HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli Özgürlükçü Demokrasi Gazetesinden Reyhan Hacıoğlu ve Ferhat Çelik konuştu: Bugün tekçilik, faşizmin kurumsallaşması dediğimiz meselede aslında en önemli beslenme kaynağını savaş siyasetinden alıyor. Tüm bunlara karşı bizim bir tezimiz var; barış mücadelesi. Savaş siyasetini ortadan kaldıracak bir barış mücadelesi. Ortak vatanda bir demokratik Cumhuriyet inşa edebiliriz, tezimiz var. Radikal demokrasi tezimiz var ve bütün bu tezlerin referansıdır Sayın Öcalan

HDP’nin yeni seçilen Eşbaşkanı Sezai Temelli gazetemize, biz dizi konuda değerlendirmelerde bulundu. HDP’nin önümüzdeki dönem eylem programı ve stratejik hedefleri konusunda net mesajlar veren Temellli, gündemdeki siyasi gelişmeleri ve partisinin bunlar karşısındaki tutumunu da bizimle paylaştı. HDP’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı “görkemli Kongresi”ne yönelik de değerlendirmelerde bulunan Temelli’nin mesajı da şu: “Demokratik yaşama kavuşana kadar kesintisiz bir mücadele dönemi başlamıştır. Buradaki kararlılığımızı çok net bir şekilde ortaya koyduk. Buna mecburuz. Bizim başka seçeneğimiz yok. Bu geçtiğimiz 2 yıl bize bunu gösterdi. Bundan başka bir seçeneğimiz söz konusu değil. O yüzden kesintisiz mücadeleye, demokrasi mücadelesine, barıştan, çözümden yana mücadeleye devam edeceğiz. Şimdi yeni bir çözüm döneminin aslında o çözümün dinamiklerini açığa çıkartacak bir dönemin özelliği yaşanıyor.”

İşte o söyleşi:

Zorlu bir süreçte eş başkan seçildiniz. OHAL, KHK’ler, Kürtlere dönük savaş politikaları, HDP’ye yönelik saldırılar ve tabi Efrîn savaşı. Ne dersiniz?
Uzun süren bir mücadelenin devamlılığı esas. Mücadele sürüyor. Demokrasi, barış mücadelesi sürüyor. Bu HDP ile başlamadı. HDP’den önce de başlayan bir mücadele. HDP’de devam ediyor. İçinde bulunduğumuz koşullar bizim bu kongrede eş genel başkan seçilmemizi gerekli kıldı. Buna bağlı olarak da bu dönem bu sorumluluğu biz üstlenmiş olduk. Ve bütün arkadaşlarımızla beraber bu mücadeleyi aldığımız yerden çok daha ileriye taşımak konusunda kararlıyız. Kongre bize çok büyük bir güç ve moral verdi. Daha kalabalıklaştığımızı gösterdi. Bütün bu baskıya, saldırıya, faşizmin kurumsallaşması sürecinde HDP’ye, Kürt halkına, emekçilere yönelik tüm saldırılara rağmen kongre itirazını yükseltti. Asla bu mücadeleden vazgeçilmeyeceğini gösterdi. Umut ve kararlılıkla bir fotoğraf ortaya koydu. Biz de bu sorumluluk ve oradan aldığımız moralle mücadelemizi daha ileriye taşıyacağız.

‘Barış ve demokrasi gelene kadar…’

Bizden önce başkanlığa gelen arkadaşlarımızın içinde bulunduğu dönemlerde zor dönemlerdi. Bu mücadelenin her dönemi zorlu geçti. Dolayısıyla biz daha zor bir dönemdeyiz diyemiyorum. Benden önceki arkadaşlarım da daha önceki arkadaşlarım da hepsi zorlu dönemlerde bu görevi üstlendi. Hepsi de onurlu bir şekilde layıkıyla yerine getirdi. Ve şimdi yolumuza hep birlikte devam ediyoruz. Ülkeye bizim arzuladığımız demokrasi, bizim hayalini kurduğumuz barış gelene kadar bu zorlu dönem hep devam edecektir. Bu zorluklardan yakınmıyoruz, biz de zor insanlar olarak aslında bu zorluğu aşabilecek gücümüzü gösteriyoruz. O yüzden de kongre sloganımız “Güçlüyüz”. Evet, gerçekten de güçlüyüz.

‘Kongre, faşizme karşı omuz omuza sesini büyüttü’

Kongre konuşmalarınız, HDP’nin dimdik ayakta olduğu, mücadele, müzakere ve çözüm içerikliydi. Bu anlamda kongrenin mesajı ne oldu, ya da diğer kongrelerden ayıran özelliği neydi?
Kongrenin mesajı çok netti, basitti ve hepimizin bildiği bir şeydi; Faşizme karşı omuz omuza. Bu aslında bir yanıyla HDP idi. Ama bir yanıyla HDP’nin de ötesindeydi. HDP kendisi ile beraber, kendisinin gücünü, dimdik ayakta durmasını sağlayan halkı ile beraber, örgütleri ile beraber ama bundan öteye bu mücadelede yer alabilecek herkesi de dâhil eden bir yerden faşizme karşı omuz omuza sesini yükseltti. Bu bu dönemim siyasi okumasının ötesinde 50 yıllık mücadelenin, 40 yıllık birikimin gelmiş olduğu noktayı gösteriyor. 68’den 2018’e 50 yıllık bir dönem ve sonrasında gelen Türkiye’de sol devrimci 40 yıllık birikiminde. Hep bu slogan, hepimizi ortaklaştıran bir slogandı. Faşizme karşı mücadele eden tüm kesimler bu sloganda ortaklaşır ve haykırırdı. Biz de HDP kongresinde hep birlikte, bu slogan etrafında haykırışımızı ortaya koymak istedik. Esas gücümüz de budur, tabanımızdır, emekçilerdir, halklarımızdır. Onlar bu sese, bu mücadeleye katıldığı sürece bu güçle baş edecek hiçbir iktidar, hiçbir zorba yoktur. Dolayısıyla şimdi bu zorbalığı yıkmak için, faşizmi yıkmak için yeni bir mücadele safhasına geçiyoruz ve kongrede tam da bu ortaklaşmaya bir çağrı yaptık.

