KADINLARDAN NE İSTİYORUZ, DERDİMİZ NE ?

Ötekilerin Gündemi

Hamza Özkan


Merhaba arkadaşlar, dünyayı saran bu ölümcül virüsün toplumları alt üst ettiği, insanları bir fanusun içine hapsettiği bu dönemde, her ne kadar acı, karamsarlık, umutsuzluk yakamıza yapışsa da, “İNSAN” denen varlık direngendir; bu direnişi anlamlı kılan insanın düşünsel yapısıdır, değişimi ve dönüşümüdür.

Zamansızlıktan yakınmamız için bir mazeret yok artık! Kitap okumak ve yaşamımıza anlam katan siteleri okumak için güzel bir fırsat. “Korona Gündemi” ile ilgili yaptığımız dizi söyleşi serisi oldukça ilgi çekti. “Korona Gündemi”nin ötesinde, Türkiye’nin hatta dünyanın dinmeyen, bitmeyen ve kanayan yarası “KADIN ŞİDDETİ, KADIN CİNAYETLERİ!” Nedir bu bitmez tükenmez ve gittikçe artan kadın şiddeti? Derdimiz ne ? Kadınlardan ne istiyoruz ?

Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, kadınların içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyiyle ilişkilidir. Neden siyasette, bilimde, kültür ve sanatta kadınlar birer aksesuar olarak görülüyor ?  Şu bir gerçek ki, kadınların düşünsel gücünden yararlanmadığımız sürece, eril düşünce sisteminin tahakkümü devam ettikçe, dünyanın güzelleşmesi, normalleşmesi uzak bir ihtimaldir. Sözü fazla uzatmayayım. Kadınlar dosyamızın söyleşine başlarken, “HEPİMİZ SUÇLUYUZ! ERKEKLER ERKEKLER ERKEKLER DAHA SUÇLUDUR” diyoruz. Evde kalıyoruz, dışarıya çıkmıyoruz. İçten selamlarımla.

Hamza Özkan

Ötekilerin Gündemi

Ötekilerin Gündemi: Tarihsel  ve zorlu bir süreçten geçiyoruz. Bu geçiş süreçlerinde, savaşlarda ve  ölümcül salgınlarda kadınlara biçilen roller nelerdir? Dünyada demokratik süreçlerini tamamlamış toplumları da  baz alırsak, gerçek anlamda kamusal alanlarda kadınlar yerlerini alabilmişler midir?


Sultan Yavuz: “Normal” seyrinde akan hayat içinde toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerinin ortaya çıkardığı olumsuz durumları nasıl “normalleştirilmiş” bir şekilde yaşıyorsak, savaş ve salgın hastalık gibi olağanüstü durumlarda da mevcut hâlin daha da derinleştiğine şahit oluyoruz. Bahsettiğim eşitsizlik ve ayrımcılığın sonuçlarının ise sadece kadınları değil, toplumsal olarak kadınlarla aynı kırılgan kesim içinde yer alan çocuk, yaşlı, engelli, mülteci, LGBTİ gibi grupları da içine aldığını belirtmek isterim. Toplumsal cinsiyet dediğimiz kavramın da, biyolojik olan erkek ve kadınlıktan farklı olarak, doğuştan gelmeyen, inşa edilmiş bir kimliğe işaret ettiğini bir kez daha hatırlatmak isterim. 

Bir feminist olarak, savaş, milliyetçililik ve militarizmin iç içe olduğunu ve içinde yer aldığımız kapitalist ve ataerkil düzende toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ve düzenlemelerinin, militerleşmeyi ve savaşı bize sanki doğal bir durummuş gibi kabullendiren bir kültür olduğunu düşünüyorum.

İçinde yer aldığımız bu sistemde, kadınlardan hem milliyetçiliği besleyecek vatanseverleri doğurmaları hem de militarizmin istediği savaşacak askerleri temin etmeleri bekleniyor. Hem milliyetçilik hem kurumsallaşmış askeri yapı ataerkil düzeni memnun ettiğinden, ortada âdeta sorunsuz bir aşk üçgeni boy gösteriyor. Yani toplumsal cinsiyete dayalı ilişkiler, savaş ortamının yaratıcısı ya da sürdürülebilirliğinin de garantisi oluyor. Gerek milliyetçilik gerekse toplumsal cinsiyet, kendilerini var edebilmek için hep bir “öteki”ne ihtiyaç duyuyor. Bu birinde milli kimlik, diğerinde kadın kimliği olabiliyor.

