Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ‘iktidara yürüyüş’ kurultayı öncesi Cumhuriyet’e yazdı.

Kemal Kılıçdaroğlu

CHP Genel Başkanı






Covid-19’la birlikte dünya, yeni bir tercihin eşiğine gelmiş bulunuyor. “Nostaljik” ve “tabucu” bir bakış açısına saplanmadan “devletçilik” ilkesinin yeniden tanımlanması halinde, günümüz sorunlarının çözümünde yol gösterici bir etkisi olduğu görülecektir.







Yaklaşık 90 yıllık bir geçmişi ve birikimi olan devletçiliğin, “Sosyal Devlet Devletçiliği” hedefiyle yeniden tanımlanması gereğin de ötesinde zorunludur. Tek bir çocuğun dahi yatağa aç girmeyeceği bir düzeni, tüm vatandaşlarımızı da kapsayan ve kucaklayan bir anlayışla hep birlikte kurmalıyız.

-1-


Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün altı ilkesinden biri olan “devletçilik”, 21. yüzyılın özgün koşulları içinde yeniden tanımlanmayı bekliyor. Bu yeni tanımlama, aynı zamanda içinden geçtiğimiz Covid-19 sürecinin önümüze koyduğu da bir zorunluluk. Salgın öncesine ait yaygın ekonomik uygulamalardan vazgeçilmesi gerektiğinin konuşulduğu bugünlerde “devletçilik”, sadece “nostaljik” ve “tabucu” bir yaklaşımla ele alınamaz.

Aksine, devletçiliği içinde bulunduğumuz yüzyılın temel ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm üreten bir “sosyal devlet” anlayışına dönüştürmeliyiz. Tarih bilinci yüksek bir yazar olan Kemal Tahir’in; romanının isminden mülhem, vatandaşlarına bir ana şefkatiyle yaklaşan, ayrım yapmayan ve karşılıksız seven, onları işsiz ve aşsız bırakmamanın mücadelesini veren, yemeyen yediren bir devlet anlayışını yeniden yaratmalıyız.

Devletçiliği, güçlü bir “sosyal devlet” olarak yeniden tanımlama önermemi detaylandırmadan önce devletçilik uygulamalarının, Türkiye ekonomi ve sosyal tarihi içindeki serüvenine ilişkin kısa bir anımsatma yapmakta yarar var. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 10 yılında, liberal ekonomi politikasının kuralları uygulanmaya çalışıldı. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar bu yönelimde belirleyici oldu.

Ancak özel sektörün desteklenmesine dönük liberal politikalar bekleneni vermedi, sanayileşmede istenilen düzeye ulaşılamadı. 1928’de yaşanan kuraklık dahil olmak üzere, diğer iç nedenlerin ve aşağıda daha ayrıntılı ele alacağım “1929 Buhranı”nın etkisiyle 1930’lu yılların başında “devletçilik” formülü öne çıktı. Kimi sosyal bilimcilerin, 1929 Buhranı olmasaydı da Türkiye’nin devletçiliğe benzer bir ekonomi politiğe yönelmek zorunda kalacağını savunduğunu da anımsamak gerekir.

‘MİLLETİN UMUMİ VE YÜKSEK MENFAATİ İÇİN...’


-2-


Devletçilik, 10 Mayıs 1931’de gerçekleşen CHP’nin III. Olağan Kurultayı kararıyla parti programına girdi. Devletçiliğin programdaki hali Atatürk tarafından kaleme alınmıştı: “Ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamûriyete (kalkınmaya - büyümeye) eriştirmek için milletin genel ve yüksek menfaatlerının icap ettirdiği işlerde -bilhassa iktisadi sahada- devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır.”

