CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Kovid-19 sonrasını yazdı: Cumhuriyetimiz ikinci yüzyılında yeniden ‘kimsesizlerin kimsesi’ olabilir




23 Nisan 1920, Saat: 13.45. En yaşlı üye olması nedeniyle TBMM’nin ilk oturumuna başkanlık edecek olan Sinop Milletvekili Şerif Bey, Meclis’in açılış konuşması için Başkanlık Divanı’ndaki yerini alır. Mustafa Kemal tarafından yazıldığı bilinen konuşması özetle şöyledir:

“Ezelden beridir hür ve bağımsız yaşayan milletimiz, bu esareti kesin ve kararlı bir biçimde reddetmiş, derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce Meclisini vücuda getirmiştir. Bu yüce Meclis’in reisi sıfatıyla ve Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde geleceğini bizzat düzenleyerek ve bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisi’ni açıyorum.”

Şerif Bey, TBMM’yi açışının ardından “Meclis’in hangi azalardan oluşacağına dair” başlıklı konuşmasını yapmak üzere Mustafa Kemal’i kürsüye davet eder. Mustafa Kemal’in kısa konuşmasının tarihi cümlesi şüphesiz şudur: “Bu anda Meclisimiz toplanmıştır.”

Mustafa Kemal’in bu sözü, TBMM’nin açılışıyla “Hiçbir şeyin 23 Nisan 1920’nin öncesindeki gibi kalmayacağının, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının” tüm dünyaya ilanıydı. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi temel alınarak çalışmalarına başlayan TBMM, Anadolu ve Rumeli’deki azim ve kararlılığın merkezi oldu; milletin istiklali kazanıldı. Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

I. CUMHURİYETİMİZİN İKİNCİ YÜZYILINA HAZIRLIK


TBMM’nin açılışının 100. yılını kutlamaya hazırlandığımız bugünlerde bambaşka bir “Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” tartışması yaşıyoruz. Bu tartışmanın merkezinde bir “virüs” yer alıyor: Koronavirüs. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve neredeyse dünyanın tümüne yayılan koronavirüsün neden olduğu Kovid-19 ezberlerimizi bozuyor.

Uzun süredir şahit olmadığımız düzeyde bir disiplinler arası işbirliğiyle virüse karşı dünya ölçeğinde mücadele yürütülüyor. Biyologlar, kimyacılar, fizikçiler, matematikçiler, eczacılar, mühendisler, yazılımcılar, tıp insanları, Kovid-19 salgınına karşı birlikte hareket ediyor. Tıp insanları bir yandan da kendi yaşamlarını ve ailelerini riske atmaktan çekinmeksizin hastalığa maruz kalmış milyonları hayatta tutmanın uğraşı içinde.

Sosyal bilimciler de tıp ve fen bilimleri ağırlıklı çalışmalarla doğrudan ilişkili olacak şekilde, dünyanın içinde bulunduğu durumu tanımlamaya çalışıyor ve pandemi sonrasına ilişkin tahminlerde bulunuyor.

Örneğin kimi sosyal bilimciler, 1700’lü yılların ikinci yarısında başlayan Sanayi Devrimi ile bu sürecin bir parçası kabul edilen 1789 Fransız Devrimi’nin sonuçlarıyla birlikte kurumsallaşan kapitalizmin “olası” ölümünden bahsediyor. Sürecin, neo-liberal politikaları da kaçınılmaz olarak sona erdireceği vurgulanıyor ve Karl Marx’a da sıkça yapılan atıflarla insanlığın yeni bir çağın eşiğinde olduğu iddia ediliyor.

Bu atıfların bana anımsattığı da Karl Marx’ın, “Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yalnızca yorumladılar, oysa önemli olan onu değiştirmektir” sözü. Marx, şüphesiz fikirleriyle dünyayı değiştirebileceğini düşünen bir filozoftu ve elbette bunun olumlu bir değişim olacağına inanıyordu. (Ayrıca teorisinin, sosyal bilimlerin temel teorileri arasında yer aldığı da unutulmamalıdır.) Dolayısıyla günümüz filozof ve sosyal bilimcilerinin Kovid-19 salgınıyla birlikte dünyada yaşanacak değişimlere, bir “değiştiren” olarak etkilerinin olup olmayacağını hep beraber göreceğiz.

