ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ;“Ben bir devrimle birlikte doğdum. Gün ışığını görünceye dek isyanın coşkusuyla dolup, böyle bir ateşin ortasında doğdum” diyordu Frida doğum gününü anlatırken...

EKMEK ve GÜL- Gülcan Kılıç



Frida’nın gerçek doğum günü 6 Temmuz 1907 olmasına rağmen, kendisi doğum gününü Meksika devriminin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 olarak ilan etmiştir. 20. yüzyılın sanat ikonu haline gelen Frida için dönemin feminist hareketinin de etkisiyle ‘90’ların kadını’ ifadesi kullanılmaktaydı. Ancak 2002’de Salma Hayek’in başrolü oynadığı Frida Kahlo filmi ile, kendisi için kurulan Frida Kahlo Corporation’ın ve elbette sosyal medyanın da etkisiyle, Frida yeniden keşfedilen popüler kültür ikonu haline geldi. Zira onun resimlerini çantalarda, fincanlarda, tişörtlerde ya da bir tekila bardağında görmek zor değil. Türkiye’de de aynı sebeplerle ve popüler veya alternatif kültür-sanat dergilerinin kendisini dergi kapaklarına taşımasıyla epeydir pek çok kişinin hayatına değiyor Frida. Bu yazıda Frida’nın sanat anlayışını, sanat tarihine kadın bakış açısından getirilen eleştirisi içerisinde nerede durduğunu kısaca aktarmak istiyorum.


KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞAN BİR HAYAT

1907 yılında Meksika’nın Coyoacan kentinde dünyaya gelen Frida dört kız kardeşin üçüncüsüdür. 9 yaşında yaşadığı çocuk felci sebebiyle bir ayağı sakat kalmış ve kendisine ‘Tahta Bacak Frida’ denmiştir. 18 yaşındayken bindiği otobüsün bir tramvaya çarpması ve tren demirlerinden birinin sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkması ile hayatı yön değiştirir. Tıp okumak isterken ve dönemin en iyi okullarından biri olan Ulusal Hazırlık Okulunda sadece beş kız öğrenciden biri olarak öğrenimine devam ederken, bağlandığı yatakta zaman geçirmek ve acılarını biraz unutmak için anne ve babasının teşvikiyle otoportreler çizmeye başlamıştır. Frida’nın kazadan sonraki hayatı acılarla doludur; otuz iki kere ameliyat geçirir ve çocukluğundan beri sakat olan bacağı, kangren olması sebebiyle kesilir. Uzunca bir süre yataktan kalkamadan yaşar. Oldukça aktif bir yaşam sürmüş Frida için bu süreç çok zordur, resim yapmak ise en büyük dayanağı olur. Frida resim yapmaya başlarken sanatçı olmak gibi bir derdi yoktur, zaten herhangi bir sanat eğitimi de almamıştır. Küllerinden yeniden doğan bir Anka kuşu gibi Frida yeniden canlanır; azimle hayata tutunan Frida, 1927 yılında tekrar yürümeye başlar. Bu dönemde sanat ve politika çevreleriyle tanışır. Tanıştığı kişiler tarafından davet edildiği sosyalist buluşmalara katılır ve 1929’da Meksika Komünist Partisine üye olur. Bu süreçte otoportre çalışmalarını sürdürür. Dönemin tanınan ressamlarından olan Diego Rivero, Mexico City’de Eğitim Bakanlığı altında bir resim kursu vermektedir. Resimlerini Diego’ya göstermek isteyen Frida, Diego’nun yeteneğinin olduğunu söylemesi ile cesaretlenir; yeni resimler çizer, her defasında Diego’nun fikrini alır. Bir süre sonra ikili arasındaki ilişki romantik bir hal alır. Bu aşk kazadan sonra Frida’nın hayatında gerçekleşen ikinci büyük dönüm noktasıdır. Diego ile yaşadığı aşk için “Hayatımda iki büyük kaza geçirdim; biri Diego’ydu ve diğerinde ise bir tren az daha beni öldürüyordu. Diego kesinlikle çok daha yıkıcıydı” ifadelerini kullanır. Son derece çalkantılı bir birliktelik olan bu ilişki Frida’nın hemen her eserinde karşımıza çıkar. Frida acılarıyla başa çıkmak için tüm gücüyle resimler yapmış, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1943 yılında La Esmeralda isimli bir sanat okulunda on yıl öğretim üyesi olarak çalışmıştır. Sağlığının her geçen gün kötüleştiğini gören fotoğrafçı Lola Alvarez Bravo’nun da teşvikiyle Frida 1953 yılında ilk kişisel sergisini açmıştır. Doktoru yatağa bağlı olduğu için sergiye katılmamasının sağlığı için önemli olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Frida izleyicilerin şaşkın bakışları içinde bir ambulansla sütunlu yatağında sergiye taşınır. Aynı yıl sağ ayağı kangren nedeniyle kesilmiştir. 13 Temmuz 1954 yılında akdeniz embolisi teşhisiyle yaşama veda etmiştir. Frida’nın bu dönemde çizmekte olduğu pek çok eseri bulunmakta. Ancak tamamlanmış son eseri ‘Yaşasın Hayat’ isimli tablosudur.
KALIBA SIĞMAYAN SANAT VE FRİDA’NIN MEKSİKA KÖKENİ