‘Bizim tezlerimizin referans kaynağı Öcalan’

Kongrede güçlü bir Öcalan vurgusu vardı. Öcalan’ın HDP için ön açıcılığı ve önerileri bütün konuşmalara yansıdı. Öcalan ve HDP ne dersiniz?
HDK’ye giden süreç baktığınızda arkasında yaşanmışlıklar, ülkede bir savaş var. Ve bu savaş bir Kürt sorunu üzerinden yürütülüyor. Aslında bir savaş siyasetini var ediyorlar. Ve bu siyasetin geçerliliğini korumak için Kürt sorununu bir düşmanlaştırma politikasına çeviriyorlar. İktidar kendisini nasıl var ediyor, iktidar bloğu nasıl çatlamadan bir arada duruyor veya statükosunu sürdürüyor gibi meseleye baktığınızda bunun karşısında bir Kürt sorunu varlığını görüyorsunuz. Yani Kürt sorunu sanki Kürtlerin varlığı ile özdeşleştiren, Kürtlerin haklı taleplerini ülke için bir sorunmuş gibi gösteren bir meseleye indirgiyor ve bir savaş siyasetinin meşrutiyetini sağlıyor. Bugün tekçilik, faşizmin kurumsallaşması dediğimiz meselede aslında en önemli beslenme kaynağını bu savaş siyasetinden alıyor. Tüm bunlara karşı bizim bir tezimiz var; barış mücadelesi. Savaş siyasetini ortadan kaldıracak bir barış mücadelesi. Ortak vatanda bir demokratik Cumhuriyet inşa edebiliriz tezimiz var. Radikal demokrasi tezimiz var ve bütün bu tezlerin referansıdır Sayın Öcalan. Dolayısıyla bu anlamıyla önemlidir. Yani Türkiye’nin içinde bulunduğu açmaza bir çözüm öneriyor.

‘Kongre’deki Öcalan coşkusu tezlerinin sahiplenilmesinden’

2013-2015 arasındaki fotoğraf bize çok şey öğretiyor. Bu fotoğrafa karşı Suruç’tan başlayan bugün ki karanlık tabloyu gördüğünüzde aslında her şey çok sarih bir biçimde ortaya çıkıyor. Benim vurgum da budur. Biz hangi tezlerin peşinden gideceğiz. Çözümün, barışın, bu ülkede, ortak vatanda, demokratik bir Cumhuriyette, eşit yurttaşlar olarak, tüm halkların eşit haklara sahip olduğu bir düzen içerisinde mi yaşayacağız yoksa iktidarın bize dayattığı savaş siyaseti altında giderek her şeyimizi yitirdiğimiz, yoksullaşan, evlatlarımızı kaybeden bir savaş ikliminde yaşayama devam mı edeceğiz. Bu yüzden kongrede Sayın Öcalan’ın isminin geçtiği her noktada coşkunun büyümesinin sebebi aslında bu tezlere sahip olunduğunu gösteriyor bize.

‘Savaş siyasetinin alternatifi Öcalan, tecrit bundan’

Bu kapsamda Sayın Öcalan üzerinde ciddi bir tecrit var. Fikirlerinin halka ulaşmasından neden bu kadar korkuyorlar? Neden kimse ile görüştürülmüyor?
Bu iktidar kurgusu, bu savaş siyaseti, halkları birbirine düşmanlaştırmaya, halklar arasında nefret söylemini yükseltmeye, insanlar arasında öyle ön yargı duvarları kurmuşlar ki, insanlar birbirine bakarken artık kimlikleri ile bakıyorlar, insanlar birbirlerine bakarken inançları ne onu sorarak bakıyorlar, yani aslında insanca yaşam, yeni yaşam dediğimiz mesele de, haklarının peşinde mücadele etmek yerine, ortak çözümleri bulmak yerine hep birbirleri ile olan karşıtlıklar, gerilimler üzerinden bakıyorlar. Bunun sebebi iktidardır. İktidarın yüz yıldan fazla olan bakiyesidir. Bugün AKP iktidarı, Erdoğan rejimi bunu fazlası ile kullanmakta, insanları çok acımasız bir şekilde birbirine düşman kılmaktadır. Bunu ne çatlatabilir, bu kurguyu ne bozabilir diye batığımızda buna karşı başka bir karşı tez koymalısınız, başka bir hegemonyanın adresini göstermelisiniz. Tecrit aslında bu karşı tezlere, hegemonyaya bir tecrit söz konusu. Bugün ki iktidar bloğunun hegemonyasına karşı hegemonyayı üretecek yere uygulanıyor. Tecrit o yüzden çözümsüzlüğü yaratmış oluyor.

‘Bugünün koşullarında yeni bir çözüm süreci başlatılabilir’

Başbakan şimdi söylüyor; “Ne çözümü kardeşim” bu aslında onun en büyük kaygısını gösteriyor. Çünkü biz her zaman çözümden yana olduk. Barıştan yana olduk ve bunu da nasıl olacağını 2013 ve 2015 arasında Türkiye’ye gösterdik. Müzakere süreci bunu gösterdi. Bugün artık yeni dinamikleri oluşmuştur, aynı şey tekrar edilemez bunun farkındayız. Bugünün koşullarında, yeni dinamikleri ile yeni bir çözüm süreci başlatılabilir. Biz bunun için de mücadele etmeye hazırız. Ama ne zaman bunu birileri dile getirse iktidar cephesinden hemen bir öfke, bir kaygı, bir panik haliyle; “Ne çözümü, çözüm mözüm yok” diyor. Tıpkı Dolmabahçe Mutabakatından sonra masanın devrilmesi gibi. Tıpkı 5 Nisan’dan bugüne tecrittin uygulanması gibi. Eğer tecrit kalkarsa kendi iktidarlarını ya da kendi hesaplarını bozacak sesi Türkiye halkları duyacak. Bu kaygıdır işte tecriti bu kadara acımasız hale getiren. Aslında şunu da söyleyebiliriz bu tecrit artık bütün yaşamı tecritleştiriyor.