Geleceğin inşası


Ancak değişimin yönünün/içeriğinin belirlenmesi, tanımının yapılması sürecinde siyaset kurumuna da önemli görevler düşüyor. Benim inancım, siyaset kurumunun “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa gelecek nasıl olacak” sorusuna doğru yanıtları vermekle yükümlü olduğudur. Özellikle de ülkemiz için...

Çünkü TBMM’nin açılışının 100. yılında, (Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılına da üç yıl kaldı) dünya büyük bir değişimin eşiğinde. Biz de bu değişim sürecinde yapacağımız tercihle Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına yön vereceğiz. Bu yazı da Cumhuriyetimizin yaklaşık 100 yıllık geçmişinin verdiği ilhamla, bizi ikinci yüzyıla taşıyacak doğruları ortaya koymayı amaçlıyor.

II. DÜNYANIN TÜM DEMOKRATLARI BİRLEŞMELİ


Elimizdeki mobil telefonlar, evimizdeki akıllı televizyonlar, bizleri dünyaya bağlayan internet ağları ve sosyal medya hesaplarımız sayesinde dünyayı bir köy olarak algılıyorduk. Unuttuğumuz ise dünyanın varoluşundan bu yana zaten bir köy olduğuydu. Evet, dünya varoluşundan günümüze her zaman, içinde bulunduğu çağın köyüydü. 1346 yılında başlayan ve yaklaşık dört yıl içinde Avrupa nüfusunun üçte birini öldüren büyük veba salgını... 1918’in mart ayında başlayan, altı ayda neredeyse tüm dünyaya yayılan İspanyol gribi salgını... Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan, kısa sürede tüm dünyada etkisini gösteren Kovid-19 salgını, bize; dünyanın her zaman bir köy olduğu gösteren örnekler.

Bu köyün neredeyse son 300 yıllık temel iktisadi hayatı, örgütlü, kurumsallaşmış bir “minimum maliyet-maksimum kâr” hedefiyle sürdürülüyor. Ulusal ve uluslararası sermayelerin bu hedefine uzun zamandır “neo-liberal” politikalar adı altında bizatihi siyasi iktidarlar da katıldı. Sağlık politikaları açısından örneklemek gerekirse; “sosyal güvenlik açığı” bahaneleriyle sağlık hizmetlerinin kapsamı daraltıldı, özelleştirme uygulamaları arttı. Büyük ilaç ve medikal şirketleri ile özel sağlık kuruluşlarının kâr hedefine dayalı bir sağlık politikasına geçildi.

Oysa Kovid-19 olmasaydı da insanlık uluslararası düzeyde entegrasyonu sağlanmış bir halk sağlığı politikasına ihtiyaç duyuyordu. Örneğin, sabunla el yıkamanın Kovid-19’a yakalanmayı engellediği, salgının yayılım hızını düşürdüğü söyleniyor ancak milyarlarca insan bırakın el yıkamayı içecek bir bardak temiz su dahi bulamıyor. Tuvalet kullanımının önemine vurgu yapılıyor ancak Birleşmiş Milletler verilerine göre, dünyada her 3 kişiden birinin temiz ve sağlıklı tuvaletlere erişim imkânı bulunmuyor. İyi beslenmenin, uykunun ve evde kalmanın salgına karşı dayanıklılığı yükselttiği sıklıkla hatırlatılıyor, ancak yaklaşık bir milyar insan açlık çekiyor, dünya genelinde 1.5 milyar insan düzenli barınma imkânlarından mahrum yaşıyor.

