Şahmaran’a Olan İnancımızla…

Ne ölümlülere ne de ölümsüzlere benzeyen

Bir mağaradan doğdu bu azgın yürekli Ekhidra

Yarı bedeni bir genç kızdı onun

Güzel yanakları ve gözleri fıldır fıldır

Yarı bedeniyse koskoca bir yılandı, korkunç

Her yanı benek benek amansız bir yılan

Yerin gizli derinliklerinde kaybolan

Mağarasında otururdu Ekhidra…


Hesiodos’un “Tanrılar’ın Doğuşu” kitabında tanrıça Ekhidra için sarf ettiği bu dizelerle

“Merhaba” demek istedik sizlere. Medusa’dan Ekhidra’ya, Star’dan Mezopotamya’nın ve

dünyanın bütün kadınlarına, Sur’un sokaklarını süsleyen ve ellerimizle resmini çektiğimiz

kapak resmimizdeki Şahmaran’ın her şeye rağmen direnen güzelliği ile yeniden aranızdayız.

Bundan yüzyıllar önce Mezopotamya’da yaşadığı var sayılan bir mitolojik varlık Şahmaran.

Halk anlatılarına göre yarısı yılan yarısı kadın bir Tanrıça… Canlıların var olduğu ilk andan

itibaren dünyada var olan bir mağarada yaşayan, var olan diğer yılanların başı. İnanışa göre

bütün hastalıkların dermanını bilir, şifa dağıtırmış. Başı dara düşen kadınların hızırı olur,

yardıma koşarmış. Hakkında çıkan birçok rivayet vardır, nerede yaşadığına ve nasıl öldüğüne

dair. Hepsinde de bilinegelen şudur ki Şahmaran kendisine nefret güdenler tarafından

öldürülmüştür. Bazen ölümsüzlüğün sırrına ermek isteyenler, bazen iktidar hırsına yenik

düşenler, bazen Şahmaran’ın marifetlerini çalmak isteyenler, bazen şifa bulabilmek için yola

düşenler… Şahmaran’ın hikayesi farklı farklı olsa da, hala kadınlar sanatları ile yoksul ve

yalnız bırakılmış evlerinin duvarlarında Şahmaran’ı konuk etmekte, bereket getirdiğine dair

inançla resimlerini saklamakta, mutluluk getirsin diye evlenecek olan kızların çeyiz

sandıklarına kanaviçe olarak koymakta, Şahmaran’ın şifa bilgileri ile hala Mezapotomya’da

şifa dağıtmaktadır…


Bir mitolojik öğe olarak Şahmaran’ın öncesi de sonrası da kuşkusuz ki vardı. Kimileri onun

yılanları ve yenilmez gücü ile Tanrıça Medusa’nın arkadaşı olabileceğine, kimileri Kilikya

yakınlarında bir mağarada yaşamış, yarısı yılan yarısı kadın olan mitolojik zamanlardan

Ekhidra’nın “iyi huylu”su olabileceğine inanmıştır. Kadına yönelik şiddete karşı bir öz

savunma öyküsü olarak da anlatılıyor Şahmaran, hem derdin hem dermanın sahibi olan

şifacılığı ile yaşam ve ölümü birlikte simgeleyen kadın ve yılanın ortak bir özelliği olarak da...

Öyle ya da böyle Şahmaran özgür ama ihanete uğramış, katledilmiş kadın hatırasıdır; bu

hatıra her duvarda özgürlük tutkusu kadar, bir yası, kabullenilmemiş kaybı ve unutmamayı

ifade eder. Şahmaran bu topraklarda “yılanların ve kadınların öcünü” şifalı bedeni ile almış,

insani değerleri taşıyan toplumsal bir güzellik tanrıçasıdır. Yarısı yılan yarısı kadın bedeni ile

Şahmaran, bizlerin geçmişinin en güzel hikayesi, bugünün en hakiki an’ı, jineolojînin

besleneceği kaynaklardan biri; toplumsal iyinin ve güzelin kadın ve yılan bedeninde vücut

bulmuş en büyük miraslarından biridir.


Yaşamın etik kodlarını tartışmak daha estetik bir yaşam sürmek, ne ile nasıl mümkün

olabilirdi? Yaşamak ve yaşatmak, yaşamı olumlamak ve kötülüğe direnmek bizleri mutlu

ediyorsa ve eğer yaşam bir anlamlandırabilme çabasının içinden süzülerek dünya nehrine

akıyorsa uzaklara gitmeye ne gerek vardı? Sur’un bir sokağında rastladık Şahmaran’a ve

fotoğraf çekmeyi uzman ellere bırakmaya alışmış zihnimiz bir anda fotoğrafçı oluverdi