‘Basın emekçisinin yerini şirket çalışanları aldı’

Medyanın HDP’ye karşı bir görmezden gelme hali var. Efrîn için de savaş kışkırtıcısı bir tutum söz konusu. Medyanın size karşı tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir tarafı ile ahlaki bir sorun. Basın emekçileri, basında bu işi yapan arkadaşların en temel ahlaki kaygısı halkın haber alma özgürlüğü olmalıdır. Dolaysıyla bizden yana niye haber yapıyorlar demiyoruz. Halkın haber alma özgürlüğünü çeşitli çıkar hesapları ile engelliyorlar. Bu her şeyden önce ahlaki bir sorun. Diğer taraftan iktidarla olan organik bağlarından kaynaklı. Dolaysıyla artık bir basın emekçisi diye değil bir şirket çalışanına dönüşmüşlük hali var. Bu da ayrı bir ıstırabı yaratıyor. Oysa basın özgür olmadığı zaman halkın haber hakkının korunmadığı bir yerde demokrasiden bahsedilemiyor. Yani siz en mükemmel kuvvetler ayrılığını hayata geçirseniz, o ülkenin parlamentoları harika çalışsa, yürütmesi çok demokrat insanlardan oluşsa, yargısı da mükemmel bile olsa. Eğer basın özgür değilse o ülkede demokrasi yine de mümkün olamayacaktır. Bu kadar hassas bir şeydir basın özgürlüğü. Ama Türkiye’ye baktığımızda, basın alanın çok çok büyük bir kısmı, bırakın basın özgürlüğünde bahsetmeyi, basın emekçisi olma vasfını yitirmiş bir toplulukla hareket ediyor.

Savaş medyası ‘Özel Harp Dairesi elemanı gibi’

En basiti Efrîn savaşına bakın, havuz medyada sanki herkes Genelkurmay Harp Dairesi’nde çalışıyormuş gibi önlerine bir harita alıyorlar, ellerine bir çubuk alıyor ve şurayı bugün aldık, burayı bugün kaybettik. Vermiş oldukları görüntüler ÖSO görüntüleri bunu da içlerine sindiriyorlar. Ve kalkıp oradan bir propaganda merkezi gibi çalışıyorlar. Bu neye mal oluyor; bu hem halkın haber alma özgürlüğünü ortadan kaldırmakla kalmıyor, bir de halkı yanlış yönlendirmiş oluyor. Dolayısıyla mesela bu savaşın maliyetini kimse konuşmuyor. Bu savaşın aslında evlerimizin içine nasıl girdiğini, bizim soframızdan neyi çaldığını, geleceğimizle ilgili ne gibi kaygılar oluşturduğunu kimse konuşmuyor. Türkiye neden orada sorusunu kimse soramıyor. Sormaya kalkanlar ise yargılanıyor. Dünyanın neresinde görülmüştür barış talep ediyor diye insanların yargılandığı. Tam tersine savaş kışkırtıcıları yargılanır. Bugün bütün medya savaş kışkırtıcılığı yapıyor. Onun yerine barış talebini dile getiren bir sürü insan ya gözaltında ya tutuklu. Şimdi böyle bir şeyin en önemli müsebbiplerinden biri bahsettiğimiz basın. Bu kadar iştahla savaşı savunan ya da destekleyen bir medya dünyada olsa olsa nerede olmuştur diye tarihte dönüp baksalar İtalya’da çıkmış, Nazi Almanya’sında çıkmış, üzülerek söylüyorum Franco rejiminde çıkmış. Bunun içe sindirilmesi zaten en büyük sıkıntılarımızdan biri, bu bir yerde suça ortak olmaktır.

‘HDP’yi ‘dimdik ayakta’ tutan halktır’

Hemen her gün üyeleriniz gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Buna karşı HDP dimdik ayakta dediniz. HDP bu saldırılarla nasıl baş ediyor/ edecek?
HDP bu saldırılara karşı gücünü halktan alıyor. Herkesin hesabı aritmetiktir. İşte kaç oy aldım, oy oranım indi mi, arttı mı diye. Mesela bunun en sağlıklı ölçümü seçim sandıklarında alınan oyla mı yoksa örgütsel gücü ile mi. Biz bunu örgütsel gücümüzle ortaya koyuyoruz. Bütün bu meseleye dönüp, bakıp “Ya HDP nasıl hala bütün bunlara rağmen ayakta” diye şaşkınlık geçirenler aslında bu anlamı ile halkla, toplumla buluşamamanın eksikliğini ifade etmiş oluyorlar. Bizim evet bir sürü arkadaşımız gözaltında, bir sürü arkadaşımız tutuklu, birçok arkadaşımızı yitirdik bu süreçte. Bunlar büyük üzüntü kaynakları, bizim açımızdan önemli eksiklikler ama bizi umutlandıran da, dimdik ayakta tutan da şu hiçbir yer boş kalmadı. Hiçbir örgütümüz bir gün bile kapalı kalmadı. Hiçbir alandaki mücadelemiz sekteye uğramadı. Bunu ne sağladı; bunu kâğıt üzerinde sağlanmış örgütler yapamaz bunu halk sağladı. HDP ile bu yolculuğa çıkmış olan umudun yolcuları sağladı. Bu halklardır, kadınlardır, emekçilerdir, Türkiye’nin her yerinde demokrasi mücadelesi verenlerdir. Tabi sevdayı sağlayan da Kürt halkının kararlı mücadelesidir.

‘HDP bir kadın partisidir’