Bu haliyle devletçilik, “bireylerin özel girişimleri ve faaliyetlerini esas kabul edilmesi” ile vatandaşların mutluluğunun ve ülkenin kalkınmasının “en kısa sürede sağlanması” şartıyla, devletin belli alanlarda başrol oynamasını zorunlu gören bir ekonomi politik yaklaşıma işaret eder. Atatürk, böylelikle devletçiliğe ülkenin içinde bulunduğu duruma bağlı olarak kendisini yenileyebilen bir nitelik kazandırdı. Örneğin, mevcut parti programımızda yer alan “devletçilik” tanımı özetle şöyle:

“...CHP’nin devletçiliği, devletin halka hizmet için yapılanmasını, katılımcı yönetimi, demokratik hukuk devletini öngörür. Bizim devletçilik anlayışımız; yurttaş, devlet için değil; devlet, yurttaş için, anlayışının yaşama geçirilmesidir. Devletin tüm ekonomik, sosyal ve siyasal hedeflerinin odağında insanın olmasıdır...” Görüleceği üzere 1931’den günümüze kadar geçen süreç içinde “devletçilik” ilkesinin dönüşümü, “İçinden geçilen dönemin sosyal, siyasal ve ekonomik tablosuyla çelişmeyen, odağında insan olan, vatandaşının ihtiyaçlarını önceleyen; özel sektörün de içinde olduğu nitelikli kalkınmayı hedefleyen” bir tutarlılığa sahiptir.

‘ÇUKUR KAZDIR, ÇUKUR DOLDUR’


-3-


Yukarıda da andığım üzere devletçiliğin parti programına girdiği yıllarda dünya, tarihin en büyük ekonomik krizi olarak kabul edilen 1929 Buhranı’nı yaşıyordu. Gelir dağılımındaki eşitsizlikler, ülkelerin dış ödemeler dengesindeki bozulmalar, finans kuruluşlarının mali yapılarındaki sorunlar, kamunun piyasaya müdahalede gecikmesi, kamu ve özel sektör yatırımlarının azalmasına bağlı olarak istihdamdaki düşüş, buhranın temel nedenleri arasındaydı. Krizin gündelik hayattaki en önemli sonuçları istihdam alanında görüldü.

Dönemin gelişmiş ülkelerinde işsizlik ortalaması yüzde 8 düzeyinden, krizle birlikte yüzde 22 düzeyine yükseldi. Örneğin, krizin merkez üssü olan ABD’nin 1929 yılı işsizlik oranı yüzde 3.2’yken, 1932 yılında bu oran yüzde 24.6’ya çıkmıştı.

1929 Buhranı’yla birlikte Türkiye’nin de aralarında bulunduğu onlarca ülke, ekonomi politikalarında köklü değişikliklere gitti. Liberal politikalar yerini devletin ekonomiye doğrudan müdahalesini öngören politikalara bıraktı. Türkiye’nin tercihi de kendi özgün koşulları doğrultusunda “devletçilik” oldu.

Dünyanın genel eğilimi de Keynesçi politikalar yönündeydi. Türkiye’deki uygulamaları açısından bakıldığında da devletçiliğin, John Maynard Keynes’in ekonomi politiğiyle benzerlikler taşıdığı da söylenebilir.

Çünkü Keynes, 1929 Buhranı’nın yarattığı çöküşten kurtulmak için özetle, devletin piyasalara müdahalesini şart görüyor ve istihdamı teşvik eden yeni bir ekonomik program öneriyordu. “Çukur kazdırılıp kazdırılan çukurun doldurulması” ifadesi, bu önermenin popüler anlatımıdır. Amaç, insanların asgari düzeyde de olsa bir gelire kavuşmalarını sağlamaktı.

ATATÜRK: BÜYÜK BİR ISTIRAP İÇİNDE BUNALIYORUM


-4-


Buhranın, Türkiye’ye etkileri ile devletçiliğe yönelimin koşullarını anlamak için en önemli kaynak, Atatürk’ün TBMM yasama yılı açılış konuşmalarıdır. 1 Kasım 1930 tarihli konuşmasında Atatürk, “Özellikle tarımla ilgili ülkeler de duyulan dünya çapında bir ekonomik kriz vardır. Bu kriz, doğal olarak bizim ülkemizi de etkilemiş ve ağırlığını hissettirmiştir” diyordu.

