ANKARA -HDP Eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ JINNEWS'ten Gazeteci Habibe Eren'e konuştu.

İmralı’da 8 yılın ardından gerçekleşen avukat görüşmelerinin Türkiye halkları ve kamuoyunun PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın mesaj ve katkılarına ne kadar ihtiyaç duyduğunu gösterdiğini belirten Figen Yüksekdağ, “Türkiye toplumuna üçüncü bir çizgi ve seçenek olarak sunulan siyasetin yükselme zamanı gelmiştir” dedi.

figen yüksekdağ röportaj ile ilgili görsel sonucu


Kadın hareketi alanındaki çalışmalarına lise yıllarında başlayan ve aktif siyaset yaşamına 2002 yılında kurulan Ezilenlerin Sosyalist Platformu'yla katılan Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, sosyalist mücadelenin önemli temsilcilerinden biri oldu. Siyasi çalışmalarına 2010 yılında kurulan Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nde (ESP) Genel Başkanlık görevi ile devam eden ve 15 Ekim 2011’de kurulan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) hareketinin kurucu üyeleri arasında yer alan Figen, 22 Haziran 2014 tarihinde Ankara’da toplanan HDP 2. Olağanüstü Kongresi’nde Selahattin Demirtaş ile birlikte partinin Eş Genel Başkanlığı’na seçildi.


4 Kasım 2016 tarihinden bu yana Kandıra F Tipi Kapalı Cezaevi'nde tutsak bulunan Figen, 3 yıla yaklaşan tutukluluk durumunu,  yargılama sürecini ve gündemdeki gelişmelere dair sorularımızı yanıtladı.


* Öncelikle en son 14 Haziran’da 12’inci duruşmanız görüldü. Tutuklu bulunduğunuz dosya kapsamında hakkınızda 30 yıldan 83 yıla kadar hapis isteniyor. Biraz kendi gözünüzden mahkeme sürecini anlatır mısınız? 12 duruşmadır neler yaşanıyor?


Davalarımız siyasi intikam ve darbe operasyonu olarak başladı, başladığı gibi de devam ediyor. HDP’ye, demokratik halk hareketine, kadın özgürlük mücadelesine, barış ve adalet çizgisine düşmanlığın bir saldırı cephesi olarak görüldü. Tarihteki bütün siyasi yargılanmalarda da bu böyle olmuş ancak bizlerin yargı silahı kullanılarak rehin alınması ve devam eden hukuksuz yargılama süreci, siyasi iktidarın beklediği istediği sonucu vermedi. HDP’yi siyaset dışı bırakmayı, etkisini ve gelişme potansiyelini kırmayı hedefliyorlardı ama görüldüğü gibi zorluklar, saldırılar HDP'nin parti yapısını da halkın ve seçmenin onunla kurduğu ilişki ve bağlılığı da pekiştirdi. İktidarın tasfiye operasyonu başarısızlığa uğradı. Bundan sonra da tüm HDP kitlesinin ve demokrasiye, özgürlüklere inanan halklarımızın, bize dönük haksız yargılama süreçlerinden mücadele feyzi alacağına inanıyorum. Herkes işin esir alındığımız kısmından çok teslim olmadığımız, geriye tek bir adım atmadığımız ve hapishanede de görevlerimizin başında olduğumuz kısmıyla ilgilenmeli. Bilhassa da bizleri yargılayanları yargıladığımız kısmıyla… Halkın bütün seçilmişlerinin dava süreçleri bu gerçeğin aynası olmuştur. Esas olan da siyasi mücadelenin her alanında olduğu gibi mahkemelerde de halklarımızı doğru temsil etmektir. Geldiğimiz aşamada genel olarak bunu başardığımızı söyleyebilirim. İstenen cezalar da verilen cezalar da hiçbir zaman amacımızı, değerlerimizi, siyasetimizi doğru temsil etme çabamızın önüne geçmedi ve geçemez. Ben de dahil olmak üzere tüm seçilmişlerimiz hakkında istenen cezalar Türkiye yargı sisteminin ondan önce de karşımıza yargı silahı kuşanmadan çıkma cesareti, feraseti olmayan siyasi iktidarın ayıbıdır.  Bugüne kadar hakkımda kesinleşmiş toplam 8,5 yıllık hapis cezası var, sonradan açılan davalar ve yargı sürecini iktidarın sistematik yönetme çabalarıyla birlikte, istenen hapis cezasının üst sınırı da 83 yılı aştı.