Dolayısıyla kadınlar, savaş olmadığı durumlarda da milliyetçiliğe hizmet etmek üzere çocuklara bu bilinci aşılayacak kişiler olarak ve daha çok ev içi rollerle, kutsal annelikle görevlendirilirken; savaşta da da onlardan cephe gerisinde yaralı bakımı ya da toplumsal bilinç oluşturma gibi görevler bekleniyor.  Türkiye’den örnek verirsek, Milli Mücadele yılları döneminin edebi eserlerine göz attığımızda, kadın,  hep erkeğin yanında ve savaşın içinde kurgulanır. Bu eserler, genelde erkek yazarlarca kaleme alınsa da, Halide Edip gibi kadınların da bu rolü üstlendiği görülür. Söz konusu eserlerde kadın hem cephede hem de cephe gerisinde “kahraman” “fedakâr”, “şefkatli”, “cesur” ve “iffetli” tasvir edilir. Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Peyami Safa gibi yazarlarda kadınlar önemli roller üstlenir. Öte yandan, yine Milli Mücadele’de kadınlar bazen karar verici ve uygulayıcı olarak, eli silah tutan ya da cepheye mermi taşıyan kadın şeklinde tasvir edilir. Zaten sadece edebiyatta değil, gerçekte de kadınların başı çektiği mitingler, Hilal-ı Ahmer’e yardım etmek üzere evlerini terk eden kadınlar, cephe gerisinde milli bilinci geliştirmek üzere eyleme geçen kadınlar Kurtuluş Savaşı’nda etkin rol oynamışlar. 

 

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra yazılan eserlerde ise kadına biçilen rol, daha çok ortak kimlik ve ulus inşa eden, sosyal hayatta ön plana çıkarılmak istenen bir şekil alıyor.

 

Bununla birlikte, milliyetçi anlayış, vatanı “anavatan” olarak kadın bedeni ile özdeşleştirdiği için kadın bedenleri savaş durumlarında sıklıkla savaş alanı gibi düşünülür. Onun “namusunun” bozulması âdeta ulusal bütünlüğü tehdit anlamı taşır. Kadınlar siyasetin nesnesi ve erkeğin mülkü olarak somutlaştırılır. Milliyetçi söylemler bu şekilde tanımlanan kadın, daha çok aile içi ve özel alanda kurgulanırken, erkek ise kamusal ve siyasal alanda konumlandırılır. Kadınlar, toplumun erkeklerinin yeniden üreticisi olarak inşa edildiğinden, kadın bedenleri de “erkeklerin” savaşlarında sistematik tecavüz gibi şiddetlerin mağduru hâline getirilebilir. Tarihte sıklıkla toplu tecavüzlere rastlarız, ele geçirilen ülkelerde bu anlayış nedeniyle saldırılan bölgenin kadınlarını da ele geçirerek “zafere” ulaşır. Mesela 1938 yılında “Kristal Gece” olarak bilinen ve Nazi yönetiminin yürüttüğü şiddet eylemlerinde kitlesel tecavüzler yaşandığı biliniyor, 1937’de Japonların Çinli kadınlara yönelik tecavüzleri, Irak, Kolombiya, Sudan, Ruanda ve Kosova’da yaşananlar bu anlayışın somut örnekleri olarak görülebilir. Yine Bosnalı kadınların Sırp ordusu tarafından tecavüzleri sonucunda yüzlerce bebek doğduğu biliniyor.

 

Çok uzağa gitmezsek, Irak ve yakın dönem Suriye savaşlarını düşünürsek de, kadınların savaştan korunmak için kaçtıkları mülteci kamplarında da tacize uğradıkları pek çok Birleşmiş Milletler raporunda yer alıyor. Özellikle birkaç ailenin paylaştığı çadırlarda, ailenin erkek üyelerinin diğer ailenin kadınlarını taciz ettiği ya da çadırdan uzak mesafedeki tuvalet ve banyoya giderken, erkek mültecilerce taciz edildikleri belirtiliyor. Ya da Türkiye’ye geldikten sonra mülteci kadınların ikinci, üçüncü eş olarak alındığı, pek çok taciz yaşadığı gibi örnekler mevcut. Fakat kadın ve savaşı konuşurken savaş sırasında sadece kadınlara değil, erkeklere de cinsel şiddet gösterildiği ve militarist pratiklerin tıpkı kadınlar gibi erkekler için de yıkıcı etkilere sahip olduğunu unutmamalıyız. Her erkeğin asker doğduğu kanaatinin erkekler üzerinde baskı kurduğu çok açık bence. 

 

Kadınlar, savaş, çatışma ve doğal afetlerden kaynaklı durumlarda evde, sokakta, kaçış sırasında, askeri bölge ya da kamplarda, erkeklere oranla cinsel ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete daha fazla maruz kalabilmektedir. Bunun yanında kadınlar sadece ekonomik, sağlık, eğitim ve yasal düzenlemelerdeki eşitsizlikten değil, kültürel ve geleneksel eşitsizlikten de muzdaripler. Yine Suriyeli pek çok mülteci ailenin kız çocuklarını erken yaşta evlendirmeleri, kültürel eşitsizliğe örnek verilebilir.

