrafını kariyerlerle çevirdiğimiz sırada genç bir işçi, büyük bir çeviklikle zırhlı personel taşıyıcının üstüne fırladı, göğsünü açtı, “Vuracaksan vur beni” dedi. Ben de kendisine, “Sizin gibi düşünüyorum ancak burada emirleri uygulamak zorundayım. Kariyerden inin, sakinleşin” dedim.

Ertesi gün, yani 16 Haziran’da Kadıköy Kurbağalı Dere mevkiinde çatışmaların olduğu söylendi. İşçiler de Maltepe’den Bağdat Caddesi yoluyla Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yere kadar gelmişlerdi. Onlar Fenerbahçe Stadı’nın önünde, biz de Kurbağalı Dere Köprüsü’nün üzerindeydik, üç tane kariyeri köprünün önüne koyduk, askerler de kol kola girmiş biçimde işçileri bekliyorlardı.

O sırada Birinci Ordu Kurmay Başkanı Vahit Güneri Paşa’nın binbaşı rütbesindeki emir subayı bana dedi ki; “Teğmenim, işçilerin kariyerleri aşıp aşağıya vapur iskelesine inmesini istemiyoruz, vapur iskelesinden karşıya geçip Levent veya Eminönü’ndeki diğer işçi gruplarıyla buluşacaklar. Bu durumu engelleyelim.” “Tamam, komutanım” dedim.

KURBAĞALI DERE KÖPRÜSÜNDE BARİKAT


İşçilerin Kurbağalı Dere köprüsünde kurduğumuz barikata yaklaşması üzerine binbaşı manevra mermisi kullanmanın gerekli olduğunu söyledi. Manevra mermisinin öldürme riski yoktu ama 50 metreye yaralayıcı bir etkisi vardı. Ben herhangi bir çatışma çıkmadan işçileri engellemek ya da işçilerin kol kola giren askerlerin arasından geçip gitmelerini istiyordum.

Binbaşıya, manevra mermisinin hakiki mermi gibi algılanabileceğini ve bir çatışma çıkabileceği ihtimalinden söz ettim. Bu arada amacım, zaman kazanıp işçilerin bir an önce barikatı aşmasıydı. Nitekim kısa bir süre sonra yoğun işçi kalabalığı barikatı aşıp geçti.

Barikatı aşan işçiler, bölüğün asteğmenini coşkuyla omuzlarına aldılar. Yoğurtçu parkındaki polis arabasını da ters çevirip tekmelediler. Bu arada önlem olarak vapur seferleri iptal edilmişti. İşçiler Kadıköy bölgesinde kaldı. Olaylar böyle cereyan ederken akşam sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetimin ilanından sonra işçi liderleri ve temsilcileri tutuklanmaya başladı.

16 Haziran akşamı, bizim birlik Fenerbahçe Orduevi önüne gönderildi. Orada subay lojmanlarını korumakla görevlendirildik. Daha sonraki günlerde olaylarda görev alan subayların ifadeleri alındı. Ertesi yıl, Doğu Anadolu’ya, Tatvan’a tayinim çıktı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında ordu içindeki devrimci subaylar da tasfiye edilmeye başlandı.

Siyasi düşüncelerimden ötürü 2.5 yıl cezaevinde kaldım. 1974 affıyla özgürlüğüme kavuştum. Uzun yıllar gazetecilik yaptım, daha sonra iktisat doktoramı tamamlayarak 2003’ten itibaren de akademisyen olarak çalışmalarımı sürdürdüm...

*Gazeteci, akademisyen (çalışma ekonomisi doktoru)
Editör: Haber Merkezi