Siyasallaşmış bir yargı mekanizmasından hukuk, adalet, hakkaniyet gibi bir beklentimiz yok.


Ama bu rakamlar bana göre iktidarın siyasi aczinin ifadesidir. Yargı ve hukuk sisteminin içinde bulunduğu durum üzerine çok söz söylemeye gerek yok. Her bir duruşmamız ‘yargı mekanizması nasıl siyasi yürütme aygıtına itaat eder, verili hukuk kaideleri bile nasıl iktidarın keyfi yorumlarına, art niyetine alet edilir’ konusunda bir ders olabilir. Bu nedenle böyle siyasallaşmış bir yargı mekanizmasından, faşizan, anti demokratik zihniyetin damgasını vurduğu yasalardan hukuk, adalet, hakkaniyet gibi bir beklentimiz yok. Her duruşma mücadelenin devamıdır bizim için. Gerçek adalete ulaşıncaya kadar da mücadele devam edecek.


* Neredeyse her duruşmada Cizre ve Sur’da yaşananlar için özeleştiri veriyorsunuz. Konuşmalarınız ve savunmalarınız kamuoyunda “çok cesur ve dik” durduğunuz şeklinde yorumlanıyor. Cesur musunuz ya da bu cesaretiniz neye olan inancınızdan geliyor?


Cizre'de, Sur'da ve genel olarak özyönetim talebinin gündemde olduğu dönemde yaşananlar asla unutulmaması gereken süreçlerdir. İnsani olarak da siyasi olarak da yaşanan kayıplar, ölümleri engelleyememenin, saldırılar karşısında mücadele gücümüzün bir parçası olarak yetememenin eksikliğini, acısını ve sorumluluk duygusunu hep hissedeceğim. Özeleştiri vermemde de bir tuhaflık yok aksine unutmamak, unutturmamak için gereklidir de. Yaşananların asıl sorumlusu olan siyasi iktidardan hesap sormadan, mücadele etmeden vicdan rahatlatma babında özeleştiri verseydim bu sorun olabilirdi. Ama ölümlerin, savaşın sorumlularından hesap sorarken ne kadar dolaysız ve rahatsam, halkımıza özeleştiri vermek, hesap vermek konusunda da o kadar rahatım. Çünkü siyasi pozisyonumuz bunu gerektiriyor. Özellikle çok derin acılar, kayıplar yasayan, soykırım siyasetinin kıskacında varlık mücadelesi veren Kürt halkı karşısında, siyaset alanında söz söyleyen herkesin özeleştiri vermesi gerekiyor. Ne yazık ki hâkim siyasi kültürde özeleştiri hala bir zayıflık, iddiasızlık işareti olarak görülüyor; rakibine ya da yönetme ilişkisi kurduğu topluma açığını vermek, yaratılan sahte mükemmellik algısını kırmak anlamına geliyor. Bizim bu zihniyet ve gerekçelerle işimizin olmayacağı açık. Kibir ve iktidar saplantısından türeyen malum zihniyetin saflarımıza uzaktan etki etmemesi için de en başta birinci dereceden politik sorumluluk üstlenen bizlerin açık ve özeleştirel tutumu yönlendirici anlam taşır. Elbette hiç kimse bir sürecin baştan sona sorumlusu olamayacağı için baştan sona özeleştirisini de vermek durumunda değildir ama bazen önemli bir anda ve zeminde gösterilen bireysel sorumluluk, kolektif düzeyi yükseltebilir. Sözün özü herkes geri dönüp bakmaktan sakınmamalı, ‘biz'leri ve ‘ben'leri sorgulamaktan çekinmemeli. Özelikle de ablukalar, özyönetim dönemindeki bütün yetersizlikler, uzaktan yakına bütün muhataplar eleştirinin, özeleştirinin ve çözüm gücü geliştirme anlayışının süzgecinden geçmeli.



Siyasette muhalifseniz, kadınsanız, düzenin ezber kodlarına göre programlanmamışsanız ve deli de değilseniz mecburen bir miktar cesur olmak zorundasınız.