 

Bunun yanı sıra, ataerkil toplumlardaki toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, toplumları savaşa hazırladığını söyleyebiliriz. Mesela bu tür toplumlardaki hegemonik erkeklik, kadınlar tarafından da değerli bulunabiliyor, hoş görülebiliyor. Buradan yola çıkarak, kadın doğasının barışçıl, erkeğinkinin ise savaş yanlısı olduğunu söylemek doğru değil. Yoksa Amerika’nın eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın savaşçı tutumunu nereye koyacağız? Kadınlar da toplumsal cinsiyet rollerini içselleştirerek, savaşı teşvik eden konumda bulunabilirler. Savaşın mağduru daha çok kadınlar olsa da, elbette erkekler de zarar görüyor. Savaşın galibi yoktur zaten.

 

Savaş öncesi ve sonrası en fazla etkilenen grup içinde yer alan kadınlar özellikle bu gibi olağanüstü durumlarda işsizlik, açlık, hastalık ve psikolojik şiddetten kaynaklı mağduriyetleri yaşıyorlar. Mesela savaş sonrasında çocuk ve yaşlı bakımı, her zaman olduğu gibi kadınlara yükleniyor. Bir yandan kendi yaşadıkları psikolojik ve ekonomik travmaya, bir yandan da bakım emeği ekleniyor. Savaş dönemlerinde milli gelirin çoğu savaşa ayrıldığından, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinden de erkeklere oranla daha az faydalanabiliyor.

 

Yakın zamanda yaşadığımız Elazığ depreminin ardından çadırlarda yaşayan kadınlarla görüşerek durumu haberleştiren SES Elazığ Şubesi ise söz konusu kadınlar için “Dondurucu soğuklarda yaşamı yeniden kurma yine kadınların omzunda” ifadesini kullanıyor. Haberde, kadınlara biçilen toplumsal rollerin afet dönemlerinde nasıl da arttığı gözler önüne seriliyor. -4 derecede ayaklarında terlik, üstlerinde ince bir hırkayla bir düzen kurmaya çalışan kadınlar, yapılan yardımlara ulaşmakta güçlük çektiklerini, bedava yemek çadırlarına ise kocaları tarafından göndermedikleri için çoğunlukla bisküvi gibi gıdalarla günü anlatmaya çalıştıkları anlatıyorlar. Erkekler tuvalet ihtiyaçlarını  kahve ve ibadet yerlerinde karşılarken, kadınlar her seferinde ücret ödeyerek bir garajın tuvaletini kullanıyorlar. Ayrıca kadınların günün çoğunda dondurucu soğukta dışarıda yemek yaptıkları ve bulaşık yıkadıkları görülüyor.

 

Bu örnekte de görüleceği üzere, kadının görünmez emeği dediğimiz, yaşamın yeniden üretilmesi için gereken çocuk ve yaşlı bakımı, ev temizliği, yemek, çocukların ödevi, sosyal günleri organize etmek ve hane halkının her günkü bakımı, en çok kadınların üzerinde ve bu işlerin süresi de yok. Kadınlar her gün bunu yapmak zorundalar. İçinde bulunduğumuz pandemi döneminde yapılan  raporlarda, kadına yönelik ev içi şiddet oranlarının  arttığı ve kadının ev içi emeğinin arttığı görülüyor. Özellikle düşük gelirli hanelerde kadınların sorumluluğu artıyor ve kadınlardan beklenen, her ekonomik krizde olduğu gibi artan iş yükünü omuzlamaları...

 

Kadınlar toplumsal cinsiyet temelli iş tanımı içinde her zaman sağlık, gıda ve hizmet sektörlerinde yoğunlaştıkları ndan, bu dönem de en çok süper market görevlisi ve sağlık görevlisi kadınlardan fedakârlık bekleniyor. Bu dönem ekstra bir hijyen sağlanması gerektiğinden ve bağışıklığın geliştirilmesi açısından da kadınlar her zamankinden daha fazla ev içi emek üretmek zorunda. Eğer işini evden sürdürüyorsa, hem işini yapmak hem de aile fertlerinin üç öğün yemeğini hazırlamak durumunda kalan kadınlar, ev işi ya da yemek gibi konular nedeniyle de eşleri tarafından psikolojik ya da ekonomik şiddete maruz kalabiliyor. Raporlar bize bunları söylüyor.