Çalışmamalarınızda kadınlar en önde. İktidarın kadını eve kapatan, her gün katleden, şiddeti meşrulaştıran politikalarına karşı HDP’de kadınlar en önde ve direniyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Faşizm erildir. Eğer buna karşı mücadele yapacaksanız bu ancak kadın mücadelesi ile olabilir. Bu eril zihniyeti yıkmak aslında faşizmi yıkmaktır. Ya da faşizmi yıkacaksanız eril zihniyeti yıkacaksınız. Bunlar birbirinden ayrışmaz. Türkiye’deki bu erkek egemen siyasete karşı en güçlü mücadeleyi HDP yapmıştır. HDP bir kadın partisidir. Ve uzun süredir de bu mücadelede en önde yürüyen kadın arkadaşlarımızdır. HDP yönelik saldırılara baktığımızda da en fazla saldırıya kadın arkadaşlarımızın maruz kaldığını görüyorsunuz. Çünkü topluma dönük baktığınızda kadınları sürekli sosyal yaşamdan dışlayan, ötekileştiren, aşağılayan, kadına yönelik şiddeti yükselten bir anlayışın olağanlaştığını görüyoruz. AKP döneminde bu çok daha belirgin hale geldi. Hatta bunu çok açık işsizliğin nedeni olarak kadını görüyorlar. Mevcut sosyal sorunlar bir yerde söz konusu olduğunda bunu kadının sosyal yaşamda olmasına bağlıyorlar. Bir sürü ortada meczup dolaşıyor. Kimisi kafasına bir sarık takıyor, kimisi bir cübbe giyiyor ama birçoğu meczup. Bunların alıp vermediği her şey kadınlarla ilgili. Bu kadar sakat bir anlayışın bu kadar uluorta dolaşmasına sağlayan da bizzat iktidarın zihniyetidir. Bugün neden konuşuyoruz diyoruz ki ortada bir tekçilik var, faşizm var. E işte bu yüzden var. Dolaysıyla yaşamı böyle eşitlikçi bir anlayışa yeniden ürettiğimizde zaten bu saldırıları da bertaraf edebilirsiniz. O yüzden HDP kadın partisidir, eşitlikçi bir yaşamı yeniden üretilmesine bu vazgeçilmez en önemli desturudur.

Kongrede kararlar alındı. Parti organları yeniden seçildi. HDP’nin bu dönem eylem programı ne? HDP yoluna nasıl devam edecek?
HDP olası bir erken seçime hazır durumda. Ama HDP’nin öncelikli tartışma gündemi seçim değildir. HDP’nin öncelikli tartışma gündemi seçim yapılabilecek bir siyasi iklimi var etmektir. Bugün ki koşullarda yapılacak seçimin sonuçlarından kimse mucize beklemesin. Çünkü referandumda gördük işin içinde hilesi, şiddeti, baskısı her şeyi ile seçim sonuçlarını etkileyebilecek bir OHAL koşulu bir faşist baskı var. Şimdi bu koşulları değiştirebilecek bir mücadeleye çağrı yapıyoruz. Dolayısıyla öncelik OHAL’in kaldırılması, demokratik bir iklimin yaratılarak seçimlere gidilmesi. Dolayısıyla arabanın arkasına atları bağlamıyoruz. Önce bütün halkları, insanları, toplumu kendi en temel hakkına yani seçme hakkına sahip çıkmaya davet ediyoruz. Eğer ki oyunuzun güvenli bir şekilde değerlendirilmediği bir ortamda seçime gidilecekse bunun sonuçlarının size hiçbir hayrı olmayacaktır. Tüm topluma bir kere bunu anlatmalıyız. Bizim demokrasi ve barış mücadelemiz sadece bir sandık hesabı ile tahsis edilemez. Eğer böyle olursa buna da zaten demokrasi denemez. Biz radikal demokrasi derken biz ta yerel seçimlerden başladık. Kendimizi de, kentimizi de biz yönetiriz dedik. Temsiliyetin daha etkin olması, daha sağlıklı olması, yerellerde yerel demokrasinin güçlendirilmesi, buna bağlı olarak barışın sağlanarak, merkezi parlamentoda temsiliyetinin artması tezlerimizi ortaya koyduk.

‘Herkese demokrasi ve barış için ortaklık öneriyoruz’

O günden bugüne her şeyin çok daha kötüye gittiği, temsiliyetin neredeyse ortadan kalktığı bir yere doğru sürükleniyoruz. İşte seçim ittifakı da bunu gösteriyor. Eskiden seçimden sonra ittifakı yapılırdı. Şimdi öncesinden kirli ittifaklarla halkın daha ortaya çıkmamış iradesi bile ipotek altına alınıyor. Bütün bu koşullarda seçim hesaplarının içine girmektense bu koşulları ortadan kaldıracak bir mücadele birliğini sağlamak lazım. Bunu da mahallelerimizde, iş yerlerimizde, HDP’li olsun olmasın herkesle beraber siyasi irademize sahip çıkmaya, oy hakkımıza sahip çıkmaya ve demokrasi ve barış konusunda ortaklaşmaya dönük çağrıda bulunuyoruz. Bu olabilirse, bunu başarırsak bundan sonra gelebilecek bir seçimin sonuçları sağlıklı olabilir ancak. Tabi bu her problemi çözer anlamına gelmiyor. Ama problemlerin çözümü açısından önemli bir adım olabilir. Tam tersi bir sonuç ya da gidişat bugünden seçim aritmetiklerinin içinde boğulmak, ittifak hesaplarına karşı ittifak hesapları karşılık verme çabası içinde olmak ister istemez aslında başlamadan sonucu belli olan ve Türkiye halklarına hiçbir hayrı olmayan, faşizmi daha da kurumsallaştıracak, tekçiliği yaşamın her alanına yayacak bir gidişata destek olmaktan başka bir anlam taşımıyor.

7 Haziran sonrası yaşananlara bakarak sonucun değişmeyeceği kaygısı var…
Evet, ama bunu değiştirmemiz lazım. Umutlu olmamız gereken tam da budur. Halkın iradesine rağmen, kendini var edip, yaşatabilecek bir iktidar söz konusu değil. Eğer öyle olsaydı bakın bugün ki iktidar hep şununla övünüyor; 16 yıldır bütün seçimleri biz kazandık diyor ve 2002’den bugüne kadar girdikleri her seçimden birinci çıkmış olmalarına rağmen halkın iradesini yeterince temsil edememiş olmalarından kaynaklı kaygılarla giderek daha fazla şiddete, giderek daha fazla baskıya ihtiyaç duyuyorlar. Yani toplumdan almış olduğu güçle, bir özgüvenle ülkeyi demokratikleştirme yönünde geliştirmektense giderek çok daha ciddi bir baskı rejimine dönüşüyor. Neden çünkü bu demokratikleşmemiş bir tabandan gelen bir irade ile temsiliyet arasındaki ilişki de farklı. Neyi anlatmaya çalışıyorum şu; Siz eğer iktidarı ele geçirmiş olmanın nimetleri ile iktidarda kalmak için giderek daha fazla baskı, şiddet oranını yaygınlaştırıyorsunuz. Özgürlükleri kısıtlıyorsunuz, demokratik alanı kısıtlıyorsunuz ve bunu yapabilmek için de savaş siyasetini ve OHAL’i olağanlaştırıyorsunuz. Buradan çıkacak sonuç şu; sizin aslında kazanmış olduğunuz seçimlerin meşrutiyeti sorgulanmaya muhtaçtır. En son örneği referandumdur. Hiçbir meşrutiyeti yoktur, dünyanın her yerinde şaibeli olduğu çok açık ve nettir. O yüzden de sıkıntı o günden sonra çok daha hızlı, çok daha dramatik yükselmektedir.