Cesaretle ilgili sorunuza nasıl cevap vereceğime emin değilim. Zaten cesaret de değişken kavram. Mesela benim cesurca bulunan birçok söz ve davranışım, bana göre çok da öyle tanımlanması gereken şeyler değildir. Siyasette muhalifseniz, kadınsanız, düzenin ezber kodlarına göre programlanmamışsanız ve deli de değilseniz mecburen bir miktar cesur olmak zorundasınız zaten. Devrimci demokratik siyaset, cesaret olmadan yapılmaz. Bugün Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu tek siyasi çizgi de budur. Bu yakıcı ve yaşamsal ihtiyacı görenler ve karşılamak için sorumluluk üstlenenler olarak, cesaret sergilemek de bizim görevimizdir. Dahası haklılığımıza sonsuz inanıyoruz ve her gün hayat haklılığımızı doğruluyor. Bu da savunduğumuz fikirleri, inandığımız değerleri, siyasi çizgimizi daha tavizsiz, güçlü ve özgüvenli yansıtma, temsil etme ferahlığı veriyor bize. Tabi sağlam ve köklü bir ahlaki, politik damardan beslenmek, bu toprakların halkı, devrimci, sosyalist, kadın özgürlükçü mücadele geleneğine yaslanmak cesareti örgütleyen asıl güçtür. Bu güce derin inanmazsanız gereği kadar cesur da olamazsınız. Önceden bizlerin tavır ve söylemleri karşısında afallayıp ‘Nereden alıyorsunuz bu cesareti’ diyen iktidar sahiplerinin haline çok şaşırırdım. Asıl onların bize bu soruyu sormaya nasıl cesaret ettiklerinden dolay duyduğum bir şaşkınlıktı bu. O kadar haksızlardı ve bize hesap sormaya, tepki göstermeye o kadar hakları yoktu ki... Ama dediğim gibi, cesaret denilen şey de göreceli. Önemli olan cesaret ve hakikat arasındaki, cesaret ve hakkaniyet arasındaki bağı koparmamak. Biz böyle yapıyoruz. Ve bu nedenle cesaretini sadece sopadan, silahtan, paradan alanlar karşımızda afallıyor.


* Bildiğiniz gibi DTK Eş Başkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in başlattığı ve binlerce tutsağın da cezaevinde katıldığı açlık grevi sonrası tecrit kırıldı ve avukat görüşmeleri 8 yıl aradan sonra gerçekleşti. Açlık grevi devam ederken 8 kişi tecride karşı yaşamına son verdi. Tüm bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?


Açlık grevinin başarıyla sona erdirilmesi ve Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, son yılların en önemli siyasal gelişme ve dönüm noktası olmuştur. Sevgili Leyla Güven’in öncü hamlesiyle başlayan direniş süreci, kararlı ve birleştirici zeminde, birbirinden çok farklı mekânları, insanları, coğrafyaları aynı amaç için seferber etmiştir. Bu bile başlı başına bir düzey. Kaldı ki sonuçları itibariyle bakıldığında açlık grevlerinin kendi mevcut düzeyini ve çapını da aşan yeni bir durum ortaya çıkardığını görmek gerekir. 8 yıllık avukat görüş yasağının kalkmasının ardından 3 yıldır yasak olan aile ziyaretlerinin de yapılmaya başlanması, işin tecrit ile ilgili kısmında yaşanan gelişmeler oldu. Ama asıl olarak İmralı tecridinin kırılması, siyaseten oldukça önemli bir süreç başlatmıştır. Türkiye halkları ve siyasi kamuoyunun Sayın Öcalan'dan gelen mesajlara, katkılara ne kadar ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Elbette oldukça kapsamlı bir direniş süreci ve ağır bedellerle ulaşılan kazanımın demokratik siyaset ve onurlu barış çizgisinin inşa edileceği bir müzakere sürecine evrilmesi beklentisi de belirginleşti bu süreçte. Öcalan'ın bugüne kadar iletebildiği mesajlar da ise Türkiye’deki demokratik siyaset, barış ve çözüm dinamiklerine öncelikli olarak seslendiği ve yeni bir süreç beklentisine yanıt olarak, iktidardan çok bu kesimlere rol yüklendiğini görmek mümkün.