Ekonomik krize karşı ülkemizin verdiği mücadelenin boyutları Atatürk’ün 1931’deki yasama açılış konuşmasına da yansımıştı: “Bu sınavda (ekonomik kriz) Türk milleti, yaşamı, çalışmaları, az şeyle yetinmesi ve özverisi ile övgüye değer bir güç göstermektedir.” Atatürk’ün “milletin az şeyle yetinmesi” ile kastettiği şüphesiz, yokluk ve yoksulluktu.

Dönemin Çankaya Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak, Anadolu’daki yoksulluğun Atatürk üzerindeki etkisini “Atatürk’ten Hatıralar” kitabında veciz bir şekilde anlatır. Kasım 1930 ile Mart 1931 tarihleri arasında uzun bir yurt gezisine çıkan Atatürk, bir gün Soyak’a döner ve şunları söyler:

“Bunalıyorum çocuk. Büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde durmaksızın dert, şikâyet dinliyoruz. Her yer derin bir yokluk, maddi-manevi bir perişanlık içinde.”

Ülkeyi kurtarmanın çaresi


Atatürk’e göre ülkeyi perişanlıktan kurtarmanın çaresi kalkınmayı hızlandırmaktı. Bu doğrultuda, 1933’te tamamlanan Birinci Sanayi Planı devreye sokuldu. Plan, uluslararası dayanışmayı da zorunlu gören temel bir anlayış içeriyordu.

Planın açıklanmasından kısa bir süre önce, TBMM’nin 1 Kasım 1932 tarihli açılışında konuşan Atatürk, bu anlayışı, “Biz, ekonomik güçlenmenin temelinin ancak her ulusun refah içinde yaşamaya ve ilerlemeye hakkı olduğunu kabul eden bir düşünceyle ve bütün ulusların birlikte çalışmalarıyla sağlanabileceği görüşündeyiz” sözleriyle özetliyordu.

Öte yandan Atatürk’ün bu görüşü, Osmanlı’nın kaçırmış olduğu sanayi devrimini yakalanması hedefini de ifade ediyordu. Demokrasinin Atatürk ilkelerindeki karşılığı olan “halkçılık” ile birlikte düşünüldüğünde devletçilik, Anadolu’yu ve Anadolu insanını sosyal politikalarla ve siyasal bir bilinçlenme süreciyle tanıştırdı; örneğin başarısız denemelere rağmen çok partili siyasi hayata geçiş taleplerini güçlenerek çoğalması ile sınıf tartışmalarına dayalı toplumsal yönelimler ve özellikle eğitim alanında yapılan reformlar bu çerçevede değerlendirilebilir.

Devletçilik, sanayi ve tarımsal yatırımların yurt geneline olabildiğince dengeli bir şekilde dağılımını da amaçlıyordu. Bu sayede tarımsal üretime dayalı ekonomiden sanayi üretimine dayalı bir ekonomiye geçişin ilk adımları atılmış oldu.

Ergani Bakır İşletmeleri, Ereğli Kömür Şirketi gibi devletleştirmeleri; Etibank ve Sümerbank aracılığıyla Anadolu’da kurulan fabrikalar ve sayısı artırılan maden işletmeleri nitelikli bir ekonomik- sosyal kalkınma ve istihdam artışı yarattı. Kamu işletmelerinin bünyesinde kurulan market, sinema, kreş vb. sosyal mekânlar da kentlerin dönüşümüne katkı sağladı.

Öte yandan büyük bir bölümü işletmelerin bulunduğu kentin sakini çalışanlar düzenli bir gelire kavuştu, kentlerin toplam geliri arttı. Fabrika ve diğer işletmelerin bünyelerinde okullar açılarak kalifiye eleman ihtiyacı karşılandı.