Eşitsizliklerden besleniyor


Bu kötü tabloya karşı 2019 yılında dünyadaki en zengin 2 bin 153 kişinin serveti, en yoksul 4.6 milyar kişinin toplam servetini geçmiş durumda. Birleşmiş Milletler’e üye ülke sayısı 193. Buna karşın yaklaşık 87 trilyon dolarlık küresel hasılanın yüzde 86’sı G20 ülkeleri tarafından üretiliyor. Üstelik G20 ülkeleri arasında yer alan Çin, Kovid-19’un başladığı ülke. Salgın nedeniyle en fazla kayıp veren ülkeler listesinde de G20 ülkeleri ilk sıralarda: ABD, İtalya, Fransa, İngiltere, Rusya, Türkiye... Sahip oldukları ekonomik güce rağmen virüsten korunamıyorlar. Çünkü salgın, neo-liberal politikaların yarattığı derin toplumsal ayrımlardan ilerliyor, eşitsizliklerden besleniyor, salgın yıllardır üstüne toz kondurulmayan küresel piyasa ekonomisinin açtığı eşitsizlik üreten yollardan G20 ülkelerinin evlerine kadar giriyor. Haliyle dünya ekonomisinin yerli yerine oturmuş olduğu savunulan dengesi bozuluyor, jeopolitik hesaplar sıfırlanıyor, finans piyasaları sarsılıyor. IMF Başkanı Kristalina Georgieva, yeni bir “Büyük Buhran”a hazırlıklı olma uyarısında bulunuyor.

Peki, yeni dünya nasıl olacaktır, olmalıdır? Biz demokratlar neyin mücadelesini vermeliyiz? Kasım 2017’de Avrupa Parlamentosu’nda yaptığım konuşmada, Karl Marx’ın “Dünyanın bütün işçileri birleşin” sloganına atfen, otoriter iktidarlara karşı “Dünyanın bütün demokratları birleşin” çağrısında bulunmuştum. Üç yıl önce yaptığım bu çağrının önemi dünyanın içinden geçtiği Kovid-19 sürecinde çok daha netleşmiş durumda, tüm demokratlar birleşmelidir. Kovid-19 sonrası yepyeni bir uygarlık kurulacaksa bunu ancak ve ancak demokratlar yapmalıdır. Kovid-19’un neden olacağı çöküntünün, baskıcı ve otoriter yönetimleri güçlendireceği, yeni örneklerini ortaya çıkaracağı ihtimali nedeniyle de demokratların uluslararası dayanışması zorunludur. Demokratlar, dünyanın Kovid-19 sonrasını, baskıcı ve otoriter iktidarlara, neo-liberal politikaların uygulayıcılarına bırakamaz.

‘Sosyal devlet’e dönüş


Demokratların birlikteliğinin temel iki önermesi, “minimum maliyet-maksimum kâr” anlayışına dayalı üretim ve tüketim politikalarından vazgeçilmesi ve gelişmiş ülke vatandaşlarının sahip olduğu sosyoekonomik temel yaşam koşullarının, tüm insanlığın sahip olacağı haklar bütünü olarak görülmesi olmalıdır. Bu değişim, II. Dünya Savaşı sonrası, temelleri Avrupa’da atılan ancak son 40 yılda peyderpey vazgeçilen “sosyal devlet” politikalarına, yeni politikalar eşliğinde dönüş anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla dünyanın geleceğini yeni sosyal devlet politikalarıyla şekillendirecek uluslararası bir dayanışmadan söz ediyorum. Yeryüzünün yeraltı ve

yerüstü zenginliklerini ve tüm finansal hareketliliğini “kâr” şartına bağlı olarak gören, bu doğrultuda biyolojik çeşitliliği dahi ortadan kaldırmaktan çekinmeyen, hava kirliliğini göz ardı eden, suya ulaşım hakkını, topraklarımızı ekip- biçme hakkını, nitelikli barınma hakkını, nitelikli eğitim hakkını, seyahat hakkını, adalete erişim hakkını, hesap sorma ve hesap verilmesini bekleme hakkını ve diğer temel haklarımızı yok sayan neo-liberal/popülist yönetim anlayışına karşı uluslararası dayanışmayı zorunlu kılan yeni bir uygarlık inşası şarttır.

