“Kaç kere söyledi oysa! Sıkı sıkı tembihledi. ‘Bu saatlerde arama! Çok yoğun oluyor, Akif Abi kızıyor. İnadına mı yapıyor ne! Ardı ardına çaldırıyor telefonu. Belki de önemli bir şey olmuştur!”




Kar durdu durdu yağdı sabahtan beri. Öğlen sonu yağmura çevirdi yavaştan. Nem azdırıyor soğuğu. Kabanlarla, ayakkabılarla içeriye sızan ıslaklık, insan kalabalığının her nefes alış verişinde pazarın havasını daha da ağırlaştırıyor. Sosyete pazarının en civcivli zamanı. İçerisi hıncahınç dolu. Tezgahların aralarında bırakılmış daracık koridorlarda itiş kakış dolanıyor insanlar. Boş boş bakınanlar, ezilme tehlikesi geçirip analarının bacaklarına yapışan bebeler, incik boncukçuların önünde çakılıp kalan genç kızlar, çocuklarını en hesaplısından giydirme derdindeki kadınlar, ara sıra rastlanan, nasıl olup da buraya düştüğü belli olmayan, can havliyle kalabalıktan çıkıp dışarıya ulaşmaya çalışan erkekler…

Aysun’un aklı kocaman uzun hırkasının cebindeki telefonda.

“Yine ne oldu acaba?”

Yarım saat olacak neredeyse telefonun uzun uzun çaldığı.

Dalgın, sıkıntılı, kazak yığınının içine sokup çıkarıyor elini. Müşterilerin isteklerine karşılık arıyor bulamacın içinde. Arayışında, onu doğru sonuca götürecek hiçbir kural, kıstas yok. Rastgele sokuyor kolunu hengamenin içine. Her defasında değişik bir giysiyle çıkıyor eli dışarıya. Yabancı gözlerle bakıyor tuttuğu nesneye, sonra uzatıp en yakınındaki kadının önüne bırakıyor. Kadın, “Ben bunu mu istedim”, der gibi, sinirli sinirli bakıyor Aysun’a. Kazağı tepenin arkalarına doğru hırsla fırlatıyor. Akif’in gözünden kaçmıyor olanlar.

Kaç kere söyledi oysa! Sıkı sıkı tembihledi.

- Bu saatlerde arama! Çok yoğun oluyor, Akif Abi kızıyor telefonla konuşmama.

“İnadına mı yapıyor ne! Açmayınca da anlamıyor! Ardı ardına çaldırıyor telefonu. Geri zekalı! Kim bilir niye aradı yine!”

Belki de önemli bir şey olmuştur!

Merakı kaygıya dönüşüyor yavaş yavaş. Bir fırsatını bulup telefon etmesi gerek.

- Bunun büyük bedeni var mı canım, diyor sarışın iri yarı bir kadın. İyice gerdirdiği kazağı kocaman memelerinin üzerine tutuyor.

- Bu da olur gerçi ya, sen bi bakıver yine de, diyor gülümseyerek.

Bitmiyor istekleri. Sanki lüks mağazadan alış veriş yapıyorlar. Hepsi orda işte! Allah kahretsin, hepsi önünüzde! Arayın bulun işte!

Gözlerindeki kaygı büyüyor, koyulaşıyor.

“Çocukların başına bi şey mi geldi acaba? Belli mi olur? Ev hali! O da daha çocuk! On üçünde analık yapıyor kardeşlerine!”

Akif tezgahın arkasında ayakta duruyor. Bir geminin kazan dairesinde, fırına sürekli kömür atan ateşçi gibi, dönüp dolaşıp önüne gelen, kıyıda kenarda kalan kazakları, hırkaları yığının üstüne, müşterinin önüne doğru fırlatıyor boyuna. Kendisine uzatılan türlü çeşit eşyayı poşetleyip hemen geri veriyor. Paraları toplayıp göbeğinin altındaki bel çantasına tıkıştırıyor hızlıca. Gözleri feldir feldir. Her şey kontrolü altında.