Böylece mesleki teknik eğitimin de temelleri atıldı. Bu süreçte genç Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluktan devraldığı borçları da taksitler halinde ödedi. Devletçiliğin tarım sektöründeki uygulamaları da her ne kadar sanayileşme arzusunun gerisinde kalmış ve bu nedenle haklı bazı eleştirilere neden olmuşsa da önemlidir.

Özellikle TARİŞ, TMO ve Fiskobirlik gibi bu dönemin kooperatifleşme örnekleri, Ziraat Bankası Kanunu, Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kuruluşu, şeker ve tekstil fabrikalarının açılması gibi örnekler tarım sektörü ile tarıma dayalı sanayinin gelişiminde öncü roller üstlendi.

Refah devleti ve sosyal devlet


II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılına kadar, 1924-1939 yılları arasında GSMH’deki yıllık büyüme ortalaması yüzde 6.6 düzeyine yükseldi. Demokrat Parti dönemini de kapsayacak şekilde 1941-1969 yılları arasındaki GSMH’deki yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 5.9 oldu.

Üstelik bu dönemin içinde “Yüzde 0” büyüme oranıyla 1940- 1948 yılları arasındaki bir dönem de bulunmaktadır. Devletçiliğin bir başka sonucu olarak nitelendirilen 1962-1979 yılları arasındaki “karma, müdahaleci ekonomik dönemin” yıllık büyüme ortalaması da yüzde 6.5 düzeyindeydi.

Dünyanın ve Türkiye’nin 1929 Buhranının sonucu olarak yöneldiği yeni ekonomik politikalar, “refah devleti” ve buna bağlı olarak gelişen “sosyal devlet” politikalarını da tartışmaya açtı. İngiliz parlamenter Sir William Beveridge’in “Beveridge Raporu”, tartışmanın temel metinlerinden biridir.

Sosyal devlet, özü itibarıyla, asgari refah seviyesinin korunması amacıyla devletin vatandaşlarına asgari bir gelir garantisi vermesini hedefliyordu. Bu nedenle 1942’de yayımlanan Beveridge Raporu, modern “sosyal devleti” doğuran adım olarak kabul edilir.

Rapor, özetle “Bireyin veya bireyin ailesinin, hastalık, iş kazası, ölüm vb. riskler” nedeniyle düzenli bir gelirden mahrum kalma ihtimaline karşı “sosyal güvenlik sistemi kurulması, aile yardımlarını, çalışanlara yönelik sağlık hizmetlerinin merkezi olarak planlanması ve yeni bir istihdam politikası” önerisinde bulunuyordu.

Tartışmalar hâlâ güncel


Türkiye, Beveridge Raporu’ndan çok önce 10 Eylül 1921’de bir yasa ile “Amelebirliği Biriktirme ve Yardımlaşma Sandığı”nı bir yasayla kurarak maden işçilerinin geleceğini güvence altına alma iradesini göstermişti.

Kaldı ki Türkiye, Beveridge Raporu’nun çalışma hayatının yeniden düzenlenmesine ilişkin dünya çapında yarattığı etkinin dışında da kalmadı. 1945 tarihli 4772 Sayılı İş Kazaları ile Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Hakkında Kanun ile 1946’da yürürlüğe giren 4792 Sayılı İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu ve 1950’ye kadar çıkan çalışma yaşamıyla ilgili diğer kanunlar, Beveridge Raporu’yla ortaya çıkan eğilimin, Türkiye özelindeki önemli örnekleridir.

Hatta yukarıda çok genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığım “refah devleti/sosyal devlet” temelli ekonomi politikaları, dünyayla birlikte Türkiye’de de 1980’li yılların başına kadar uygulanmaya çalışıldı.

Her ne kadar 80’li yıllardan itibaren liberal politikalar yeniden önem kazansa ve dahası yerini neo-liberal politikalara bıraksa da bu uygulamanın ışığında süren tartışmalar güncelliğini yitirmedi.