Sorunun ikinci kısmına gelirsek, işin kökeni toplumsal cinsiyete dayanıyor dediğimizde de, kadının kamusal alandaki görünürlüğü, elbette ülkeden ülkeye, ekonomik, sosyal ve kültürel kodlara göre değişen oranlara sahip. Elbette İsveç ile Türkiye ya da Türkiye ile Suudi Arabistandaki görünürlük aynı olmayacaktır. Biz ülke olarak çok iyi bir durumda değiliz ama gelişmiş ülkelerin de bu işi yüzde yüz çözdüğünü, ortalığın güllük gülistanlık olduğunu söyleyemeyiz. Üç aşağı beş yukarı bu yapısal sorunlar tüm dünyayı ilgilendiriyor. Bunun bir sistem sorunu olduğunu kabul ettiğimizde ve bu sisteme kapitalist ataerkil düzen dediğimizde, tek bir yerde kurtuluşun olmadığını da, kadın erkek hepimizin mücadele etmesi gerektiğini de söyleyebiliriz.


 

Ötekilerin Gündemi: Siyasette, kültürde, sanatta ve bilimde kadınların ayak sesleri geç duyuldu  neden? Dünyada ve Türkiye’de bunu nasıl örneklendirebilirsiniz?

Gazeteci-Yazar Sultan Yavuz

Sultan Yavuz : Kadınların bu alanda erkeklere nazaran başarısız olduğu kanısı da yaygın. Kadınların  hak mücadelesinde de aslında bu alanlarda neden “kadının adı yok” sorusu da önem taşıyor. Biz  özgürlüğün olmadığı bir alanda bilimin de sanatında gelişmesinin çok zor olduğunu biliyoruz,  kadınlara biçilen toplumsal cinsiyet temelli iş bölümü ve ayrımcılık da, yüzyıllardır baskı altında tutulan kadınlar için sorunun yanıtını taşıyor. Düşünsenize, “Kadının ruhu var mı, yok mu? Kadın eğitilebilir mi? Kadınların düşünme yetisi erkeklerden daha az” gibi pek çok ön yargı ve ayrımcılıkla  damgalanıyorsunuz. Kaldı ki bu yaygın kanının bugün bile pek çok yönden kırılmadığı, toplumsal pratiklerle yeniden üretildiği çok açık. Üstelik bu yeniden inşa sürecinde dilin işlevini düşününce, kadına ilişkin atasözlerini, deyimleri, şarkıları, filmlerde, dizilerde ve haberlerde ele alınış şekilleri önem kazanıyor. Kadının nasıl temsil edildiği hep bir tartışma konusu. Bunu elbette LGBTİ’ler, mülteciler, engelliler gibi gruplar takip ediyor. Yani eril güç altında varoluş mücadelesi veren herkes…

Bundan 2000 yıl önce yaşamış matematikçi, filozof ve astronom Hypatia’nın etlerini kemiklerinden istiridye kabuklarıyla sıyırarak öldüren güç, tarih boyunca “haddini aşan” her kadın için bir simge niteliğinde aslında. Kadınların çok uzun yüzyıllar bilimsel ve akademik yaşamda yer alamama sebebi, şüphesiz kadınların soyut düşünce kapasitelerinin erkeklerden düşük olduğu önyargısıydı. Fakat buna rağmen bilim ve sanatta başarı sağlayan kadınlar, siyasi, toplumsal ve eğitim mücadelelerini güçlendirmekle kalmadı, kadını ikinci cins gören algıyı önemli ölçüde zayıflattı. Marie Curie ve Lise Meitner gibi kadınlar, entelektüel başarılarını bir leke çıkarıcının gücü gibi, bu kirli algıya püskürttü.

Öte yandan kadınların günümüzün görece iyi konumlarına gelmeden önce, Avrupa’daki, Amerika’daki ya da Osmanlıdaki durumuna bakarsak, genelde bilim yada sanatla uğraşabilir ayrıcalığının üst sınıf kadınlara özgü olduğunu ve onları himaye edip destekleyen bir baba, koca ya da erkek kardeşe sahip olduklarını görüyoruz. Bunun yanı sıra, kadın bilim insanı ve sanatçıların isimlerinin çok fazla bilinmemesi de yine cinsiyetçi ayrımların ve politikaların suçu. Mesela söz konusu kadınlar içindeki ressamlara baktığımızda, yaşadıkları dönemde ne özel koleksiyonlara ne de devlet koleksiyonlarına eserleri girmemiş ve dolayısıyla kayıt altına alınmadığı için, o eserler günümüze kalmamış.

Son yıllarda popüler bir ikon hâline gelen Frida Kahlo, resimlerinden ziyade onu mutsuzlukla ödüllendiren kocası ressam Diego Rivera ile birlikte anılıyor ya da heykeltraş Camille Claudel adını çok kişi bilmezken, bir akıl hastanesinde yaşamı sonlanan Claudel’in eserlerini çaldığı iddiasına sahip heykeltraş Rodin’in adı “büyük heykeltraş” olarak daha fazla biliniyor. Kadınlar şayet bilim ve sanatla uğraşacaklarsa ya annelik ya da bu meslekler arasında seçim yapacaklardı. Zaten hemen hepsine bedel ödetildi.