Türkiye gibi faşizmin, darbelerin, ara rejim dönemlerinin her türünü görmüş bir ülkede güçlü mücadeleler verilmeden, bedel ödemeden hiçbir kazanım olmuyor.


Gerçekten de bugün bir tür çözüm süreci olacaksa demokratik direniş ve halkların bilinçli politik müdahalesi üzerinden olacak. Açlık grevi ve elde edilen sonuç bize bunu göstermiştir. Ne yazık ki Türkiye gibi faşizmin, darbelerin, ara rejim dönemlerinin her türünü görmüş bir ülkede güçlü mücadeleler verilmeden, bedel ödemeden hiçbir kazanım olmuyor. Demokratik siyasal çözüm ve gelişme zemini de böyle kesintisiz ve güçlü bir mücadele yoluyla elde edilebiliyor. Açlık grevleri ve demokratik direniş süreci de içerisinde ağır kayıpları olduğu kadar büyük kahramanlıkları, güçlü feda ruhunu, toplumsal gelişmenin önündeki engelleri yıkma iradesini barındırdığı için başarılı oldu. Tabi kadın öncülüğü ve iradesinin başat rol oynadığı bir direniş süreci olarak tarihteki benzerlerinden ayrıldı; özgün, insani, siyasi kapsama alanı geniş, güçlü bir hareket hattı oluşturdu. Ancak işin dışarısı ve sokak boyutunun ciddi eksiklikler barındırdığını görmek gerekir. Ak tülbentli anaların sergilediği sahiplenme ve kararlı direniş defalarca selamlanmayı hak ediyor ama bu süreçte tutsaklara, analara eşlik etmesi, hatta yer yer önüne geçmesi gereken demokratik eylem ve sahiplenme hattının kurulamadığı da asıl üzerinde durmamız gereken gerçektir.


Sonuçta açlık grevi sürecinin, özellikle son 3 yıl boyunca ciddi biçimde çıkışsız bırakılan demokratik siyasette alan açtığını, mücadele ve direniş dinamiklerindeki donma durumunu değiştirdiğini, direnerek kazanma çizgisine güç ve güven kazandırdığını söylemeliyiz. Umut ve kazanma azmi yeniden örgütlenmiştir, durumu kabullenme ve idare etme çizgisi aşılmıştır. Bütün Türkiye halkları, muhalif siyaset adına söz söyleyen herkes, böyle bir kazanımı can pahasına, en derin feda duygusuyla topluma armağan eden tüm direnişçilere sadece saygı ve şükran borçlu değildir. Aynı zamanda elde edilen kazanma düzeyini ve kararlığını bugünden yarına yükseltmeyi borçludur.


* 23 Haziran’da İstanbul seçimi tekrar yapılmasına rağmen CHP adayı Ekrem İmamoğlu bir önceki seçime göre oyunu artırarak rakibi ile farkı 800 binlere ulaştırdı. Seçim boyunca tüm manipülasyonlara rağmen Kürt seçmeni kararlı bir şekilde sandığa giderek bu seçimde de kilit rol oynadı. Seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?



Türkiye'de muhalefet iddiası olan bazı kesimler en kötüsü başına gelmeden önünü göremiyor.


Kürt seçmeni ve HDP açısından 23 Haziran seçim sonuçları, parti seçim mottosunda da vurgulandığı gibi faşizmi geriletme ve İstanbul'da adaletin yerini bulması için müdahale anlamına geliyordu. İstanbul açısından bu müdahalenin amacına ulaştığını, HDP seçmeninin siyasetteki belirleyici yerini pekiştirdiğini görüyoruz. Diğer taraftan da murat edildiği gibi İstanbul belediye başkanlık seçimlerinde adalet yerini buldu ama aynı şey HDP'nin gasp edilen 6 ilçe belediye başkanlığı için geçerli değil. Bu yarık, kalmaya devam ettiği müddetçe de kimse için gerçek ve kalıcı bir adaletten söz etmek mümkün değil. Aksine bugün Kürt halkı için haksızlığa, ayrımcılığa uğrama duygusu, sadece Kürt kimliği nedeniyle her tür adaletsizliğe maruz kaldığı algısı derinleşiyor. Haksız da değil. Kürtler Batı'da dişini tırnağına alıp, verdiği sözün bütün saldırı ve caydırma çabalarına rağmen arkasında durup CHP adaylarına kazandıran bir tutum aldı ama en hukuksuz, haksız yöntemlerle HDP belediyelerinin gasp edilmesi karşısında kendi gösterdiği demokratik tavrın yüzde birini göremedi. Yarın-öbür gün demokratik kriterlerin ya da hassasiyetin herkese ayrı, Kürtlere ise apayrı işlediği bu kör siyasi döngü de çok kötü duvara toslayacak ama maalesef Türkiye'de muhalefet iddiası olan bazı kesimler en kötüsü başına gelmeden önünü göremiyor.