YENİ BİR TERCİHİN EŞİĞİNDEYİZ


-5-


Bugün ise Covid-19’la birlikte dünya, yeni bir tercihin eşiğine gelmiş bulunuyor. Örneğin, kamu harcamalarının sosyal güvenlik ve sağlık harcamalarını kapsayacak şekilde kısılmasının faturasını trajik bir biçimde ödüyoruz.

Oysa, yukarıda da değindiğim gibi “nostaljik” ve “tabucu” bir bakış açısına saplanmadan “devletçilik” ilkesinin yeniden tanımlanması halinde, günümüz sorunlarının çözümünde yol gösterici bir etkisi olduğu görülecektir.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin, neo - liberal politikalara teslim edilmiş yakın geçmişinin bizi getirdiği nokta, sanayileşmede yeni bir gerilemenin pençesinde olduğumuzdur. Bilginin ve teknolojinin en önemli meta haline geldiği bir dünyada, Türkiye’nin “katma değeri yüksek ürün” üretme alanındaki başarısızlığı kabul edilemez.

Bu nedenle, üniversitelerin de doğrudan katılımının sağlanacağı yeni bir sanayileşme hamlesi zorunludur. Özellikle bulunduğumuz coğrafyanın acı gerçeği olan gıda açığı sarmalına rağmen tarımsal üretimimiz can çekişiyor. 2002’de 27 milyon hektar civarında olan tarım arazimiz, 2019 yılı itibarıyla yaklaşık 23 milyon hektara gerilemiş durumda. Tarımdaki ithalat kalemlerimiz hızla artıyor, çiftçi sayımız hızla geriliyor.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kurulan köklü kooperatiflerimiz ve tarım işletmelerimiz liyakatsiz kadrolar eliyle etkisizleştirildi. Devlet tarımı destekleyen değil, ithalat yoluyla çiftçiyle rekabet eden bir yapıya dönüştü. Kalkınma politikalarında, planlamanın gücü ve önemi göz ardı edildi.

Devlet Planlama Teşkilatı gibi uluslararası saygınlığı olan bir kuruluş dahi kapatıldı. Planlı bir sanayileşmenin olmaması, Anadolu’nun büyük bir hızla boşalmasına neden oldu. Özellikle Karadeniz, Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu maalesef üvey evlat konumuna düşürüldü. Bugün ekonomi politikaları, iktidara yakın belli bir rantiye çevresinin kâr ve talan hırsına uygun yürütülüyor. Ülke, yanlış ekonomi politikalarının ve bu rantiye çevrelerinin aracılığıyla uluslararası sermaye gruplarının spekülatif kazanç kapısı haline getirildi.

Londra’daki bir avuç tefeciye ödenen faizler dudak uçuklatıyor. Hazine garantili işletmeler, hukuki olarak Türk hukuk sisteminin değil, Londra’daki uyuşmazlık mahkemelerinin güvencesi altında. Yurtiçindeki bir avuç rant çetesinin arzu ve istekleri doğrultusunda hazırlanan sözleşmeler, çocuklarımızın geleceğini tehdit ediyor.

HAZİNE GARANTİLİ İŞLETMELER KAMULAŞTIRILACAK


-6-


Bugün geldiğimiz noktada yaşadığımız sorunları dillendirmekten çok yeni çözümler oluşturmaya ve bu çözümleri tartışmaya ihtiyacımız var. Yeni bir çıkışa, yeni bir yola, yeni bir kararlığa ihtiyacımız var. Bu bağlamda:

1) Özgürlüğü, şeffaflığı, denetlenebilir olmayı, hukukun üstünlüğünü temel ilke olarak belirleyen, seçim sistemini en geniş temsil esasıyla düzenleyen parlamenter demokrasiyi merkeze alan yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.