Sanatçıların ve sanatlarının çoğunlukla dönemlerinin sanat hareketlerinden ya da anlayışından etkilendikleri bir gerçek olsa da bazen bu kategoriler son derece muğlaklaşır. Sanatın ne için ve kimin için yapılacağı tartışması bir yana, bireysel olanın toplumsal olanla ilişkisi ya da soyut olanın gerçekçi olanla bağında diyalektik bir ilişki vardır. Frida tam da tüm bu kalıpları zorlayan, tam olarak şu akımda sanat anlayışına sahip denilemeyecek bir sanatçı. Zaten kendisinin herhangi bir sanat akımına dahil olmak gibi bir çabası da hiç olmadı. Bu anlamda, onun sanatı 19. yüzyılın herhangi bir sanat hareketi ile örtüşmez, ancak belli akımlara yakın bazı öğeler içerir. Sanatı ne pop-art ne de soyut ekspresyonizm içinde yer almıştır. Örneğin Picasso, Dali, Matissa gibi ünlü ressamların çağdaşı olmasına rağmen hiçbirinden etkilenmemiştir. Sanatı, özellikle Fransa’da yaptığı sergiden sonra, başta Andre Breton olmak üzere pek çok sanatçı tarafından sürrealist olarak tanımlansa da Frida, buna, “Ben hep sürrealist sayıldım. Bu doğru değildi aslında. Hiç hayalleri boyamadım; resmettiğim tek şey benim kendi gerçeğimdi” diyerek karşı çıkar. On yıllık yaşamını içeren günlüğüne ise Frida “Sürrealist sanattan nefret ediyorum. Sürrealizm benim için burjuva sanatının çökmüş bir manifestosu gibi geliyor” der. Yine başka bir yerde “Bildiğim tek şey şu ki; resim yapıyorum çünkü buna ihtiyacım var” diyerek ‘yüksek sanat’ anlayışının kendisi için bir şey ifade etmediğini vurgular.