Bu noktada, dünyanın Kovid-19 öncesindeki ana gündemini anımsayalım: Göçmenler. Yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca göçmen, daha iyi bir yaşam için başka ülkelerde umut arıyor. Yaşam koşullarının daha iyi olduğu düşünülen ülkeler ise göçmenleri sınırlarından içeri sokmamanın yollarını bulmaya çalışıyor. Oysa virüs, bizlere yoksulların ve göçmenlerin masumiyetini bir kez daha gösterdi. Ne yoksullar ne de göçmenler, virüsün taşıyıcısı. Evet, krizin sonuçları ağırlıklı olarak yoksulları ve göçmenleri vuruyor. Ancak virüs uluslararası hareketliliği yüksek olan orta- üst sınıflar tarafından taşınıyor, üstelik sorumsuzca. Sırf bu nedenle bile neo-liberal politikaların ve küreselleşmenin nimetlerinden yararlanan sınıflar, yaşamı tehdit eden bu krizde, insanlığın ortak geleceği için faturanın önemli bir kısmını üstlenmeli. Çünkü yaşadığımız salgın, insanlığın ve ülkelerin kaderinin birbirine bağlı olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Örneğin, bütçe fazlası veren Almanya, Kovid-19’a karşı, kendi vatandaşlarını maksimum seviyede koruyabilir. Fakat İtalya’nın, Türkiye’nin, Gürcistan’ın veya İran’ın salgına karşı olası başarısızlığı, Almanya’nın da orta vadede başarısızlığı demek... Üstelik sürece sadece ekonomik bir sorun olarak da bakılamaz. Sorunun ekonomik boyutu kadar önemli olan kişisel ve evrensel düzeydeki vicdani/ahlaki sorumluluklarımızdır. Kabul etmeliyiz ki tüm dünyanın her anlamdaki güvenliği, dünyanın en azgelişmiş ülkelerinin her anlamdaki güvenliğine bağlıdır. Unutulmamalıdır ki bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür.

Tarihin akışı değişiyor


Dünyanın bir köy olduğunu söylemiştim. Öyleyse Kovid-19’a bağlı sıhhi ve iktisadi kriz hızla ağırlaşırken ülke ve birey bazında dostlarımızın, komşularımızın yüzüne bakabileceğimiz bir geleceği düşünmeliyiz. “Her şerde bir hayır vardır” misali yeni bir uygarlık inşasına ihtiyacımız olduğunu kabul etmeli ve buna akıl yormalıyız. Özetle “Batı” dediğimiz coğrafyaya da sorumluluğunu, yükümlülüklerini anımsatan küresel çapta alçakgönüllü, dayanışmacı bir uygarlık inşasına başlamalıyız.

Bu yeni uygarlık, uygarlığın sağladığı haklar bütünü ekolojik, eşitlikçi, insancıl, adaletli, demokratik, özgürlükçü ve yukarıda da vurguladığım gibi alçakgönüllü ve dayanışmacı olmalıdır. Herkes için, her alanda ve uluslararası düzeyde... Tarihin akışı değişiyor... Önemli olan tarihin ne yönde ve nasıl değişeceği ve bizim de hangi tarafta olacağımızdır. Biz halktan ve demokrasiden yana, halkla ve dünyanın tüm demokratlarıyla birlikte olacağız.
Peki, yeni dünya nasıl olacaktır, olmalıdır? Biz demokratlar neyin mücadelesini vermeliyiz? Kasım 2017’de Avrupa Parlamentosu’nda yaptığım konuşmada, Karl Marx’ın “Dünyanın bütün işçileri birleşin” sloganına atfen, otoriter iktidarlara karşı “Dünyanın bütün demokratları birleşin” çağrısında bulunmuştum. Üç yıl önce yaptığım bu çağrının önemi dünyanın içinden geçtiği Kovid-19 sürecinde çok daha netleşmiş durumda, tüm demokratlar birleşmelidir.