‘Her iş yerinde ve mahallede demokrasi platformu’

Bu anlamda HDP’nin eylem takvimi ne, geniş kitlelerle var olan bağını daha da büyütmek için ne düşünüyor?
Herkesle beraber bir itirazı yükseltmek. 8 Mart’ta, Newroz’da, 1 Mayıs’ta itirazımızı güçlü bir şekilde ortaya koymalıyız. Ama sadece itirazımız ortaya koymak yetmez. Bu vesilelerle güçlü buluşmalar sağlamalıyız. Burada ortaya çıkacak tablo biraz önce söylemiş olduğum, halkın, toplumun aslında demokratik reflekslerini açığa çıkarmak. Bu güçlü reflekslere rağmen şaibeli seçim senaryoları ya da kirli ittifakların başarı şansı yok, olamaz da. İşte haklarımız, emekçilerimiz, toplum bunu açığa çıkarmalı, göstermeli. Ama sadece takvim günlerinde değil hem HDP örgütlülüğüne hem de bunun çeperinde, bunun etrafında olan tüm insanlara bu anlamıyla ben her mahalleyi, her iş yerini bir platforma çevirme çağrısı yapıyorum. Yani sözünü söyleyeceği, birbirine değebileceği, ortaklaşabileceği, birbiri ile konuşabileceği platformlar var etmeli. Birbirimize aslında ne kadar yakın olduğumuzu, sorunlarımızın ne kadar ortak olduğunu anlatmalıyız, göstermeliyiz. Ve ancak bu sorunları birlikte aşabileceğimizi ortaya koymalıyız.

‘Muhtarları savaş siyasetini ve nefreti topluma yaysın diye topluyor’

İktidar birbirimizin sorunlarını birbirimize karşı bir strese, bir gerilime oturtarak kendini üretiyor. Faşizmin sıradanlaşması tam da budur. Başka bir şey değildir, günlük yaşamın içine kadar sirayet eder. Bunu yaparken, medyayı kullanıyor, bunu yaparken filmleri kullanıyor, bunu yaparken o nefret söylemini kullanıyor. Sürekli olarak Saray’da muhtarları toplamanın derdi ne olabilir ki başka. Mahalleye kadar inmek, o söylemi mahalleye kadar nüfus ettirmek, insanlar arasına o tohumları ekmek. Çünkü ne zaman muhtarlar toplantısı olsa Cumhurbaşkanı inanılmaz bir nefret söylemi ile muhtarları ajite diyor. O muhtarlar da dönüp mahallede insanları buluşturacağına, ortaklaştıracağına bu söylemi aktarsın istiyor. Herkes şunun merakında “Yahu ne istiyor muhtarlardan” diye bakıyor ama aslında muhtarlar kanalı ile bütün halka ulaşıp bu savaş siyasetini bu OHAL gaspını hâkim kılmaya çalışıyor. Tam da bu anlamıyla o muhtariyetin vermiş olduğu bir hak var. Mahallelerimizde kendi platformlarımızı var etmeliyiz. Konuşmalıyız, ortaklaşmalıyız, taleplerimizi açığa çıkarmalıyız. Ve burada ortaya çıkacak olan görüş ve önerilerimizi siyasi partilere aktarmalıyız. Ve siyasi partiler yukarıdan bir siyasi mühendislikle hareket ettiği sürece yol almaları mümkün değil. Buradan en başa dönersek; HDP neden yıkılmıyor? HDP her şeye rağmen tam da bunu yapıyor. Yukarıdan bir şeyi kurgulayıp bir mühendislik hesabı ile yol almıyor. Aşağıdan gelen, tabanın kendi örgütlülüğünü esas alan ve halkla temas içinde olan bir yapısı var bu yüzden bütün bu baskılara rağmen etkisinin artmasının, çoğalmasının nedeni de budur. Ve her şeyden önce haklı bir mücadele sürdürüyor. Bir siyasi çıkar, bir menfaat, bir maddiyat üzerinden değil herkes için demokrasi istiyor herkes için adalet istiyor. Ve biliyor ki ancak o zaman kendi payına da adalet, kendi payına da özgürlük, kendi payına da demokrasi düşecek.

‘Demokratik cephe tabandan kurulacak’

Demokratik cephe için HDP tam olarak nasıl bir yol izleyecek?
İşte söylediğim platformlarda. Yani yukarıda ittifak değil aşağıda büyük buluşmalarla aslında yol alabiliriz. Biz referandumdan da söylemiştik herkes kendi ‘hayır’ıyla gelsin. Evet, farklılıklarımız da önemlidir. Biz farklılıklarımızı yok saymıyoruz. HDP ile uyuşmayan fikirlerde olabilir. HDP’ye karşı görüşlerde olabilir. Ama bugün hepimiz için artık en temel hakları kaybetme noktasına gelmiş durumdayız. Dolayısıyla şimdi kalkıp birbirimizin farklılıkları üzerinden siyaset yapmaktansa birbirimizin farklılıklarından güç alarak siyaseti ortaklaştırmalıyız, siyaseti toplumsallaştırmalıyız. Dolayısıyla daha çok sokakta olmak bu yanıyla önemlidir. Sadece sokağa çıkmak için sokağa çıkmak değil, örgütlemek için sokakta olmalıyız. Sokağı örgütlemek bir siyasi çıkar hesabıyla değil insanlığı siyasete davet etmek için. Siyaset hayata müdahil olmaktır. Siyaset haklarınızı bizzat kendi elinizle talep edilmesidir. Sizin yerinize birilerinin sizin haklarınızı dağıtması değil, hakkınız olanın peşinde koşmaktır aslında siyaset yapmak. HDP siyasete davet ediyor. Herkesin yaşam hakkını, siyasi hakkını, sosyal hakkını, evrensel insan haklarını savunuyor. Ve bunun da en temel siyaset yapma biçimi olduğuna inanıyoruz. Bunu da yapmaya devam edeceğiz.