İtalyan Rönesansı denildiğinde Lavinia Fontana ve Artemisia Gentileschi de anılmaz mesela. Artemisia aynı zamanda akademiye kabul edilen ilk kadın üye ve ilk feminist ressam olarak tanınıyor. Oysa son zamanlara kadar çoğu resmi, ünlü ressam babası Orazio Gentileschi’nin zannedilmiş. Sanatçı olmak için evliliği reddeden ve toplumdan dışlanmış bir yaşantı süren Rosa Bonheur ise dönemin en ünlü hayvan ressamı sayılıyor ve 19. yüzyılın en başarılı kadın sanatçıları arasında yer alıyor. Türkiye’den ise Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım, nü kadın temasına yoğunlaşan ilk kadın ressam olarak kabul ediliyor. Mihri Müşfik ise Türkiye’de çağdaş resmi başlatan ilk kadın ressam olarak anılıyor.

Hayata 1-0 geriden başlayan kadınlardan uzun yıllar boyunca tek beklenen çocuk doğurmak, ev işi yapmak olmuş. Günümüzde de aslında bunlara ek olarak kariyer de bekleniyor. Ama kariyer beklentisi de, bu sayede “daha iyi eş ve anne” olması üzerine temellenir. Fakat 1900’lü yıllarda seçme hakkı kazanan kadınların bu kadar kısa sürede bile ne kadar yol aldıklarını görebiliyoruz.

Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda” kitabında kadınların yazarlığı üzerinden bir sorgulamaya girişiyor ama bu alan genişletilmeye müsait. Woolf, kadınların üretici olabilmeleri için ekonomik özgürlüklerini kazanmalarının ve kendilerine ait bir odaya sahip olabilmelerinin önemine işaret ediyor. Shakespeare’in, onunla aynı yetenekte bir kız kardeşi olsaydı, sonunda nasıl bir trajediyle karşılaşacağını çarpıcı bir şekilde betimleyen Woolf’a karşılık, Ursula Le Guin ise yazmak içi odaya değil, kâğıt ve kaleme ihtiyaç duyulduğunu, kadınların ille de annelik ve sanat arasında seçime zorlanması gerekmediğini, kendisinin üç çocuk doğurup 20 kitap yazabildiğini belirtiyor. Ben Le Guin’e o kadar katılmıyorum, çünkü haklı bir tarafı olsa da, bu çok ciddi bir eforu ve yıpranmayı  beraberinde getirebilir. Her kadın o kadar güçlü olamayabilir ve belki de şanslı? Yani bir yandan çorba karıştırırken bir yandan da kitap okuyabilirsin ama bu imkansız değilse de zorlayıcıdır. Yazar bir baba ya da bilim adamı ile yazar bir anne ya da bilim kadını aynı lükse sahip değildir bence.

Kadınların anneliğinin her şeyin üstünde olduğunu, toplumsal cinsiyet rollerinin bir kısmından rahatsızlık duymadıklarını ifade edecek kadınlar da vardır muhakkak. Ben feminizm anlayışlarının da değişken ve kişiye özel olabileceğini düşünüyorum. Mutlaka bu söylediğim doğru olan demiyorum ama benim anlayışım içinde varlık sürdüren düşünceler bunlar…

Dolayısıyla en verimli olabilecekleri çağda evde çocuk bakarak, ev işi yaparak ve belki de tüm gününü yazar ya da bilim insanı kocasına hizmet ederek geçiren bir kadın hangi arada üretebilir ki? Ya da dantel işlemek, kek yapmak neden üretimden sayılmıyor? Ya da Karl Marks’ın eşinin Marks’a katkısı neydi? Picasso’nun ard arda resim yapabilmesi için kaç kadının emeği gerekti? Üstelik kadınların iktisada dâhil edilmeyen görünmez emekleri, aynı şekilde “çalışmadıkları” ve “eve katkı sağladıkları” gerekçesiyle evin erkeği tarafından aşağılanabiliyor. Oysa yaşamın yeniden üreticisi kadınlar olmasa, çark duracak haberleri yok. Dışarıdan ücretli yemek, temizlik, ütü, çocuk bakımı gibi hizmetleri olabiliyorlarken, kadınların ömürleri boyunca ücretsiz bir biçimde bu işleri üstlenmeleri o kadar doğal ve değersiz ki… Hem eve kapatacaksın, hem sesi çıkmasın diye kafasını ezeceksin hem de yarattığın bu sonuç için kadını suçlayacaksın. Eril bakış hep çarpık.