Frida’nın 1910-20 yılları içerisindeki Meksika Rönasansı olarak bilinen sanat akımından etkilendiği bilinir. ‘Meksikanism’ ya da ‘folklorik sanat’ denilen bu hareket, sanatta bireyselliğe, diyalektik bakışa ve yerli-kültürel olana dönmeye değer verir. 1950’lere kadar devam eden bu hareketin sanatçıları, bir nevi kendi köklerinin izini sürmeye çalışmış ve retablos ve ex-voto denilen sömürge öncesi sanata geri dönmüşlerdir. Exvoto, pek çok maddenin üstüne çizilen ve bize bir hikaye anlatan eserlere verilan addır. Örneğin ölmüş ya da yaralanmış birinin hikayesi, bir Hristiyan Aziz’in dünyayı kurtarması veya trajik bir olaya yapılan ilahi müdahaleye teşekkür gibi hikayeler anlatılır. Exvoto Latince kökenli bir kelime olup adak anlamına gelir. Bu ise eski bir İspanyol inanışına, dileği yerine gelen kişinin tanrı için hayvan ya da eşya adamasına dayanır. Frida’nın ikinci olarak etkilendiği geleneksel sanat akımı ise retablo sanatıdır. Retablo, resim ya da heykel üzerinden yine katolik kiliselerde dinsel bir ibadeti, Meryem Ana’nın, İsa’nın ya da Azizlerin resmedildiği ve genellikle ressamların anonim olduğu Meksika halk sanatıdır.
Frida’nın Meksikalı kimliğini eserlerindeki geleneksel akımlar kadar dış görünüşünde de görürüz. Örneğin kendisinin kocaman exvoto takı koleksiyonu vardır. Yine sürekli ‘tehuana’ denilen Meksika geleneksel kıyafetleri içerisinde dolaşması kendi kültürü ile kurduğu bağı anlamak için önemlidir. Bu anlamda Frida’nın modern olana, geleneksel olanla direnmesinin, muhafazakar olmayışı çarpıcıdır. Bugünki Batı merkezli toplumun zevklerimizi, sanat algımızı ne giyip ne tüketeceğimizi ne kadar belirlediği düşünülürse Frida’nın çok önceden Batı’nın bu tektipleştirici kültürüne direnmesi çok önemlidir.
Frida’nın sanatı ve politik duruşu çokça tartışılmış ve pek çok eleştiri yapılmıştır. Bazı kişilerce kişisel hayatının ön plana çıkması ve bu yüzden çok fazla ilgi odağı olması sebebiyle Frida eleştirilir. Oysa pek çok sanat tarihçisinin ifade ettiği gibi onun resimlerini onun hayatından ayırmak son derece zordur. Kadınlık, aşk, ölüm, doğum, kürtaj, cinsellik, arkadaşlık, vücut, siyaset, cinsiyet rolleri, tüketim, gelenek gibi konuları kendi kişisel yaşamından yola çıkarak çizer. Yani Frida’nın resimleri, kendi hayat hikayesinin dışa vurumudur. Frida, bu anlamda ‘özel ya da kişisel olanın politik olduğu’ ifadesi henüz feministler tarafından ifade edilmemişken, bunu hem sanatı hem de duruşu ile bize göstermiştir. Çünkü o yaşadığı her sorunu; duygusal zorlukları, engelli bir kadın olarak mücadelesini, anne olmak isteyip olamayışı, sakatlığından dolayı yaşadığı fiziksel acıları, istemediği halde kürtaj olmasını, çelişkilerini, Diego’ya karşı tutkulu aşkını sıkça kendi bedeni üzerinden bazen de başkaca sembollerle resimlerinde politikleşleştirmiştir. Bu anlamda kendisine yapılan ‘toplumcu sanat’ yapmıyor eleştirisi boşa düşer. Çünkü Frida bireysel yaşamını sanata dökerek son derece toplumsal bir sanat yapmış ve toplumsal ve bireysel olan arasındaki diyalektik bağı göstermiştir. Yani sanat ve edebiyat tarihi içerisinde de sıkça yapılan, sanatın ne için yapılacağı sorusunu toplumsal ve bireysel kategoriler diye bölen anlayış Frida’da hiç olmamıştır zaten.



Frida, Diego ile boşandıktan sonra ABD’de ikinci kez evlenir ve üç yıl orada yaşar. Her fırsatta Amerikan yaşam tarzını eleştiren sanatçının buradaki deneyimleri ve Meksika özlemi sanatına yansır. Örneğin ‘Elbisem Orada Asılı’ adlı çalışmasında kapitalizmin ve Amerikan yaşam tarzının eleştirisi yapılır. Resimdeki pek çok sembol örneğin; kilise camındaki dolar işareti, tüketim kültürüne gönderme yapılan dolu bir çöp, kupa, tuvalet, endüstriyel toplumu simgeleyen fabrikalar, yine kimi sanat tarihçisine göre duyarsızlığı temsil eden şık giysiler içinde penceresinden bir yangını izleyen bir kadın… İç içe girmiş pek çok simge, Frida’nın bu yaşam biçiminden hoşnutsuzluğunu ve Amerikan endüstri toplumunun temel insani değerleri yok ettiğini anlatır. Çünkü tüm bunların ortasında Frida’nın geleneksel “tehuana” elbisesi durur. Kimilerine göre Frida, bu resminde ABD’de sadece elbisesinin olduğunu, kalbinin Meksika’da olduğunu vurgular. Yani Frida ABD’deki yaşamı pek sevmemiş ve sıla özlemi çekmiştir. Günlüğünde Amerikalılar için sıkıcı, hassaslıktan ve zevkten uzak olduklarını yüzlerinin donuk anlamsız olduğunu yazmıştır.



Frida’nın ABD ve Meksika arasındaki farkı ve özlemini anlattığı diğer eseri ‘ABD-Meksika Sınırında Otoportre’ adlı çalışmasıdır. Bu resimde Frida bir tarafta son derece endüstrileşmiş ABD, diğer tarafta ait olduğu Meksika arasında geleneksel Meksika kıyafeti ve elinde Meksika bayrağı ile karşımızda durur.