III. YENİDEN KİMSESİZLERİN KİMSESİ OLMAK


Cumhuriyetimizin 100. yılına üç yıl kala, TBMM’nin açılışının 100. yılında Türkiye Cumhuriyeti, bu yeni uygarlık inşasına önemli katkılar verebilir. Tıpkı 100 yıl öncesinde olduğu gibi. Üstelik bir G20 ülkesi olarak büyük ekonomilere örnek de olabilir. Virüsle ve ekonomik krizle mücadelede, güçlü bir sosyal devlet müdahalesi ve bunun gerçekleştirilmesi için de yurttaşlarının ihtiyaçlarına duyarlı, güçlü bir devlet örgütlenmesi gerekmektedir. Ancak burada “güçten” kastettiğim, güvenlik devleti değildir. Aksine dayanışmayı, yardımlaşmayı ve hesap verebilirliği önceleyen bir sosyal refah devleti anlayışıdır. Bu doğrultuda Kovid-19 sonrası için dünyaya da örnek olacak şekilde Türkiye’de yapılması gerekenler şunlardır:

1-Tüm toplumsal, siyasal ve kültürel kesimlerin katılımıyla yeni demokratik bir anayasa yapmalıyız. Bu anayasanın temeli, “yasama, yürütme ve yargının ayrılığı” demek olan kuvvetler ayrılığı ile keyfiliği önleyecek denge/denetim esasına dayanmalıdır.

2-Yeni anayasanın omurgası “Cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılması” olarak nitelendirdiğimiz yeni ve güçlü demokratik parlamenter sistem olmalıdır. Bu kapsamda antidemokratik tüm yasalar, kararnameler, kararlar, yönetmelikler, genelgeler ve tüzükler mevzuatımızdan temizlenmelidir. Unutulmamalıdır ki demokrasiyle taçlandırılmış Cumhuriyetimizde, fikir, düşünce ve inanç özgürlüğü ile medya ve sendikalaşma dahil örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engeller de kaldırılmış olacaktır.

3-Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve hukuk devletinin en önemli ayaklarından biri olan yargı kurumunun tam bağımsızlığı, geri dönülmesi mümkün olmayacak şekilde kesin kurallara bağlı olarak tesis edilmelidir. Adalete erişim hakkının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

4-Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir diğer önemli ayağı da yasamadır. TBMM’de milli iradenin en geniş haliyle temsil edilmesini sağlayacak yeni bir seçim sistemi yaşama geçirilmelidir. Demokratik parlamenter sistemin yasama organı olan TBMM’nin kanun yapma hakkı, parlamento çoğunluğunun veya parlamento çoğunluğu üzerinde tahakküm kurabilecek kişi ve zümrenin keyfine, taleplerine bırakılmayacak şekilde düzenlenmelidir. Bu düzenleme, milli iradenin üzerinde bir vesayet kurulmasının önüne geçecek şekilde olmalıdır.

5-Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir diğer önemli ayağı da yürütmedir. Yürütme, tüm icraatlarıyla mutlak denetime ve hesap verebilirliğe açık olarak kurgulanmalıdır. Örneğin yürütme erkinin sorumluluğu altında olan tüm kamu kurum ve kuruluşları, TBMM adına görev yapan Sayıştay’ın tam denetimine açık olmalıdır. Yürütmenin bütçe kullanımının denetimi kapsamında TBMM’de kurulacak “Kesin Hesap Komisyonu”nun başkanlığı tartışmasız bir şekilde muhalefet partilerine verilmelidir.

6-Yerel yönetimlerin, rant ilişkilerini düzenleyici kurumlar olmaktan çıkartılarak, refah devletinin asli unsurları haline getirilmeleri sağlanmalıdır. İyi tanımlanmış bir işbirliği ve işbölümü çerçevesinde yerel yönetimlerin işlevleri artırılmalıdır. Bu çerçevede ekonomik krizlerin ve salgın hastalıkların yarattığı sorunların yerel düzeyde çözümünde belediyeler aktif görev almalıdır.