- Marka, marka bunlar, diye bağırıyor arada. Bakışlarıyla, kımıl kımıl kalabalığın içinden genç kızları bulup çıkarıyor. Sesini kadınlaştırıp,

- Hişt kıız!, diyor, “Baksana kıız!” Elinde tuttuğu kırmızı bir bluzü omuzlarından tutup koca gövdesine yapıştırıyor. “Bedava, vallahi bedava! Baban vermez bu paraya kız şu kazağı!”

Kızlar birbirleriyle fısıldaşıp kıkırdıyorlar.

“Aman ne sevimli!”

Aysun’un suratı bir karış. Elleri hızla işliyor.

Nihayet bu seferki de bitiyor işte yavaş yavaş!

Bu seferki müşteri dalgası da, gürültülü patırtılı bir kapışma sonrasında, kumda sönen köpükler gibi eriyerek geri çekiliyor.

Aysun cebinden telefonunu çıkarıyor. Bir gözü patronda. Akif sırtını olduğu yerde duvara dayamış soluklanıyor. O da yorulmuş. Kimseyi görecek hali yok. Giysi çorbasını sakince karıştıran yaşlı teyzeye dalgın dalgın bakıyor.

Aysun son arayan numaraya basarken tezgahın önünden uzaklaşıyor sessizce. Yerleri, pazar girişinin hemen yanında. Birkaç adım atıp dışarıya süzülüyor.

Yağmur durmuş, serin ıslaklığı asılı kalmış havada.

Aysun içeriyi, patronu gözetleyerek açıklıkta dikiliyor. Ağırlığını bir ayağından diğerine aktarıyor habire. Sabahtan beri ayakta. Kütük gibi oldu bacakları. Molaya çıkmış yorgun pazarcılar, sigaralarının dumanını düşünceli düşünceli boşluğa doğru üflüyorlar.

Telefona cevap verilmiyor bir süre.

Canhıraş arayan o değil sanki!

“Açsana şunu kız!”

Telefon çaldıkça endişesi katlanıyor.

“Kesin başlarına bi şey geldi bu sefer!”

Epey bir çaldıktan sonra karşıdan heyecanlı, acele acele konuşan incecik bir çocuk sesi duyuluyor.

- Anne yarın kızlarla sinemaya gidebilir miyim? Nolur, nolur, nolur?, diyor sesini tatlılaştırıp, sevimli olmaya çalışarak.

- Bunun için mi aradın yeldir yeldir kız? Ödüm koptu, geri zekalı! Kaç kere, arama demedim mi ota boka!

Rahat bir nefes alıyor.

Kız dinlemiyor bile annesini. Boyuna konuşuyor.

- Anne ya noolur, bi kerecik de evet de!

- Olmaz Ayça, yarın çalışıyorum. Bilmiyormuş gibi konuşma!, diyor Aysun dişlerinin arasından.

Bir taraftan da patronu kolluyor. Neyse ki tezgahın başında yaşlı teyzeden başka kimse yok halâ.

- Bi pazar da çalışmayıver ya! Kızlar her pazar bir yerlere gidiyorlar. Lütfen anne yaa! Bi kerecik! Nolur, nolur annecim! Çok güzelmiş film! Noooluur!

İçini sızlatıyor çocuğun, kızın sesindeki istek. Genç kızlığı geliyor aklına. Sinemaya gitmeyi ne çok severdi. Çarşamba matinelerini kaçırmazlardı. Annesi, kardeşleri, komşular, çoluk çocuk... Cümbür cemaat.

Çabucak kovalıyor kafasındaki düşünceleri. Dudağının kenarında beliren hüzünlü gülümsemeyi siliyor.

- Olmaz diyorum anlamıyor musun? Kim duracak çocukların başında?

Kız bağırmaya başlıyor. Sesi cırtlaklaşıyor.

- Ya bana ne ya. Ben mi doğurdum onları? Kendin bak biraz da.

- Sus kız! Terbiyesizleşme! Canım burnumda zaten. Tek başıma her şeyinize koşturmaya çalışıyorum. Cibilliyetsizin tohumu! Hadi kapat hadi!