Şahmaran’ın huzurunda. Bir duvarın üstüne çizilmiş resminde gövdesi dökülmüş bir

Şahmaran. Ama güzelliğinden zerrei miskal azalma yok. Hala çok mağrur, hala çok bilge ve

hala bütün ihtişamı ile karşımızda duruyor. Bin yılların kadın hafızası ile bin yılların güzellik

abidesi olarak, tıpkı Sur gibi. Tıpkı gövdesini emanet ettiği Sur sokakları gibi. Yıkık, dökük;

fakat hala çok güzel ve çok ihtişamlı! İşte bu yüzden belki o sokakta bütün güzelliğiyle

direnen Şahmaran’ı görünce tam da “İyi ve Güzelin Dili, Eylemi, Kuramı” dosyamızı

hazırlarkenki duygularımıza tercümandır dedik.


Etik ve Estetik üzerine ikinci dosyamızı çıkarmaya karar verdiğimizde birinci dosyamızın

bitmemiş hissi ile yola çıkmıştık. Bu sayıdan sonra da aynı hissi yaşıyoruz. Kapsamlı,

yaşamın ta kendisini ilgilendiren bir konuyu iki dosya ile anlatamayacağımızı bir kez daha

hissettik. Etik ve Estetik yaşamla organik bağı olan en temel konuların başında geliyor. Bu

nedenle bu konuyu ne kadar işlersek işleyelim hep bir eksiklik duygusu yaşadığımızı da

belirtmek istiyoruz. Ve her iki sayımızda da kendimize sorduğumuz sorular çoğaldı.

Her biri Şahmaran’ın torunu olan yazarlarımızın dillendirdiklerini okurken, dinlerken bir kez

daha inandık. Kadınların dünyasında, kadınların kendi elleriyle mümkün bir dünyaya

inanıyoruz. Evet, inanıyoruz. Bütün ahlaksal çöküntülere, kötülüğün irinmişçesine

yayılmasına, umutsuzluğun had safhaya çıkmak için her birimizi kara dehlizlere çekmeye

çalışma çabalarına inat inanıyoruz… Her şeyin güzel olacağına, binlerce yıllık hafızamızla

hala bu topraklardan silemedikleri güzelliklere olan umudumuzla inanıyoruz. İktidarın

körleştirdiği erkeklerin yakmaya çalıştıkları dünyada, yusufçuk misali su taşımaya

çalışanların güzelliğine inanıyoruz. Berivanların yaylalardaki türkülerine, evlerimizde

annelerimizin saksıda yetiştirdiği çiçeklerine inanıyoruz. Etik değerleri hiçe sayan erkek

aklının rasyonalitesine inat, şiddet gören arkadaşına cesaret aşılayan kadınların güzelliğine

inanıyoruz… Sistemin, toplumun çökertilmesi için kapitalist modernitenin betonlar dünyasına

inat, demokratik modernitenin kulîlklerine inanıyoruz. Her şeyi maskeleştiren,

çirkinleştirmeye çalışan, çıkar dünyası haline getirmek için elinden geleni ardına koymayan

etiksizlikler yığınına inat, Remziye Tosun’un tülbentine inanıyoruz… Kanaviçeli yastıklara,

oyalı yazmalara, kiras fistana, otlu peynirin şifasına bir de umutsuzluk aşılayanlara inat

çocukların gülüşüne inanıyoruz. Siz değerli okuyucularımızla içimizden geçen bu cümlelerle

seslenmek istedik.


Şahmaran’ın torunları, kız kardeşleri neler mi diyor? Meral Çiçek’le başlıyor hikayemiz.

Meral bizlere Şahmaran’ın iki yol arkadaşını anlatıyor: Amerikalı Anne Sexton ile İran’lı Jîla

Huseynî. İki ayrı kadının şiirlerine nakşettikleri hikayesiyle her birimizin bir yarası, sevinci,

öfkesi cem oluyor. Kendilerini var edebilmek, sanatlarını var edebilmek için mücadele eden

ve isimleri tarihin tozlu raflarında kalmasın diye direnen kadınlar, ilk kadın şair olarak bilinen

Sappho’nun dizeleri ile sesleniyor bize; Hatırlayacaklar bizi, sanırım, bazıları sonraki

zamanda… En güzel direnme halimiz değil miydi hafızamız? Anne Sexton ve Jîla Huseynî

özelinde bir kez daha hatırlatıyor tarihe Meral. Hiçbir zaman yalnız olmadık. Hatırladık,

sonraki zamanlarda bile… Hüsna Emek bu sayımızda Beritanlar’dan Saralar’a çirkine karşı

güzeli yaratan, güzelliğin mücadelesini veren kadınları anlatıyor. Bu mücadelenin zorluğu,

çelişkilerin tarihselliği ve derinliği ile yakından bağlantılıdır diyerek, Kürdistan kadın