7-Kamu istihdamında nepotizmden uzak, liyakate dayalı personel politikasına ivedilikle geçilmelidir. Liyakate dayalı kamu personeli istihdamı, tüm siyasi partilerin, işçi ve memur sendikalarının ve sivil toplum örgütlerinin denetimine açık ve hesap verebilir olmalıdır.

8-Liyakate dayalı istihdam politikaları kapsamında özellikle eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve güvenlikte “sıfır” istihdam açığı hedeflenmelidir. Çocuklarımızın geleceği, vatandaşlarımızın sağlığı, engellilerimizin ve yaşlılarımızın bakımı, ülkemizin iç ve dış güvenliği söz konusu olduğunda bütçe dengesi veya bütçe açığından bahsedilemez. Hızla artan işsizlik karşısında kamu elindeki güç ve imkânları vatandaşları için kullanmaktan geri duramaz. Bunun yanında orta ve küçük boy işletmelerin kredi ve benzeri destek programlarıyla desteklenmesi ile kooperatifçilik uygulamalarının genişletilmesi kamunun temel hedeflerinden biri olmalıdır.

9-Vatandaşlarımıza asgari bir gelir düzeyi mutlaka sağlanmalıdır. Bu bağlamda “Aile Yardımları Sigortası” vakit geçirmeksizin uygulamaya konulmalıdır. Tüm vatandaşlarımızın asgari gelir güvencesi (Aile Yardımları Sigortası) olmalıdır.

10-Vergi politikamız, dolaylı vergiler yoluyla verginin tabana yayılması şeklinde organize edilmiştir. Oysa vergi tavana doğru, gelir tabana doğru yayılmalıdır. Krizi aşmaya yönelik müdahalelerin finansmanında yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Acil ihtiyaçları karşılamak için belli oranda para basma bir çözüm olarak değerlendirilse bile yapısal çözüm, kısmen yüklerin adil bölüştürülmesine olanak sağlayacak adil vergilendirme politikasından geçmektedir. Bu konuda uygulanacak yeni vergiler, üst gelir gruplarına yönelik olarak geliştirilmelidir. Asgari ücretten vergi kesilmesine son verilmelidir. Üreten, istihdam yaratan işletmelere yönelik vergi muafiyeti yelpazesi genişletilmelidir.

11-TÜİK verilerine göre her üç çalışandan biri kayıt dışıdır. Kayıt dışı istihdamla toplumsal destek sağlanarak mücadele edilmelidir. İşverenin bizzat kendisi, yasal önlemlere ihtiyaç duyulmaksızın kayıt dışı istihdamın karşısında ve iş güvencesinin yanında durmalıdır. Kovid-19, çalışanların tüm sosyal ve sağlık güvenceleriyle birlikte güvende olduğu bir düzenin gerekliliğini sermaye sahiplerine de göstermiş olmalıdır.

12-Kamu harcamalarındaki israf ve kayırmacılık Türkiye ekonomisinin üzerinde ağır bir yük yaratmaktadır. Kamudaki savurganlık düzeyindeki harcamaların kısıtlanması sadece iktisadi değil, aynı zamanda ahlaki bir zorunluluktur. Bugün acı bir gerçekle karşı karşıyayız. “Kayırmacı” Kamu İhale Sistemi, ekonomimiz için tam bir kara deliğe dönüşmüştür. Bu durum sürdürülemez. Demokratik standartlarda, adaletli ve denetime açık bir “Kamu İhale Sistemi”ne geçilmelidir. Tüm “kayırmacı” ihaleler de iptal edilmelidir. Unutulmamalıdır ki yoksulluğun en önemli nedeni yolsuzluktur. Savurganlık ve kayırmacılığın ortadan kaldırılması, gerçek üreticinin, sanayicinin yatırım ve istihdam gücünü de artıracaktır.

13-Türkiye sanayisi, katma değeri yüksek ürün üretimi hedefiyle yeniden yapılandırılmalıdır. Kamu, katma değeri yüksek ürün üretiminde sanayiciye her türlü desteği vermelidir. Küçük ve orta ölçekli işletmelere yönelik kamu desteğinin içeriğinin belirlenmesi bizzat bu işletmelerin kendi örgütlerine bırakılmalıdır. Tüm üretim politikaları, diğer üretim biçimleriyle birlikte tümüyle ekolojik olmalıdır.