2) Tüketime, ithalata dayalı bir ekonomik model yerine üretimi, verimliliği, katma değeri yüksek ürün üretmeyi hedefleyen yeni bir büyüme stratejisine ihtiyacımız var. Böylece hem yeni sürece güçlü hazırlanabilir hem de küresel ekonomide ortaya çıkacak yeni fırsatlardan yararlanabiliriz.

3) Pandemi süreci, kayıt dışı çalışma ve çalıştırmanın sadece ekonomik hayatı değil, toplumsal sağlığımızı da etkilediğini göstermiştir. Oysa ihtiyacımız olan kayıt dışı çalışmaya göz yumarak, hatta özendirerek önlem almayan devlet değil, vatandaşının geleceğini güvence altına alan bir sosyal devlettir.

Dolayısıyla “kayıt dışı istihdamın azaltılması ve gelir dağılımı eşitsizliğinin giderilmesi konularında özel sektörün de sorumluluk üstlenmesi” gerekmektedir. Bu bağlamda özel sektörün de hakkaniyetli, adil, çalışanlarının tüm haklarını gözeten, şeffaf bir istihdam politikasını sağlayacak yeni bir toplumsal mutabakata ihtiyacımız var. Bu bağlamda, daha adil bir vergi politikasına geçilmesi, sadece çalışanların değil, işletme sahiplerinin de talebi olmalıdır. Günümüzde asgari ücretin neredeyse ortalama ücrete dönüştüğü bir ekonomik düzenin, toplumsal barışı da bozucu etkisi olduğu unutulmamalıdır.

4) Buyurgan, baskıcı devlete değil, danışan, ürettiği çözümleri tartışan, sosyal adaleti sağlamak için çaba harcayan, vatandaşın ödediği vergilerin hesabını vatandaşına vermenin onurunu yaşayan bir devlet anlayışına ihtiyacımız var.

5) Özellikle Covid-19 süreci bize, herkesin temel sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının, hepimizin sağlığının korunması açısından devlet için vazgeçilemez bir görev olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla prim borcu vb. gerekçeler sağlık hizmetlerinden yararlanamamanın bahanesi olamaz. Bu bağlamda, Genel Sağlık Sigortası (GSS) pirimi, katılım payı ve ilave ücret uygulamalarının kaldırıldığı, temel sağlık hizmetlerinden eşit bir şekilde herkesin yararlanmasını sağlayan yeni bir sağlık sistemine, konut ve gıdaya ulaşım hakkının güvence altına alındığı yeni bir düzenlemeye ihtiyacımız var.

6) Anayasamız yoksulun, işsizin de korunmasını ve işsizliğin önlenmesini öngörmektedir. Bu kapsamda, işsiz bir bireyin, ailesiyle birlikte, iş bulana kadarki tüm geçimi ve sosyal güvenlik hakları kamu tarafından güvence altına alınmalıdır. Bu güvence sadece sosyal yardımlar yoluyla sağlanamaz; “Aile Destekleri Sigortası” bu güvencenin ilk ve kalıcı adımı olarak “mümkün olduğu kadar kısa zaman içinde” yaşama geçirilmelidir. Böylece dar gelirlinin korunması devletin bir “lütfu” değil, vatandaşın “hakkı” ve devletin de bir görevi olduğu bilinecektir.

7) Özel sektörün bütünüyle kontrolüne bırakılamayacak olan eğitim, sağlık, sosyal hizmet ve güvenlik alanlarıyla, doğal tekel alanlarının geniş çaplı bir istihdam hamlesiyle tahkim edilmesi “yeni devletçiliğin” sorumlulukları arasında yer almalıdır. Bu sayede yüz binlerce aile, en az bir bireyi yoluyla düzenli gelire kavuşmuş olacaktır.

8) Saray iktidarının, yandaşları için uyguladığı kayırmacı politikalar ekonomide istikrarsızlığa, kaynakların savurganca kullanımına, gelir dağılımında dengesizliğe ve Türkiye’yi üretimsizliğe mahkûm etmektedir.