Kadınları çok da hayrete düşürmeyecek bir yazı vardı. “5Harfliler” sitesinde yayınlanan bu yazıda, Nobel ödüllü bazı erkek bilim insanlarının kadınlar hakkındaki görüşleri yer alıyor. Buna göre, “2005 yılında Nobel fizik ödülü alan Roy Glauber, karısının kendisini boşamasının nedeni olarak militan feminist düşünceyi ve karısına bu hakkı veren kanunları suçluyordu. 2001’de ödül alan Tim Hunt, laboratuvarlarda kadınların bulunmasının duygusal sorunlara yol açtığını söylüyor ve 1965’de ödül alan Richard Feynman  “Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman”  adlı kitabında üniversitedeki kız öğrencilerine profesör olduğunu gizleyerek nasıl kur yaptığından, bardan nasıl kız kaldırılacağına kadar bir çok konuya değiniyordu...”

Dünyada ve Türkiye’de iz bırakmış, pek çok alanda özgünlüğünü ve zekâsını ortaya koymuş çok sayıda kadın var. Simone de Beauvoir, Rosa Luxemburg, Indra Gandhi, Rahibe Terasa ilk aklıma gelenler. Ama yazar ve siyasetçi Maya Angelou ile 2007 yılında öldürülen ilk Müslüman kadın devlet başkanı Benazir Butto, İranlı şair Furuğ Ferruhzad benim için önemli kadınları temsil ediyorlar.

Türkiye’de ise ilk aklıma gelenler, ilk Müslüman kadın tiyatrocu olarak anılan Afife Jale, şarkılarıyla mest eden Deniz Kızı Eftelya, Bahriye Üçok, Behice Boran, Sevgi Soysal ve gazeteci, kadın hakları savunucusu Nezihe Muhiddin ile ilk kadın yazarlardan Fatma Aliye Hanım. Bir de Semiha Es… Kore’de üç yıl boyunca savaş koşullarında bir yandan cepheden hastaneye yaralı askerleri taşırken bir yandan da gördüğü her şeyi fotoğraflayıp kayıt altına alınması ve bunu Hürriyet gazetesinde yayınlatabilmiş olması beni çok etkiliyor. Sanırım Vietnam ve Ruanda’da da savaşın içinden bildiren isim olmuş.

Ötekilerin Gündemi: Son yıllarda, Türkiye’nin toplumsal yapısında kadınlar nereye doğru gidiyor? Şiddetin ve tacizlerin bu denli artması ürkütücü! 1968, 78 ve 80 kuşağına bakıp bugünü nasıl değerlendirirsiniz?

Gazeteci-Yazar Sultan Yavuz

Sultan Yavuz: Her Gün gördüğümüz, duyduğumuz şiddet haberleri ve nefret cinayetlerine, korona günlerinde yapılan ev içi şiddet araştırmaları da girdiğinde korkunç bir tabloyla karşı karşıyayız. Hem Türkiye’nin yönetim anlayışı ve bu minvaldeki muhafazakârlık ile kadın düşmanı politikalar hem de bu anlayışla paralel ilerleyen toplumsal muhafazakârlık ile eril düşünce tarzına dizilen methiyeler bu gidişatı pekiştiriyor. Bu kafa yapısını televizyonda yer alan dizilerde, haberlerde ve programlarda da görüyoruz. Toplumun büyük kısmının hâlâ ana akım medyadan haber aldığını ve medyanın kanaat oluşturma ya da pekiştirmedeki rolünü de düşündüğümüzde, kadınlar bir çemberin içinde sıkıştırıldıklarını düşünüyorum. 

Fakat burada şiddetten bahsederken, sadece kadın ya da LGBTİ cinayetlerinden değil, sözlü, ekonomik, psikolojik şiddet gibi şiddetin çok boyutluluğunu da atlamamalıyız. Aslında düşünülenin aksine sosyo ekonomik düzeyi iyi olan ya da yüksek öğrenim gören kadınların da aileden olmasa bile işyerinden, özel ilişkilerinden ya da dışarıdan gelen şiddete maruz kaldığını ve bunun tüm dünyada yaşandığını söyleyebiliriz. Hatta bazen kadınlar bile toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı ya da fikirleri o kadar içselleştirebiliyor ki, maruz kaldıkları şiddet biçimlerini ayırt edemeyebilir ya da çok sonraları farkına varıyorlar.