14-Sağlık hizmetlerine önkoşulsuz erişim bir haktır ve ücretsiz olmalıdır. Sağlık hizmetleri, refah devletinin en önemli uygulama alanlarından biri olarak yeniden -özel sektörle de koordineli bir biçimde- kamunun etkin olduğu bir yapıya dönüştürülmelidir. Koruyucu ve temel sağlık hizmetleri bu doğrultuda planlanmalıdır ki koruyucu ve temel sağlık hizmetlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte sağlık hizmetlerinin maliyetinin de kısa sürede düşeceği dünyadaki uygulamalardan görülmektedir. Öte yandan küresel salgın, temel sağlık malzemelerinde kendi kendine yeterliliğin önemini göstermiştir. Başta koruyucu sağlık ekipmanları ve aşı olmak üzere stratejik ürünlerin üretim planlaması yapılmalıdır.

15-Anayasada da tanınmış olan konut hakkı, refah devletinin mutlak güvencesi altına alınmalıdır. Salgının önlenmesine dönük ev merkezli strateji göstermiştir ki özellikle alt gelir gruplarına ilişkin konut politikaları ve sağlıklı bir kent planlanması hayatidir. Bir başka temel hak olarak gıdaya sağlıklı koşullarla erişim hakkına ilişkin yapısal düzenlemeler yapılmalıdır.

16-Eğitim, Türkiye’nin kalkınma stratejisinin en önemli, en temel parçası olarak yeniden ve paydaşlarıyla birlikte planlanmalıdır. Eğitim politikalarının tek hedefi fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür nesiller yetiştirmek olmalıdır. Üniversitelerimizde, her türlü fikir, düşünce özgürce tartışılmalı, her türlü bilimsel çalışma özgürce yürütülmelidir. Eğitimin tüm aşamaları ücretsiz olmalıdır.

16 madde geleceği kurtaracak


Türkiye’nin geleceğini kurtaracak yol haritasını 16 maddeyle özetlemeye çalıştım. Türkiye, bu 16 maddeye uygun demokratik siyaset anlayışına yönelmesi halinde, geleceğini güvence altına almış olur. Bu 16 madde çerçevesinde yapacağımız tercih, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa gelecek nasıl olacak” sorusunun yanıtını arayan dünyaya katkımız olacaktır. İçinden geçtiğimiz Kovid-19 günlerinde, ülkeler yaşadıkları depremden, neo-liberal politikaları sorumlu tutuyor, yeniden “yeni bir sosyal devlet” politikasının zorunluluğu vurgulanıyor. Böyle bir dönemde Türkiye’nin demokrasiyi tercih etmesi, uluslararası yeni bir dayanışmaya ve ihtiyacımız olan yeni bir uygarlığın inşasına kapı aralayacaktır.

Unutmayalım ki Cumhuriyetimiz, bilhassa kimsesizlerin kimsesi olarak ulu önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuruldu. İkinci yüzyılında yeniden kimsesizlerin kimsesi olabilir. Bu idealimizi gerçekleştirirsek sadece vatandaşlarımıza değil, tüm dünyaya umut olacağız. Bunu başarabiliriz. 100 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde başardığımız gibi.
Böyle bir dönemde Türkiye’nin demokrasiyi tercih etmesi, uluslararası yeni bir dayanışmaya ve ihtiyacımız olan yeni bir uygarlığın inşasına kapı aralayacaktır. Unutmayalım ki Cumhuriyetimiz, bilhassa kimsesizlerin kimsesi olarak ulu önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuruldu. İkinci yüzyılında yeniden kimsesizlerin kimsesi olabilir. Bu idealimizi gerçekleştirirsek sadece vatandaşlarımıza değil, tüm dünyaya umut olacağız.

Editör: Haber Merkezi