özgürlük mücadelesinde bu gerçeğin dili ve eylemi olan kadınların güzellik felsefelerine

götürüyor bizi. Nagihan Akarsel, bin yıllar öncesinden günümüze kadının çevrelendiği

distopyanın dayandığı verili çirkinliğe ve dayatmalara inat, ütopyamızın, güzel kalacağımız,

kalabileceğimiz günlerin müjdesini veriyor dokunduğu hikayelerle. Kolektif ölçülerimizle,

başkalarıyla, toplumsal yaşayışımızla nasıl var olabileceğimizin, etik-estetik denen

mefhumların o kadar da uzak olmadığını, hayatın tam da içinde olduğunu söylüyor. Ve

destarın etrafından ses veriyor kadınlar: Nasıl ütopya diyebiliriz ki şimdi olmakta olana! Van

Jineoloji Atölye’miz “bilgimizin kaynağı annelerimizin deneyimlerinden yola çıkarak

Kürdistan’da kadınlar olarak bizlerin etik ve estetik değerlere yaklaşımlarımızı ve bu değerler

ekseninde nasıl yaşamlar kurulduğunun” hikayesiyle, destarın etrafında yeşeren etik-estetikle

buluşturuyor bizi. Merak ettiniz değil mi? Kapitalist moderniteye kafa tutan kadınları

dinlemek, gündelik yaşamlarıyla, özlemleriyle direnişleri hepimize umut… Van’a gitmişken

Dengbêj Razê’nin sesiyle ruhumuzun derinliklerinin kapısını açtık. Söz gelişi değil hakikaten

ses verdi Razê. Klamları ile gönlümüzü feth eden Razê’nin hikayesini kendisinden dinlemek,

kadın dengbêjliğin ayakta kalması için verdiği mücadele ve bize cömertçe okuduğu klamlarla

siz de buluşmak istersiniz değil mi? Razê’nin sesi kadar gönlü de nice güzel sesler taşıyor.

Klamların nasıl tarihimizin büyük bir parçası olduğunu, bir kadın olarak Kürdistan’da

dengbêjlik yapmanın zorlukları ve yoluna taş koymak isteyenlere inat muazzam bir kadın

direnişi.

Anne Sexton’dan tutalım Dengbêj Razê’ye kadar “ulus devlet, endüstriyalizm ve kapitalizmin

ilerici-modern yaşamın zehrini toplumların en küçük hücrelerine, yani bireyin duygu-düşünce

ve bedenini kullanma biçimine kadar etkili kılmasına” karşı direnişlerinin dili ve eylemiyle

buluştuk. Rotînda Erdem, bu direnişi insanın doğup büyüdüğü, alın teri döktüğü, aşklarını,

acı ve sevinçlerini yaşadığı, toplumsallaştığı mekanla yani yurtla olan ilişkisi üzerinden

tartışıyor. Toplumsal hafızamız söze olduğu kadar da mekana kazınmıştır. Dolayısıyla bu

mekanı korumayı ve sevmeyi ahlaki bir ilke olarak koyuyor Rotînda. Fidan Can ise bütün bu

hikayelere kulak veriyor ve şu buğulu sözü görüyor içlerinden: Özgürlük olmadan etik-estetik

değerlerden bahsedemeyiz… Haksız mı? Kim inkar edebilir zihni özgür olmayan bir insanın

ne iyi ne kötü karar verirken nasıl hangi ölçülerle davranacağına… Fidan bizlere bu sistem

içerisinde etik değerlere sahip olabilmenin yolunun özgür olabilmekten, özgürlüğün ise

sorumluluk almaktan geçtiğini hatırlatıyor. Ve o ilk cümlesi ile bizim kalbimizi çoktan çaldı

bile: Hayata anlam katmak, doğru bir seçim yapmak kadar ona göre yaşamak demektir.

Nalin Öztekin ile Fatma Koçak ise farklı bir tartışmaya götürüyor bizleri. Nalin, kötülüğün

daha kolay örgütleniyor olmasını sorgularken; Fatma, Nalin’e umut veriyor “bu kafamıza

yerleştirilen yanlış bir yargı, aslolan iyiliğin örgütlü olması” diyerek. Peki iyilik ve kötülük

nasıl örgütlenir? Ancak toplumsal olarak tartışılabilecek bu kavramların bağlı oldukları

toplumsal yapıyı irdeliyorlar ve nasıl oluyor da iyi ve kötü ortaya çıkıyor sorusunun

cevaplarını arıyorlar bizler için. Kötülüğün toplumsal olarak örgütlenişinin bir sistem meselesi

olduğunu ve iyiliğin demokratik modernite güçlerinin temel gücü olduğunu, Şahmaran’ın

hikayesinden hatırlıyoruz ama değil mi?

 

 
Editör: Haber Merkezi