Yandaş endeksli politikalar, sadece vatandaşın bugününü değil, çocuklarımızın geleceğini de ipotek altına sokmaktadır. Kaldı ki yandaşlar, ileride bir iktidar değişikliğinin kendileri için oluşacak bir riski de yok etmek için Londra’daki mahkemelerin yetkili kılınmasını iktidara kabul ettirmişlerdir.

Böylece sömürü düzeninin hukuk sistemi, egemen güçlerin kontrolüne (güvencesine) teslim edilmiştir. Bir iktidar değişikliğinde Türkiye’nin ve tüm çocuklarımızın, gençlerimizin mutlu ve özgür geleceği için bu sömürü düzeninin sonlandırılması gerekmektedir. Bunun yolu da hukuk içinde bu yatırımların kamulaştırılmasıdır.

Buradaki ilginç nokta, iktidarın kamu yatırımları olarak kamuya sunduğu yatırımların, sömürünün sonlandırılması için kamulaştırılmasıdır. Demek ki bu yatırımlar kamu yatırımı değildir, ama kamulaştırılması gereken yatırımlardır.

KAMUNUN ÖZEL TEŞEBBÜSLE ORTAK SORUMLULUĞU


-7-


Bu noktada CHP’nin 3. Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, Yön dergisinin 27 Aralık 1961 tarihli ikinci sayısında yayımlanan (Dergiyi çıkaran ekibin ilk sayısında yayımladığı bildiriyi eleştiren mektubu) mektubuna bakmak zihin açıcıdır.

Ecevit, mektubunda, bildiriye ilişkin itirazlarını sıralarken özellikle “devletçilik” ile ilgili şu görüşünü paylaşır: “...Önemli olan devlet işletmeciliğine her türlü özel teşebbüs imkânını köstekleyici ve teşebbüs ruhunu baltalayıcı avantajlar sağlamak değildir; önemli olan, devlet işletmeciliğine teşebbüs ruhunu, özel teşebbüse de devlet işletmeciliğinin toplumsal sorumluluğunu kazandırmaktır.”

Bugün doğrudan bir devlet işletmeciliğinin gerekli olup olmadığı tartışılabilir. Ancak tartışılamayacak olan özel teşebbüsün de devletin her türlü yozlaşmaya rağmen taşımaktan vazgeçemediği toplumsal sorumluluğunu kazanması gerektiğidir.

Günümüz koşullarında “devletçilik” anayasamızda da belirtildiği üzere “Çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek, çalışanları ve işsizliği korumak, çalışanları desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik ortamı yaratmak” amacından ayrı düşünülemez.

Dolayısıyla yaklaşık 90 yıllık bir geçmişi ve birikimi olan devletçiliğin, “Sosyal Devlet Devletçiliği” hedefiyle yeniden tanımlanması gereğin de ötesinde zorunludur. Tek bir çocuğun dahi yatağa aç girmeyeceği bir düzeni, tüm vatandaşlarımızı da kapsayan ve kucaklayan bir anlayışla hep birlikte kurmalıyız.

SON SÖZ


Şu bilinen bir gerçektir: Bir ülkede en büyük ekonomik aktör devletin kendisidir. Çünkü devlet vergi toplar, borçlanır ve bunlar dışında da bazı gelirlere sahiptir. Soru şudur: “Devlet bu kaynakları kim için, nasıl harcayacaktır?” Sosyal devlet olmak, refah devletini inşa etmek bu sorunun yanıtında yatmaktadır. Sosyal devlet mantığıyla yapılacak her harcama günümüz sosyal devletçiliğinin temel anlayışını yansıtacaktır. Yeniden anımsatmak gerekirse devlet, evlatlarını bir ana şefkatiyle, ayrım yapmaksızın ve yaptırmaksızın korumak ve kollamak zorundadır.
Editör: Haber Merkezi