AKP- MHP ve Ergenekon İttifakı topluma tam olarak ne öneriyor?
Bu milli ittifak milli bir felaket getirir. 70’te bunun deneyimleri var. Bu tür ittifakların nelere yol açtığını Türkiye çok iyi biliyor. Türkiye tarihine baktığınızda milliyetçi cephe hükümetleri vardı. Fakat bunlar seçimler sonrasında yapılırdı. Yine seçimlerde insanların özgür iradeleriyle partilerine oy verirlerdi. Sonra bir ittifak çerçevesiyle toplum düşmanlaştırılırdı. 70’lerde milliyetçi cephe emekçilere karşı, özellikle yine Kürt halkına karşı bir cephe oluştururdu. Bu cephe mantığının bizi nerelere getirdiğini 70’lerin hikâyesinden çok iyi biliyoruz. 12 Eylül askeri darbesinden sonra öyle bir toplum yaratıldı ki insanlar politikadan soğutuldu, apolitikleştirildi ve bu da aynı cephe mantığıyla oluşturuldu. Yukarıda halklara rağmen, emekçiler rağmen, siyaset alanı ayrı bir alan toplumda biraz daha fazla günlük yaşamın içine sıkıştırılan siyaset yapma yetisini kaybettirecek bir yere doğru hem eğitim politikaları ile hem sosyal politikalarla sürüklendi. Şimdi böyle bir yerden geldiğimiz nokta bundan çok daha vahim bir yere doğru çekiyor. O da şu; hani makro siyaset kurgusundan çok bunu kitle desteğini bağlayabilecek bir yeni yapılanmanın içinde koştu iktidar. Yani toplumun yarısının desteğini alırsam bu bana yeter. Toplumun yarısının desteğini alabilmem içinde toplumun bir yarısını diğer bir yarısına düşman kılmalıyım. Bunun için daha fazla dinsel nitelikli söylemi öne çıkardı, milliyetçi söylemi öne çıkardı. Kürtlere karşı milliyetçi bir söylemle bir savaş siyaseti, toplumun batıdaki çoğulcu demokratik laik yaşamına karşı da dinsel bir söylemle ayrıştırıcı bir politika izledi. Böyle bir kitle desteğiyle yol alamayacağını anladığı anda itibaren bu eksilen kitle desteğini tamamlayacak bir yöntem olarak da ittifak siyasetine geçti. Bu ittifak siyaseti ya aynı hatta yürütmek, milliyetçi mukaddesatçı bir hatta tutabilmek için bunları sürdürüyor. Şimdi geldiğimiz bu yer bugün çok daha tehlikeli bir yere götürüyor toplumdaki ayrışmayı sağlaması açısından. Sürekli olarak HDP’ye “siz bölücüsünüz” diyenlerin toplumu nasıl böldüğüne baktığımızda aslında çok ilginç bir ironide ortaya çıkıyor. Yani sürekli olarak demokrasiyi savunanlara, bir arada yaşamı savunanlara, ortak vatan diyenlere karşı bölücü suçlaması yapmaktan toplumu neredeyse iki parçaya ayırmış durumdalar. Ya bizdensin ya da değilsin gibi. Bu ayrışma çok tehlikeli bir ayrışma. Biz o yüzden çağrımızı yaparken bu mücadelede AKP seçmenine de çağrıda bulunuyoruz. Çünkü tüm AKP seçmenleri böyle düşünmüyordur. Tüm diğer parti seçmenleri böyle düşünmüyordur. Kimse bu kadar ayrışmış, bu kadar düşmanlaşmış, bu kadar nefret söylemiyle yoğrulmuş, bir ülkede yaşamak istemez. Biz farklı düşünsek de bir arada yaşayacağız. Dolayısıyla biz tam anlamıyla bu siyasal projenin saiklerinin peşine takılıp, gitmemesi için bir yol gösterme zorunluluğu da taşıyoruz.

‘Biz ‘hayırcılara’ ya da ‘evetçilere’ değil, herkese sesleniyoruz’

Düşüncemiz ne olursa olsun bir arada yaşayabiliriz. Bunun için birbirimize düşman olmak, birbirimize bu türden yaklaşmak zorunda değiliz. Tam tersine bu ülkede bir arada yaşayacaksak eşit yurttaşlar olarak yaşayacaksak, bunu sözleşmesini beraber yapacağız. Kimse kimseye bir şey dayatamaz kendi düşüncesini bir ötekine dayatamaz. Ama bu şekildeki ittifak projesi bir dayatma projesidir. Ya benim gibi düşüneceksin ve var olacaksın ya da öteki olacaksın. Öteki olmak işte yoksul olmak, öteki olmak işsiz olmak, öteki olmak kadın cinayetine maruz kalmak, öteki olmak Kürt olmak, öteki olmak Ermeni olmak… Yani baktığınızda geriye ne kalıyor Müslüman Türkler. Peki Müslüman Türklere dönüp baktığımızda bunlar öteki olmamaktan dolayı acaba demokratik vatandaş gibi, ya da gelişmiş demokrasilerdeki gibi refah koşulunda mı yaşıyorlar. Hiç kimse kendini aldatmasın, o insanlarda mağdur, o insanlarda yoksul, o insanlarda işsiz, o insanlarda ölüyor, o insanların da çocukları ölüyor. Peki, nedir bu? Bu bir gurup insanın iktidarda kalmak için, bir gurup sermayedar kendi çıkarlarını korumak için topluma dayattığı bir proje. İşte bu projeyi ortadan kaldırabilmek için biz tüm Türkiye’ye sesleniyoruz. Yani hayır’cılar, evet’çiler diye değil; herkese sesleniyoruz. Buradaki bütün halklar aslında ortak halklardır. Hepimizin haklarıdır. Hepimiz birlikte sahip çıkalım.