Şiddeti sadece fiziksel bir olaydan ibaret görünce, farklı şiddet biçimlerini gösterenler de ne yaptıklarının farkında olamıyor ve bu şiddet biçimleri bence sinsice yapıldığı için şiddet gören belki ömrü boyunca etkileyecek neden ve sonuçlara kapı aralıyor. Düşünsenize, kadınlara uygulanan fiziksel şiddette bile ağır yaptırımı olmayan bir hukuk sistemi içinde, örneğin iş yerinde uğradığınız mobbing ancak çok meşakkatli yasal süreç ve ispatlama çabalarından sonra o da belki karşılık bulabiliyor. Sadece erkeklerin kadınlara gösterdiği şiddet biçimleri değil, kadınların kadınlara ve yetişkinlerin çocuk ve yaşlılara gösterdiği şiddet de bunun içinde.

1968, 78 kuşağı çok konuşulur, hatta özellikle sol içinde bu kuşağa güzelleme yapılır. Kendi adıma saygı duyduğum, her düşüncesiyle uyuşmasam da samimiyetlerine ve gönülden mücadelelerine hayran olduğum bir kuşak ama gerek Türkiye gerekse dünya sol hareketi içinde yer alan pek çok kadının eleştirisi de bundan muaf tutulamaz. Erkek “yoldaşların” ve parti programlarının cinsiyet körü olmaları, eril iktidar ilişkilerinin bu yapılarda da sürdürülüyor olmaları, kadınları bulundukları noktayı sorgulamaya itti ve belki feminizme en fazla omuz verenler bu solcu kadınların arasından çıktı. Şimdi aklıma geldi, örneğin Türkiye solu içinden gelen Oya Baydar ve Melek Ulagay’ın söyleşilerinin yer aldığı “Bir Dönem İki Kadın” bu açıdan da önemli bir kaynak. Sol yapıların o zamanki durumunu gözler önüne seriyor. Geçmişe oranla, günümüzde daha eşitlikçi anlayışta olsalar da, sırf solcu oldukları için bir grubun cinsiyet eşitlikçisi olduğunu söylemek doğru değil bence. 

1980’li yıllara kadar sol siyaset içinde politika üreten kadınların, 1980 darbesinden sonraki “apolitikleşme” diye anılan dönemde, aslında siyaset kurucuları olduğunu söyleyebiliriz. Sınıfsal mücadeleden ziyade kimlik bazlı, ekoloji temelli, ayrışmış ve farklı dertleri sorunsallaştırmış grupların içinde Türkiye’deki feminist hareketin de öne çıktığını ve adını daha çok durduğunu görüyoruz. Elbette Türkiye’de feminizm Osmanlı döneminde yeşerdi, kadın hakları ya da kadın özgürlüğü mücadelesinin tarihi yeni değil. Ancak bugün “öcü” olarak fişlenen feministlere verilen referansların tarihi daha çok 1980’den sonrasına veriliyor. Elbette örgütlü mücadelenin önemi âşikâr ve 1980 önceki hareketlilikle bugünün aynı olmadığı da… Diğer sorular gibi bu sorunun yanıtı da çok kapsamlı ama ben biraz da içinde bulunduğumuz internet çağından ve yeni kuşaktan bahsetmek istiyorum.

Bugün örgütlü mücadele konusunda bir takım sorunlar olabilir ancak internet dediğimiz nimet, çok farklı karşılaşmalara, düşüncelere ve imkânlara olanak sağlıyor. Ben bugün Amerika’da yayınlanmış bir akademik çalışmayı ya da kadın eylemini takip edebilirim, dünyanın herhangi bir yerinden –gerekli imkânlar varsa- bir hak savunucuyla iletişime geçebilirim. Merak ettiğim ama kendime uzak bulduğum bir düşüncenin peşine düşebilirim. Sosyal medya sayesinde kendimi ifade edebilir, kendime yakın bulduklarımla bir araya gelebilirim. Evet, bir yandan toplumsal kutuplaşmadan bahsediliyor ama bir yandanda günlük hayatta belki asla bir araya gelemeyeceğin insanlarla karşılaşmış oluyor ve tahammülü öğreniyorsunuz.

Bunun en belirgin örneklerini, yüksek lisans bitirme projem olan “Kadınların Çoğul Dindarlığı” isimli çalışmamı yaparken gördüm. Ortak kimlikleri müslüman olan kadınlar, internet sayesinde yaşadıkları deneyimleri aktarırlardı ve aslında ben de örneğin Facebook sayesinde “ilginç” kişilerle karşılaştım ve kimliklerin artık daha melez olduklarını, insanları etiketlemenin doğru olmadığını gördüm. Bu sayede başörtülü bir kadının LGBTİ eylemlerine gittiğini ya da feminist gece yürüyüşüne katıldığını gördüm. Bunu tuhaf karşıladığım için değil ama günümüzde bazı aktivist başörtülü kadınların tek derdinin başörtüsü olmadığını belirtmek için örnek veriyorum. Bir yandan okuma oranı artmış, toplumun farklı kesimleriyle karşılaşmış gençlerin sosyal medyaya yansıması, bir yandan da sosyal medyanın görece özgürlüğünün bu özellikleri pekiştirmesi gibi görüyorum.