Frida yaşarken ‘üne’ kavuşan sayılı ressamlardan olmasına rağmen günlüğüne resimleri ile ilgili iç huzurunun olmadığını yazar. Çünkü devrimci hareket için daha kullanışlı bir şeyler çizmek ister. Ancak sağlık durumu buna izin vermemiştir. Örneğin Haziran 1954’te öldüğünde stüdyosunda tam bitirmediği Stalin’in portresi vardır. Yani Frida sanatı ile devrime katkı sunmak ve hizmet etmek ister. Yine bitmemiş çalışması olan ‘Marksizm Hastaya Sağlık Getirecek’ adlı çalışması onun bu çabasının sonucudur. Ancak bu eserleri de hiçbir zaman kuru bir propaganda niteliğinde olmamıştır; akıl bütünlüğü, bedenin parçalanmışlığı, Frida’nın ruhsal ve fiziksel hastalıkları, her şey iç içedir.
KUİR FRİDA

Diego, Frida’nın vazgeçilmez aşkı, ‘teninden çok sevdiği’ kişi olmasına rağmen, Frida’nın başka kadınlarla ve erkeklerle açık ilişkileri olmuştur. Biseksüel olan Frida bunu saklamak bir yana resimlerine de yansıtmıştır. Diego’dan sadakat değil bağlılık ve dürüstlük istemiştir, bu beklentisini karşılamayan Diego ise Frida’nın canını çok yakmıştır. Frida açık biseksüel olmakla birlikte, onun için aşk da dostluk da son derece akışkandır. Frida şöyle der: “Sevildim sevildim sevildim. Yine de yeterince değil. Zira insan asla yeterince sevemez. Bir ömür buna yetmez. Ben de hep sevdim. Aşkla dostlukla. Erkekleri kadınları.” Bugün aşkın da arkadaşlığın da sınırlarının son derece keskin sınırlarla çizildiği, yaşanan her romantik anın cinsel aşk olduğu yönünde önkabullerin olduğu, ahlaki yapıda Frida’yı anlamak bu ahlak yapısı içerisindeki birisi için zor olabilir. Frida hem kişisel hayatında hem sanatında kendi döneminde adı konmuş, teorize edilmiş bu yönde bir yaşam biçimi olmasa da Kuir yaşama yakın bir yaşam sürdürmüştür. Yani hem cinsiyet rollerine, hem cinsel yönelime hem de aşk olarak tarif edilen keskin tanımlamalara karşı çıkmıştır. Örneğin feminen yönünü hem görünüşü hem eylemleri ile vurgulayan Frida’yı yer yer erkek kıyafetleri ile maskülen bir halde de görürüz. Cinsellikle ve cinsiyetteki bu akışkanlık onun sanatının da temel unsurunu oluşturur. Frida şöyle der: “Bence insan çoğuldur: Erkekler kadınsılığın izlerini taşır, kadınlardaysa bir erkek öğesi vardır. Ve her ikisi birden içlerinde çocuk öğesini taşırlar.” Frida’nın ‘kuirliği’ bununla sınırlı değildir. Onun Diego’nun almasını istemesine rağmen almadığı, resimlerinde daha abartılı vurguladığı ve ‘bana ait en güzel şey’ olarak betimlediği kaşları ve bıyıklarını yalnızca yerli Amerikalı kimliğini vurgulamak istemesi ile açıklamak, onun genel normlara baş kaldıran karekteri düşünüldüğünde eksik olacaktır. Pek çok sanat tarihçisi bazen tam olarak martı olarak çizdiği kaşlarını Frida’nın özgürlük isteği olarak yorumlamışlardır. Yani Frida her açıdan ataerkil düzenle bir kavga içerisindeydi. Örneğin o tekila içmenin erkeklere özgü bir şey olarak görüldüğü dönemin Meksikasında barlarda sarhoş olana kadar tekila içmiştir. Frida’ya dair yapılan diğer bir eleştiri ise, kendisini yer yer ‘aciz’ ve ‘kurban’ durumuna düşüren, Diego’ya karşı aşkıdır. Oysa bu bakış açısı, hem tarihsellikten uzak hem de kadını güçlendirme meselesini yine sadece kadına ve bireye indirgeyen, böylece yine kadın üzerinde başka türlü baskı mekanizması yaratan bir bakıştır. Anlatmak istediğim bu aşk biçimine ahlaki bir açıklama getirmek değil, zira bu da aşkı bir kutuya koyup aşka haksızlık yapmak olur. Ancak bireyler değiştirici dönüştürücü aktif özneler olsa da, meselenin sistematik olduğunu, bireylerin bu sistematiğin parçası olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Kaldı ki Frida’nın resimlerindeki bu aşk acısının dışa vurumu, onun güçlü bir karakter olduğunu gösterir. Bugün bile düşürdüğü bebeği, bir kadınla sevişmesini, ya da kendisini çıplak olarak resmeden, yani duygularını ifade etmede sanatını bir araç olarak kullanan sanatçı sayısı çok az.