Bugün Kürtler belediye binalarından içeri giremiyor, Diyadin'de olduğu gibi seçtiği başkanları, temsilcileri belediye binalarında darp edilip, kelepçe takılıp hastanelik, karakolluk ediliyor. Bunları yapan, göz yuman, sessiz kalan kim olursa olsun, halkta artık daha derin gelişen kırgınlık, öfke, hesap sorma ve kimsenin ona layık göremediği adalete ulaşma mücadelesinin muhatabı olacaktır. İstanbul seçimlerinin en önemli yanı ise halk ve seçmen refleksinin, sahiplenmesi ve kararlılığının CHP'yi, İmamoğlu'nu ya da Ekrem Bey etrafında ittifak yapan bütün politik bileşkeyi aşmış olmasıdır. Türkiye ve Kürdistan toplumunun belli dur deme zamanları vardır. Bir süredir o zamanın geldiği görülebiliyordu. İnişli çıkışlı ama tarihte ender görülen baskı ve saldırılara rağmen tümden geri çekilmeyen bir halk muhalefeti geride bıraktığımız dönemin önemli sosyal-siyasal gerçeklerindendi. Bu muhalefet seçimler sürecinde kendini oy ve sandıkla ifade etti. Ama aynı zamanda kendi deneyimiyle başarmanın ve değiştirmenin yolunun asıl olarak sandıkların ötesinden geçtiğini de gördü. Akşamdan sabaha kaç sandık seçim sonucunu ihlal ve iptal eden, seçimli sistemin zerresi kalmış saygınlık ve güvenine de dinamit döşeyen bir iktidara karşı halk örgütlenmesi, birleşik duruş, dayanışma, sokak hareketi gibi demokratik değerlere dayanarak başarı sağlanabileceğini gördü.


Önemli olan bu eğilimi geliştirmek ve derinleştirmektir. Son olarak Kürt halkı ve HDP'de temsil edilen Türkiye'nin tutarlı, mücadeleci demokrasi dinamiği görevini yapmıştır. Mesajı daha net anlamak isteyenler için şöyle özetleyeyim: Bizler kötüyü bozabiliriz, yıkabiliriz; ama bizler aynı zamanda iyiyi, güzeli de kurabiliriz, yapabiliriz. Bizimle hangisine varsınız? Dilerim bu kez halkın verdiği mesaj doğru anlaşılır.


* İstanbul seçimlerinin sonucu genel siyaseti nasıl etkiler? HDP birçok yerde Demokrasi İttifakı gündeme getiriyor. Buna ilişkin neler söylemek istersiniz?


İstanbul seçimleri zaten genel siyasetin temel gündemiydi. Daha en başta Erdoğan, İstanbul seçim sonuçlarının Türkiye'yi kazanmak ya da kaybetmek anlamına geldiğini söylüyordu. Hatta belediye başkanlık seçimine referandum anlamı yükleyen de siyasi iktidardı. Bu sözler söylenmiş olsun ya da olmasın ortada apaçık duran bir gerçek var: AKP-MHP koalisyonu bütün büyük kentlerde açık ara kaybetmiş, geçen dönem rızayla ya da zorla alınan kitle desteği yitirilmiştir. Normal şartlarda ya da ülkelerde hiçbir iktidar, AKP-MHP iktidarındaki gibi pişkinlikle bir şey yokmuş gibi davranamaz. Ama Türkiye'de bırakın iktidarın gitmesini, bırakmasını, erken seçim çağrısı bile tartışılamıyor. Bu koşullarda asıl umut ve değişim gücü statükodan, pazarlık ve denge hesaplarından kıpırdayamaz hale gelmiş düzen partilerinde değil, demokratik siyaset alanında ve bu alanın başat temsilcileri HDP ve HDK’dedir. HDP'nin demokratik ittifak gündem ve girişimleri bu açıdan oldukça önemli ve tayin edicidir.