Ben yeni kuşağın, benim de içinde yer aldığım eski kuşağa göre empati yeteneği daha güçlü, daha az önyargılı ve tahammüle daha açık olduklarını düşünüyor ve katı, kapalı örgütlenme modelleri yerine kendilerini ifade edebildikleri, bireyselliklerini de koruyabildikleri daha yatay ve özgürlükçü yapıları tercih ettiklerini ya da örgütsüz olmayı sorun etmediklerini düşünüyorum. Şöyle diyeyim, benim üniversite yıllarımda bir sol yapının içinde eşcinsel ya da başörtülü olmak, istisna ya da ilginç görürken, şimdi bu durumun değiştiğini görebiliyorum ya da örgütlü arkadaşlara “örgütsüzüm” derken sanki olmamamız gereken bir durumu anlatmaya çalışıyor, mahcup oluyorduk. “Örgütlü mücadeleye inanıyorum ama” diye başlayan cümlemiz ağzımızın içine tıkılıyordu. Artık kimse örgütlülük eşittir daha yüksek bilinç, daha iyi insan olmak vs. diye düşünmüyor. Dahası umarım örgütsüz olanlara hâlâ “apolitik” denilmiyordur. Eskiden politikanın yaşamın her ânında olduğunu, pek çok farklı şekilde yapılabileceğini ya da insanın böyle bir zorunluluğu da olmadığını anlatmak deveye hendek atlamak demekti.

Ben olumsuzluklara rağmen umutsuz değilim ve gençlerin ezberden gelmeyişlerini, tüm iktidar biçimlerini sorgulamalarını, özgün olmalarını ve kafalarında belki benim düşündüğümden çok farklı bir dünyayı arzulamalarını yadırgamıyorum. Belki örgütlenme yapıları değişiyor, belki dünyadaki önceliklerimiz, bulunduğumuz zeminler değişiyor. Bence eskiyi düşünüp hayıflanmak yerini bugünü düşünerek politika yapmak ve söz konusu değişimlerin bir parçası olmak en iyi yol olabilir.

 

Ötekilerin Gündemi: Kadınlar dünyayı yönetseydi nasıl bir dünya olurdu?

Gazeteci-Yazar Sultan Yavuz

 

Sultan Yavuz: Bence bu o kadınların kim olduğuna göre değişir. Condoleezza Rice gibi savaş yanlısı kadınlar mı, Tansu Çiller gibi kadınlar mı? Hafize Ana gibiler mi, Agatha Christie gibiler mi? Yoksa  Rahibe Terasalar mı? Mesele biyolojik kadınlık ya da erkeklik değil. Daha önce belirttiğim gibi, kadınlar doğuştan, fıtratları gereği iyi, savaş karşıtı, eşitlikçi ya da adil; erkekler ise savaş yanlısı, ayrımcı ya da kötü değiller. Bunların tümü yaşadığımız toplumsal sistemin içinde şekilleniyor. Elbette bunu söylerken de bana göre kadınların doğuştan sahip olabildikleri “kadınsal” diye isimlendirilen bazı içgüdülerini, empati yeteneği ya da iyileştirici güçlerini görmezden gelmiyorum. Ama Condoleezza Rice gibi bir kadın yerine Gandhi gibi bir erkeğin dünyayı yönetmesini tercih ederim. Cinsiyetten bağımsız olarak dünyayı daha adaletli, daha eşitlikçi, savaşsız ve çevreci olarak yönetecek olanlar kadın ya da erkek diye değil de, hak temelli düşünceyi benimsemiş, ayrımcılık karşıtı insanlarsa dünya da elbette daha yaşanılası olur. Fakat yöneticilik, belirleyicilik ve söz üretme konusunda etkili olsa da, asıl mesele onları seçecek “yönetilenlerde” bitiyor.

Feminizmi, kadınları ve erkekleri ilgilendiren toplumsal bir anlayış olarak düşündüğümüzde, bize tüm bu kapıların anahtarını açarak, sorgulamayı ve buradan hareketle dönüştürmeyi, değiştirmeyi sunan bir yol haritası olur. Bence hak ve eşitlikten bahseden her fikir, feminizmle beraber düşünmedikçe eksik kalır. Dünyayı kadınlar yönetseydi ne olurdu bilmiyorum ama özellikle Bell Hooks gibi feministlerin yazılarını okuyan ve içselleştirenlerin sayısı dünyanın yüzde 60’ine tekabül etseydi, eminim muazzam bir değişimi o zaman görürdük. 


 

Editör: Haber Merkezi