- Altan baksın Meral’e bi gün de! Sadece öğleden sonra, sadece bikaç saat. Nolcak ki?

- Saçmalama! Altan daha 7 yaşında. Küçücük çocuk! Nasıl baksın kardeşine? Salak!

Aysuuun!, diye gürlüyor adam.

Yeni dalga gelmiş.

Kazakların başında birikmiş kadınlar uğraşlarını bir anlığına bırakıyor, sesin çıktığı ve ulaştığı tarafa bakıyorlar sırasıyla. Önce tezgahın gerisinde, suratı sinirden kıpkırmızı olmuş, dışarlak gözleri iyice pörtlemiş iriyarı bir adam, sonra, bulundukları yerin biraz ilerisinde, pazarın çıkışında, telefonla konuşan ufak tefek bir kadın görüyorlar. Üşümüş gibi kadın. Burnu kızarmış. Hırkasının önünü boşta kalan eliyle kapatmaya çalışıyor sürekli. İsmini duyunca irkiliyor, bir şeyler söyleyip telefonu kapatıyor hemen ve koşar adım tablanın yanına geliyor.

Adam tezgahın arkasından kötü kötü bakıyor kadına.

- Bak, hanımlar benimle muhatap oluyorlar! Telefonla konuşacağına işini yapsana!, diye çıkışıyor.

Ne ara toplandı bu güruh yine! Sürekli kontrol ediyordu oysa.

Anlaşılmayan bir şeyler mırıldanıyor ağzının içinde.

- Geldim işte Akif Abi, diyor adama bakmadan.

- İki dakka konuştum alt tarafı.

- Alt tarafı, üst tarafı!, diyor adam sert sert.

- Hadi bakalım, hadi!

Başını, “Ben bilirim sana yapacağımı”, der gibi aşağı yukarı sallıyor birkaç kere. Sonra yüzüne bir gülümseme yerleştirip müşterilere dönüyor.

Bu kısa duraklama sonrasında, kadınların elleri, rengarenk, karmakarışık, kocaman bir kütle halinde duran giysi tepesinin içine dalıyor yeniden. Aralardan çekip çıkardıkları kazakları, hırkaları havaya kaldırıp, çamaşır asarmış gibi tutuyorlar bir süre. Başlarını biraz geriye çekip inceliyorlar, orasını burasını çekiştiriyorlar. Beğendiklerini, kimisi garsonlarınki gibi bükülmüş kollarında biriktiriyor, kimisi de tellakların havlusu gibi omuzlarında. Beğenmediklerini, canlı bir organizma gibi kıpraşan, bir alçalıp bir yükselen tepenin üzerine doğru fırlatıyorlar.

Aysun derin bir nefes alıp, kolunu sokuyor bu garip canlının midesine yeniden.

Akşama kadar dalgalı bir deniz gibi fokur fokur kaynıyor giysi kazanı.

Sekize doğru pazar iyice boşalıyor. Çıkış kapısının kepengi, “Artık gelmeyin!” dercesine yarıya kadar indirilmiş. Tek tük, gecikmiş birkaç alıcı telaşla ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor içerde. Tezgahların çoğu toparlanmış. Pazarcılar, solgun suratları bir karış, ayaklarını sürüyerek, üçer beşer terk ediyorlar binayı.

Aysun’la Akif, satılmayan malları birlikte topluyorlar pazar kapanmadan. Yirmişer yirmişer sayıp kocaman çuvalların içine dolduruyorlar. Sonra çuvalları, ağızlarını bağlayıp ahşap tablanın altına tıkıştırıyorlar.

Patron iş bittikten sonra kabanını giyiyor, iç cebinden çıkardığı küçük bir deftere bir takım sayıları alt alta yazıyor.

Aysun tezgaha dayanmış bekliyor.

“Biraz para verse bari! İyi satış yaptık bugün.”

Üstünü başını silkeliyor. Silkeledikçe kalkan toz parçaları dönüp yine üstüne yapışıyor. Yarısı dışarıda kalmış bir çuvalı ayağıyla diğerlerinin yanına ittiriyor.

“İşin yoksa yarın yine aç bunları.”