Aslolan iyi değerlendirmek ve radikal demokrasi, devrimci demokrasi hattını daha güçlü bir umut ve güven odağına dönüştürmektir.


Memlekette bir seçim daha geçti ve iktidar kalıplarına hapsolmuş siyasetin neyi ne kadar yapabileceği yeniden görüldü. Türkiye'nin hayati ihtiyaç duyduğu demokratik, kadın, emek, doğa eksenli gelişme, iki karşıt kutba bölünmüş ve HDP'nin de birinin ucuna ilişmeye zorlandığı siyasi dizilimle sağlanamaz. Üzerinde çalışılan demokratik ittifak tam da bu ihtiyacı karşılamak için bağımsız bir yoldan gitmek gerektiğine işaret ediyor. Bütün partileri aşan, hatta AKP'nin, MHP'nin dahi onca güce, otoriteye rağmen üstünde hakimiyet kuramadığı karma, çok yönlü ama ortak beklentisi asgari de olsa demokrasi ve adalet olan bir kitleden söz ediyorsak, egemen kutuplar ya da dar çatılar artık kifayetsiz hale gelmiş demektir. Tam da bu özgül halk eğilimine ve dinamiğine uygun, ittifakı doğrudan halkla, kadınla, gençle, işçiyle, köylüyle, bütün siyaset dışı bırakılanlarla yapan ve bunu hâkim iki çizgi tarafından bölünmüş Türkiye toplumuna üçüncü bir çizgi ve seçenek olarak sunan siyasetin yükselme zamanı gelmiştir. Seçim sürecinin sonuçları bu zemin için sayısız olanak açığa çıkardı. Aslolan iyi değerlendirmek ve radikal demokrasi, devrimci demokrasi hattını daha güçlü bir umut ve güven odağına dönüştürmektir. HDP ve HDK'nin tam da bu noktada yeni bir eşiğe geldiğini, üçüncü alan ve yeni yaşam programının yapısal gelişimi bakımından bu eşiğin aşılması gerektiğini görmeliyiz. Ama seçimler sonrasında oluşan siyasetteki yeniden dizilim, yapılanma, kartların yeniden dağıtılması döneminde en avantajlı güç olduğumuzu da unutmamak gerekir. Samimiyet, dirayet, bedel ödeme, evrensel değerlere bağlılık gibi düzen siyaseti tarafından çoktan ayağa düşürülmüş ana sütunlara dayanarak ilerliyor olmak, bağımsız, temiz bir demokratik ittifak ve siyaset alanı oluşturmak için temel önemdedir.


*Son olarak buradan iletmek istediğiniz bir mesaj ve çağrınız var mı?


Halkımız ve kadınları öncelikle selamlıyorum. Açlık grevi ve ölüm orucu sürecinde başta Barış Anneleri, tutsak anneleri olmak üzere sokağı bırakmayan, kazanacağımıza olan inancını yitirmeyen tüm mücadeleci insanlara, kesimlere sevgilerimi, saygılarımı iletiyorum. Hayat ve direnişte ısrar bizlere bir kez daha yol gösterdi. Faşizmin mevzi kaybettiği, direnenlerin kazandığı bir zamanda artık kimse bir çıkışsızlıktan, umutsuzluktan, yol bulamamaktan söz etmemeli. Şimdiki zaman demokrasi ittifakının, halklar mücadelesi ve örgütlenmesinin yeni bir yükseliş zamanıdır. Herkesi büyük bedellerle de olsa kazandıklarımıza ve kazanacaklarımıza bakmaya çağırıyorum. Görkemli direnişlerin sade kahramanları olan ölümsüzlerimizi saygıyla, minnetle anıyorum.
Editör: Haber Merkezi