‘CHP de savaş siyasetinin bekasına devletin bekası diyor…’

CHP; AKP-MHP-Ergenekon ittifakının neresinde?
CHP Türkiye’nin en eski partisi. O zaman CHP Türkiye’nin hafızasına en iyi sahip olması gereken bir partidir. Dolayısıyla CHP bütün bu anlattığımız hafızaya sahipse, bu gidişatın nereye gideceğini çok iyi bilmek zorunda. Eğer bu bilgiye de sahip olduğunu var sayarsak o zaman CHP’nin nerede olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Dolayısıyla geçmişte, çok çok yakın geçmişte dokunulmazlıkların kaldırılması konusu, tezkerelerdeki konularda bir CHP’li ile bu konuyu tartıştığımızda bir devletin beka sorunu gibi bir alana konmuşluğu gördük. Türkiye’de devletin beka sorunu yok. Türkiye’de bir çürüme sorunu var. Türkiye’de halklara rağmen, emekçilere rağmen Türkiye’yi çürüten bir iktidar sorunu var. Dolayısıyla buna karşı bir siyaset üretmek zorundayız. Devletin bekası dediğimiz mesele bu savaş siyasetinin aslında bir kurgusallığıdır. Bu çok net bir şekilde ortada. Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması, faşizmin yaşamın her alanına sirayet ettiği bir durumda zaten devletin bekası biraz komik kaçıyor. Çünkü devletin bekası güçlendikçe faşizm güçleniyor demektir. Dolayısıyla bu beka meselesinin aslında Türkiye halklarının, ortak yaşamın birlikte ortak vatanda, eşit yurttaşlar olarak yaşamın bekası meselesine indirgerseniz sorunları çözersiniz diye düşünüyorum.

‘Ülkenin geleceği tüketiliyor, çalışanların yaşamları çalınıyor’

HDP’den uzun bir dönem ekonomiden sorumlu PM üyesiydiniz. Ciddi bir ekonomik kriz var. Bu krizin siyasi sonuçları hakkında neler söylersiniz?
Ülke uzun zamandır bir iktisadi kriz altında. Bu iktisadi krizin bir günlük hayatımıza yansımalarını daha tam anlamıyla yaşayamadık. İktidar şöyle bir yöntem buldu. Bu krizi öteleyebilecek bir politika geliştirdi. İktisadi yaşam aslında ciddi bir kriz yaşıyor. Bu krizin maliyeti çok yüksek. Bu krizin maliyetlerinin hissedilmesinin ötelenmesinden dolayı gelecekte katlanacağımız maliyet çok daha fazla olacak. Peki, bunu nasıl yapıyor; bu yapmasının yolu şu: Türkiye kaynaklarının, Türkiye’nin emek gücünün değerinin çok altında pazarlıyor. İkincisi yüksek bedellerle borçlanıyor. Üçüncüsü, Türkiye’de özellikle bütçe açığı yada diğer yöntemlerle kamu kaynaklarını kendi iktidar hesapları üzerine çar çur ediyor. Ekonomide iktidarlar şöyle yapar: Bakar potansiyel kaynaklarına 50 yıllık hesaplar yaparlar. Ülkelerin 50 yıllık geleceğini düşünürler. Eğer siz bu türden, bugünkü iktidarın yaptığı gibi yöntemlerle hareket ediyorsanız aslında ülkenin geleceğini tüketiyorsunuz demektir. Örneğin sizin belli bir kaynağınızdan üreteceğiniz enerji 50 yıl gidecekse siz bu enerjiyi 10 yılda tüketiyorsunuz. Ya da insanca yaşam için gerekli ücret diyelim bugün 3000 bin lira ise siz 1600 lira, asgari ücretle aslında yaşamların yarısını çalıyorsunuz. Asgari ücret bu kadar düşük olduğu için, iş gücü ucuz olduğu için, gereksiz bir yatırım alanı açmış oluyorsunuz.

‘Olan topyekun yoksulluğu yönetmek’

Nedir bu yatırım alanı? İşte inşaat. Habire insanlar inşaatta çalışıyorlar, ha bire konut yapıyorlar, konut fazlası var ama yine de konut yapıyorlar. Hiç kimseye de bir katkısı yok. O konutu yapanların o konutlara oturamıyor, o konutların birçoğu boş. Etrafta bina yığınları var, kentler yıkıma uğramış ama baktığınızda ekonomi hareketli. Şimdi ne için büyüyoruz? Kim için büyüyoruz? Ekonomi bu kadar neden canlı? Sadece canlı olmak için, biriktirmek için biriktiren bir akıl var. Neden? İktidarın buna ihtiyacı var. İnsanlar şöyle düşünüyor; Evet işsiz olmaktansa 1600 liraya en azından iş bulurum ya da işte bu kadar aç yatmaktansa belli bir miktar sosyal yardım alıyorum. Bu aslına topyekun bir yoksulluğun yönetilmesidir. İnsanları, toplumu daha da yoksullaştırarak ekonomiyi hareketli tutmak. Ama bu ömründen çalıyor, geleceğinden çalıyor, inanılmaz şekilde doğayı katlediyor. Şimdi kanal İstanbul projesi böyle birşey. Kanal İstanbul’a ihtiyaç mı var? Hayır. Osmangazi köprüsüne ihtiyaç mı var? Hayır. Yavuz Sultan Selim köprüsüne ihtiyaç mı vardı? Hayır. Ama yapmak için yapıyor. Şimdi onu yaparken enerji açığa çıkartıyor ve o enerjinin nimetinden yararlanıyor. Fakat o açığa çıkardığı enerji sizin aslında geleceğinizin yok edilmesidir. Şimdi o açığa çıkan enerji dönemi geçtikten sonra onun getireceği bedeller, maliyetler, giderek Türkiye’de çok yükseldi.

‘Dejenere Keynesçilik’

Buna ben dejenere Keynesçilik diyorum. Keynesçilik kamu harcamaları kullanarak ekonomide ki belli krizleri aşmak için bir yöntem önerir. Ama bu sadece ekonomideki krizi aşmak için değil iktidarı dâhil ettirmek için uygulanıyor ve kamu kaynakları aşırı derecede zorlanıyor, çarçur ediliyor. Kamu kaynağı dediğimiz aslında hepimizin kaynağı. Emeğimiz, geçmiş birikimlerimizi, geleceğimiz, doğamız, yaşamımız. Yani kamu bunu idare ediyor ama kamu bunu yok ediyor. İşte en basit örneği işsizlik sigortası fonu. Bu şu anlama gelir. Bugün yarın işsiz kalınabilir, işsizlere doğrudan destek verirsiniz. İşsizlik sigortası fonunun o kadar çar çur ediyorlar ki işte işverenlere teşvik fonuna dönüşüyor.