Sıkılıyor.

Davranıp, duvarda asılı paltosuyla çantasını indiriyor. Giyiniyor.

- Hadi ben kaçtım Akif Abi, yarın görüşürüz, diyor. Kapıya yöneliyor.

- Yarın gelme sen!, diyor adam Aysun’un arkasından.

Çok sakin. Sanki, “İyi akşamlar!” diyor, ya da “Yarın görüşürüz!” gibi bir şey. Öyle doğal, öyle sakin.

“Yanlış mı duydum acaba?”

Aysun anlam veremiyor. Olduğu yerde durup geri dönüyor, adamın karşısında dikiliyor.

- Nasıl? Anlamadım abi!, diyor şaşkın.

- Yarın gelme, dedim Aysun, diyor adam tekrar. Yüzü ifadesiz.

- Artık gelme sen!

Bel çantasından buruş buruş olmuş iki yirmilikle üç onluk çıkarıyor.

- Kalanını haftaya uğrar alırsın, diyor.

Paraları kadının avucuna sıkıştırıyor, hiçbir şey demesine fırsat vermeden yürüyor, yarısı açık kepengin altından eğilip dışarıya çıkıyor.

Aysun bakakalıyor adamın ardından. Bütün vücudu, avucundaki paralar gibi buruşuyor bir anda, tezgahın üzerine çöküveriyor.

Birkaç dakika kıpırtısız durup toparlanmaya çalışıyor. Beyni deli gibi çalışıyor bu arada.

“Defoldu gitti herif…Alacağımın tamamını da vermedi şerefsiz. Peşinden koş dur işin yoksa. Allah kahretsin. Yine aynı rezillikler…”

Ne yapacağını düşünüyor Aysun.

Deli gibi düşünüyor.

Zelihabla!

Zelihablayı aramalı!

Yufka açacak kadın arıyordu.

“Evet evet Zelihablayı arayayım hemen. Bir şeyler ayarlayana kadar idare eder beni Zelihabla. Ya da, eve gitmeden uğramalı en iyisi. Emrivaki olur hem. Malzemeyi alır öyle geçerim eve. Yarına hazır olur. Ayça da yardım eder. Birimiz yoğurur, birimiz açarız yarın. İki elden…”

Doğruluyor yerinden. Külçe gibi ağırlaşmış bedeni.

Pazarda kimse kalmamış. Son ışıklar da söndürülüyor. Kepenk iyice yere yaklaşmış. Bekçi sabırsız, söyleniyor.

- Hadi bacım hadi, acele et biraz!

İyice eğilip, nerdeyse yere sürünerek, daracık aralıktan akşamın ayazına çıkıyor. Evlerine gitmeye çalışan telaşlı insanların arasına karışıp, dolmuş durağına doğru yürüyor hızlı hızlı.

Dolmuşta en arka sırada, en dipte, yığılmış gibi oturuyor. Cebinden paraları çıkartıp içinden bir onluk ayırıyor. Önünde oturan adamın omzuna dokunuyor yavaşça.

- Şunu gönderebilir misin kardeş?, diyor.

- Gazino durağı. Bi kişi.

Kalan paraları düzeltip çantasının ön gözüne yerleştiriyor.

Dışarıya çeviriyor başını.

Camdaki karanlığın içinde, iki büklüm olmuş, yorgun, kendinden epey yaşlı görünen kadınla göz göze geliyor.

Neden sonra dizlerinin üzerindeki çantasını açıyor Aysun. Bir yirmiliği çıkarıp paltosunun cebine sokuyor.

“Yeter mi acaba?”

“Kaç liradır ki bilet?”

Oturduğu yerde doğrulup sırtını dikleştiriyor. İyice yaslanıyor arkasına. Başını geriye dayayıp, göz ucuyla yanlarından akıp giden şehrin ışıklarına bakıyor.

Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme beliriyor.
Öykünün yazarı A.Çiğdem Özerdoğan kimdir?
1966 doğumlu. Elektronik mühendisi. Bir kamu kurumundan emekli. Ankara’da yaşıyor.

Editör: Haber Merkezi