YALNIZLIKTAN ÖLMEK



Yalnızlık sözlük anlamı “kimsesizlik” olarak geçer ve kelimeyi duyduğunda insanı bütün duyguları bir siyah balona hapsedilmiş hissi kaplar. İnsanların olumsuz baktığı bir kavram ve durum yalnızlık genellikle.Bir çok yazar, şair, düşünür yalnızlığı çeşitli şekillerde tanımlayarak, yaşamda somut bir durumla eşitlemeye çalışmışlardır. Hayatı boyunca yalnızlıktan bahseden J.P. Sartre, “yalnızlık; düşündüklerinizin kafanızın duvarlarına çarpıp, tekrar içerde kalmasıdır,” der. Kafka Milena’ya Mektuplar’da, “ içi insanlarla dolu büyük evler karşısında, gene de bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı, daha doğrusu: Kimi zaman yalnız kalabilmek mutluluğun ilk koşulu.”  der yalnızlık için. Yine zor şartlarda büyüyen ve zor şartlarda günün insanı olmaktan öte zamana ışık tutan yazar Virginia Woolf , “ sevmek insanı yalnızlaştırıyor.” diyor. “Dünyadan hafif adımlarla gülümseyerek geçen” ve dünyadan geçerken de izler bırakan bu insanların hemen hepsi yalnızlığa dem vurarak var oluşunu sorgulamıştır.


Yalnızlığa yüklediğimiz anlam aslında bizim hayata bakış açımızı yansıtır özünde. Yalnızlık duygusuyla başa çıkabilme kapasitemiz hayatla başa çıkabilmemiz ile doğru orantılıdır. Kendini ve hayatı sorgulama, yaşadıklarına bir anlam yükleme açısından hayatın bize hazırladığı bir ortamdır yalnızlık. Bu  ortamda, Sartre’nin dediği gibi, kafamıza çarpan düşüncelerin kafamızın içinde bırakmadan özgürleşmelerini sağlayabildiğimiz ölçüde biz de özgürleşiyoruz. Buradan da Arthur Schopenhauer'un , “yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez. Kişi ancak yalnız olduğunda özgürdür çünkü.” sözü ile buluşturabiliriz özgür düşüncelerimizi.
Günümüzde insanların kendisinden uzaklaş(tırıl)ması ile kendine bütünüyle yabancılaştığını hepimiz gözlemliyoruz. Kendini ifade etme biçimleri farklılaşmış ve insan kendine sanal bir yer edinme çabasına kapılmış durumda. Kendi yalnızlığına çekildiğinde bocalayan insan, yalnızlığı dolduracak nesneler arayışı içerisinde tüm değerleri nesneleştirmiştir. Özünde bu hali insanı daha çok yalnızlaştırmış ve güçsüzleştirmiştir. Kadını, toplumsal, psikolojik ve biyolojik olarak her yönüyle ele alan Bell Hooks, “ yalnız kalma ya da sevilmeme korkusu tüm ırklardaki kadınların cinsiyetçiliği ve cinsiyetçi baskıyı pasif olarak kabul etmesine sebep olmuştur.” derken, yalnızlık korkusunun bireysel olarak olduğu kadar toplumsal olarak da nelere sebep olabileceğini çok güzel vurgulamıştır. Ebette toplumun geldiği nokta sadece kadının bu tutumu ile açıklanamaz. Bu ayrı bir araştırma ve inceleme konusudur. Fakat yaşamsal dönüşümün en önemli basamağını oluşturması açısından vurgulamaya değer görüyorum.
Peki nerden başlayacağız yalnızlığımızı beslemeye? Bu soru, her bireyin yaşam biçimi ve ilgi alanına göre farklı farklı olarak açıklanacağı gibi, temelde Tarkovski’nin şu sözü ile başlayabiliriz: “Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin.”  Bunu yapabilirsek, belki kendimizi tanıyıp, kendimizi sevmemiz mümkün olabilir. İnsanlara bir nesne gibi bakıp; bizi seven bize değer veren insanlara yalnızlığımızı paylaşmaya hazır “çantada keklikler” olarak bakmayız belki o zaman. Ne istediğimizi bilmenin özgürlüğü ile ayaklarımız yerden kesilir belki. Kendimize uygun değerler ve yaşam biçimlerini bulup ona göre yaşamanın neşesini saçarız belki etrafa. Tüm dünya bizimmiş gibi dolup taşarız; ve yalnız öleceğimizin bilinciyle aslında hiçbir şeyin bizim olmadığının da özgürlüğü ile tüm yüklerimizden kurtuluruz belki. Gerçek sevginin içimizden geldiğini ve bunun için sonsuz evren dışında hiçbir nesneye ihtiyacımız olmadığının mutluluğu ile gözlerimiz dolar belki, ne dersiniz? Fena mı olurdu tüm bunları hissedebilsek? Yalnızlık değil, bu hissiyatsızlık öldürecek bizi!


Bir de gidişleri yalnızlığımızı harlayanlar var elbet....
Sevgi ve sonsuz özlemle...

Editör: Haber Merkezi