‘Krizi ötelemeye yönelik hamleler’

Yada başka bir şey. Yine baktığınızda merkez bankası kaynakları, o kadar kötü kullanıyorlar ki döviz rezervlerinin sırf dolar baskı altında kalsın diye. Ama bütün bunlar hepimizin kaynağı. Şimdi bu krizin hissedilebilirliğini ötelemeye yönelik bir hamle. Fakat gelecekte biriken kriz ve onun yaratacağı tahribat her geçen gün çok daha büyük boyutlara ulaşıyor.

‘Çözüm iktisadi alanın da demokratikleşmesi’

Bunu nereden toparlayabiliriz? Bunun da yolu yine iktisadi alanın demokratikleştirilmesinden geçiyor. Yani demokratik yaşam sadece siyasi alanda değil iktisadi alanda da sağlanırsa ancak yol alınabilir. Radikal demokrasi programımız aslında birazda bunu dile getiriyor. Yani iktisadi alanın da yönetilmesine katılmak bunu sadece iktidara yada şirketlere bırakmak yada bürokrasiye bırakmak değil halk iktisadi kaynaklar üzerinde söz ve yetki sahibi olabilmeli.

‘Bizim ortak dilimiz kadının emeğin ve doğanın dili’

HDP işçi ve emekçilerle nasıl bir bağ kuruyor?
Bütün emekçilerle, işçilerle, çalışanlarla, esnafla, çiftçilerle buluşmalıyız. Bu örgütlü yaşamın içinde olmayanları da aslında iş yerlerinde, mahallelerde buluşturmak zorundayız. Evet, biz HDP’de bir araya geliyoruz. Aslında hepimiz kendi kimliğimizle geliyoruz, kendi yaşam anlayışımızla geliyoruz. Ama bizim ortak dilimiz aslında kadının dili, emeğin dili, doğanın dilidir. Yani eşitlikçi bir yaşam mücadelesine sahip çıkmak, emekten yana bir yaşamı var etmek, doğayı korumak, talanına karşı çıkmak. Bu bizim yaşam alanımız, bu aslında sınıf mücadelesi, bu aslında iktidara ve sermayeye karşı o bütün yaşamı yok eden saldırıya karşı yaşamı yeniden üretmek anlamında bir buluşmanın adı. Bizim “radikal demokrasi” dediğimiz bu. Dolayısıyla emek alanında mücadele önemli. Bakın son zamanlarda Türkiye’de gittikçe artan bir grev erteleme süreci var. İşte asgari ücretten bahsettim. İş cinayetleri, taşeronlaşma, güvensiz çalışma. Emek alanına baktığınızda aslında siyah fotoğraf öne çıkıyor. Umutsuz bir fotoğraf öne çıkıyor. Demek ki bu bize şunu gösteriyor. Emek alanı acilen örgütlenmeli, ortak örgütsel bir mücadele ortaya koymalı, bir an önce bu mücadelede yerini almalı.

‘MC’lerden ‘milli ittifaka’ emek karşıtlığı…’

Şimdi bakıyoruz AKP döneminde AKP yandaşı sendikalar aslında bu kara tablonun öne çıkmasındaki en büyük sorumluları. Tıpkı medyanın yaptığı şeyi bu sendikalarda emek alanında yapıyor. Yani emekçilerin haklarını savunmak yerine iktidarı kendisine yeniden var etmesini sağladıkları için bugün emekçiler, işçiler toplumun en mağdur kesimlerinden biri oluyor. 1970’lerin ortasında bir işçi Türkiye’de emekli olduğunda tazminatıyla ev alabiliyordu, Emekli maaşıyla da gayet iyi geçinebiliyordu. Ya da çalışırken bir işçi çocuklarını çok rahat okutabiliyordu. 70’lerin ortasında tam da buna karşı MC hükümetleri kurulmuştu. Yani işin ekonomi politiği burada saklı bu halklara karşı Türkiye’nin 70’lerdeki o sınıf mücadelesinin getirmiş olduğu haklara karşı MC hükümeti kurulmuştu. Bugünkü milli ittifakta da aslında emeğin, haklarının gasp edilmesinin sürdürülebilirliğine dairdir. Çünkü bu mücadele yükselecektir. İnsanlar bu koşullarda ne çalışabilir ne de yaşayabilir. Tamda buna karşıdır. Bu iki 40 yıllık farkla, bu iki tabloyu yan yana okuduğnuz da bunu çok net görmemiz mümkün.

‘Kesintisiz, çözüm, barış ve demokrasi mücadelesi başladı’

Son olarak, önümüzde 8 Mart var, Newroz var… Mesajınız var mı?
Hem 8 Mart’ta hem de Newroz’da bütün HDP’liler alanlarda olacak, sesini yükseltecek. O kongreden aldığı gücü toplumdaki herkese her alana yayacak. Ve bu büyük buluşmalarla da aslında demokrasi ve barış mücadelesini yükseltecek. Sadece 8 Mart, 21 Mart günlerinde değil; bugünden artık önümüzdeki süreç boyunca yani biraz önce de bahsettiğim o arzuladığımız demokratik iklime, demokratik yaşama kavuşana kadar kesintisiz bir mücadele dönemi başlamıştır. Buradaki kararlılığımızı çok net bir şekilde ortaya koyduk. Buna mecburuz. Bizim başka seçeneğimiz yok. Bu geçtiğimiz 2 yıl bize bunu gösterdi. Bundan başka bir seçeneğimiz söz konusu değil. O yüzden kesintisiz mücadeleye, demokrasi mücadelesine, barıştan, çözümden yana mücadeleye devam edeceğiz. Şimdi yeni bir çözüm döneminin aslında o çözümün dinamiklerini açığa çıkartacak bir dönemin özelliği yaşanıyor. Ben 8 Mart’ın da, Newroz’un da, 1 Mayıs’ın da bunlara çok önemli katkılar getireceğini, yol açacağına inanıyorum. İnanıyorum ki önümüz gerçekten yaz olacak.

kaynak: ÖDG (Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi)
Editör: Haber Merkezi