SANAT TARİHİNDE FEMİNİST ELEŞTİRİ

Sanat tarihinin serüvenine baktığımızda, 20. yüzyıla kadar sanat tarihinin kadın bakış açısında eleştirisi yapılmamış, ‘sanat’ eril bakış acısı değerlendirilmiş, kadın sanatçılar yok sayılmıştır. Sanat tarihindeki bu cinsiyetçi bakış açısını ilk eleştirenlerden biri olarak Linda Nochlin, 1971’de Art News dergisinde ‘Neden Büyük Kadın Sanatçılar Yok?’ başlıklı makalesini yazmış, makale büyük etki yaratmıştır. Nochlin bu makalesinde ‘yetenek’ kavramının erkeklerin gözünden tanımlandığını, kadına sanat tarihinde yer verilmediğini belirtmiştir.
1974-79 yılllarında ise Judy Chicago’nun öncülüğünde 400’den fazla sanatçının işbirliği ile ‘Akşam Yemeği Partisi’ isimli sanat çalışması yapılmıştır. Chicago bu eserinde vajinaya benzeyen üçgen şeklinde bir masa kullanmış, masanın üzerinde tarih ve mitolojideki kadınlara gönderme yapmış, 33 adet temsile yer vermiştir. Dikiş, nakış porselen boyama, masa örtüsü, dantel gibi kadınların yaptığı el işi kategorisinde ne kadar malzeme varsa kullanmıştır. Sanatçı, kadınların yaptığı el işi sanatlarının erkek egemen düzende neden sanat eseri olarak ele alınmadığını sorgulamıştır. Çalışmanın tabanında bulunan porselenler de yine tarih içerisindeki 999 kadının sembolik imzasını taşır. Newsweek dergisi tarafından bin yılın en fazla ses getiren 10 çalışması içerisinde gösterilen eser, sanatın eril zihniyetine dair tartışmaları hızlandırmıştır.
1985’e gelindiğinde ise sokak projeleri, poster, sticker çalışmaları yaparak, kadınların sanat dünyasında geri plana atılmasına ilişkin protesto niteliğinde eylemler yapan ‘Gerilla Kızlar’ isimli feminist grup kurulur. Hâlâ aynı tarz eylemlerle sanat alanındaki cinsiyetçiliğe dikkat çeken bu grubun aşağıdaki afişi çok ses getirmiştir.
'Kadınların metropolitan müzelere girebilmesi için çıplak mı olması gerekir? Modern sanat bölümlerindeki sanatçıların %4’ünden azı, fakat nü resimlerin ise %76 kadın.’

Sanatta kadının nesneleşmesine dair, geçtiğimiz ocak ayında yaşamını yitiren sanat eleştirmeni John Berger şunları söyler: “Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler, erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.”
Sanattaki ayrımcılığı görünür kılmak için mesele, yalnızca sayılara ingirgenmedi; sanatın /yüksek sanatın anlamının ne olduğu, eril bakış açısının bu güzellik kıstaslarını nasıl belirlediği, alternatif sanatın nasıl yapılacağı gibi pek çok konu gündeme getirildi. Bütün bu örnekler tarihin her alanında olduğu gibi sanat tarihinin de eril bakış açısının nasıl işlediğini ve kadınların buna nasıl direndiğini gösterir. Ancak tüm bu tartışmalar Frida’nın ölümünden sonra yapıldı.Yani Frida bu tartışmalardan habersiz olarak sanatını icra etti. Oysa Frida’nın kuşağındaki hemen herkes kadını, ya kutsanan saf anne, ya zarafetin ve güzelliğin sembolü olarak ya da maskülen bir şekilde kahramanlaştırarak resmetti. Bu anlamda Frida’nın kadın bedenini ve cinselliğini deneyimlediği gibi, salt bir arzu nesnesine dönüştürmeden ya da idealize etmeden çizmesi dönemi için son derece devrimcidir.

Kaynakça:
https://www.theguardian.com/artanddesign/2005/may/21/art
http://www.fridakahlostory.com/frida-blog/frida-kahlo-and-her-ex-voto-paintins
http://www.fridakahlocorporation.com
https://www.guerrillagirls.com
http://www.fridakahlofans.com



Editör: Haber Merkezi