İnsanlık tarihinin şahitlik ettiği büyük trajediler toplumun ahlaki ve politik değerlerine saldırılarla ve toplumun kendi değerlerinde yaşanan zayıflamalarla ortaya çıkmıştır. Toplum binlerce yıllık hegemonik uygarlığın her türlü saldırısıyla sarmalanmışken adeta mahşere koşar halde ilerlemektedir. Her türlü kötülüğün sarmalında hücrelerine kadar ahlaksızlığa bulaştırılmış bir toplum, kendi sonuna doğru koşmaktadır. Öyle ki tıpkı Oidipus’un kızı Antigone gibi insanlığın kendi toplumuna karşı işlediği suçlarla doğuştan suçlu kılınıldı. Oidipus, kahinin kendisine dair öngördüğü kehanetten kaçtığı için başka ülkelere sığınır. Kahin, Oidipus’un babasını öldürüp annesi ile evleneceğini söylemiştir. Ancak o, kehanetten kaçarken adeta kendi yazgısına koşmuştur ve kaçtığı ülkede kehanet gerçekleşir; Oidipus bilmeden babasını öldürüp annesi ile evlenir. Bu evlilikten de Antigone adlı bir kızı olur. Antigone tanrılar karşısında doğuştan suçlu ilan edilerek değiştirilmeyen yazgının suçlusu olur. Tıpkı bu tragedyadaki gibi yaşadığımız çağa devredilen insanlık suçları, günahları büyük bir hızla artarak her yeni nesle mürekkep gibi bulaşmaktadır. Tarih bilmezlikle oluşan körleşme nedeniyle kim haklı-kim doğru ikilemi artmaktadır. Tıpkı bu tragedyadaki gibi toplum, işlenen suçlara o derece ortak olmuştur ki; bu suçların fazlasıyla günahkarı kılınmış olarak “kötülüğün sıradanlaştığı” bir çağda yaşamaya mahkum edilmek istenmektedir. Yaşananın aksine binlerce yıl insanlık iyi, doğru ve güzel olanı aradı; arıyor da… Toplum laneti ve kutsalı, güzeli ve çirkini, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini bildi. Kendini böylece arındırdı. Platon’un dediği gibi “isteyerek hiç kimse kötü olmaz” dedi. Ancak kendi bütünselliğinde saklı olan bir diğer gerçekte isteyerek kötü olma, kendine ihanet etme haliydi. Bu gerçek her çatlakta büyüdü ve zamane toplumu bu kirli suyun içinde boğulmayla karşı karşıya kaldı. Böylesi bir intiharı anlamak için sorunun kaynağını doğru tanımlamak gerekiyor. Toplumsal bünyede oluşan tüm hastalıklar esas olarak ahlaki ve politik dokuda yaşanan yarılmalarla ortaya çıkmıştır. Bu su götürmez gerçeği anlamadaki kör nokta, birikerek, toplumu doğru anlama ve tanımlamada yaşanmıştır ve yaşanmaya a devam etmektedir.

Toplumu Doğru Tanımlamak

Bilge toplum tanımını yaparken ahlaki ve politik birimi esas alır. “Temel birimimizi ahlaki ve politik toplum olarak belirlememiz tarihsellik ve bütünsellik boyutlarını kapsaması açısından da önem taşımaktadır. Ahlaki ve politik toplum en tarihsel ve bütünlüklü toplum anlatımıdır.” demektedir. Toplumsal doğanın temel niteliğini anlamak öncelikli olarak tarihsel olanı bilmeyi ve bunu bütünselliği içinde, hakikati parçalamadan anlamayı önceler. Toplum kendini nasıl ve neyle tanımlamış, hangi kimlik örgüleriyle ifadelendirmiş, bunları bilme ve toplumun kendi gözünden anlamaya çabalama arayışı yoğundur. Bilge, sosyolojik yöntemini belirlerken toplumu ahlaki ve politik olarak tanımlayarak tarihsel gerçekliklerle hakikate ulaşmayı başarmaktadır.

Bilge tarihsel toplum hakikatine kendini yakınlaştırırken var olan toplum algılarını da eleştiriye tabi tutar. Özelde de pozitivizmin toplum algısını eleştiri süzgecine tutarken, Marxsizm’in toplum fikirlerindeki yanılgıları serimler. Pozitivizm değişmez Tanrısal yasalar gibi tarihi ele alırken tarihi düz­-ilerlemeci bir yöntemle yorumlarken yaşanan her olguyu da ilerlemenin kaçınılmaz yasası olarak görmüştür. Devleti, sınıflı toplumu olumsuzlamak yerine normalleştirmeleri de buradan kaynağını almaktadır. İndirgemeci yaklaşımları toplumu birinci doğa ile ikinci doğa olarak ayrıştırmalarına sebebiyet verir. Marx da pozitivizmin olguculuğundan ve ilerlemecilik yasasından etkilenerek toplumu salt olay ve olguların darlığında tanımlamıştır. Tarih incelemelerinin esas noktası ekonomi, üretim araçları ve bunun ilişkileri olmuştur. Toplumu sınıflı-sınıfsız, ilkel-modern, feodal-kapitalist tarzda ikilem ve parçalılıkla ele alıp tarihte yaşanan sınıflı toplum biçimlerini de zorunlu olarak görür. Zorunlu ilerleme yasası ise, toplumun tüm sınıflı toplum aşamalarını yaşamasını gerekli kılar ve bu devletçi zihniyetin etkisi altına girmesine neden olur. Yine toplumsal tarih salt sınıf mücadeleleri tarihine indirgenir. Toplumun kendisini inşasında da maddi yapıya öncelik vererek metafizik olanı öteler. Elbette Marx’ı kendi yaşadığı koşullar içinde ve o çağın mevcut bilmelerine göre ele alarak eleştirmek de gerçeği bilmenin ön koşullarındandır. Kendi çağında antropolojik ve arkeolojik araştırmalar günümüzün gerisindedir ve ne Sümerlere dair ne de doğal topluma dair bilgi yoğunluğu yoktur ancak Marx sahip olduğu fikirlerle Marxizmi yaratıp sosyolojik mücadelelere kaynak oluşturduğu için, toplum tahlilini neye dayandırdığını bilmek önemli olmaktadır. Bilinenin aksine Bilge toplumu tanımlarken katı bir yapı olarak değil, esnek doğası ile anlamlandırır. Mekan ve zamana bağlı kalarak yöntemde düz-çizgisel ilerlemeciliği değil, farklılaşan evrensel gelişmeyi izahata kavuşturacak şekilde ilerlemeyi ve döngüselliği iç içe alan, “an”da yaşananla sonsuz olanı birbirinden koparmayan ”farklılık içinde birlik” anlayışını barındırır. Binlerce yıllık tarih demokratik uygarlığın hegemonik uygarlıkla ilişki, çalışmasını anlatırken bu tarihsel akışta toplumsal ilerleme kadar, durma, gerileme yaşanabilmiş “an”da yaşananlar da tarihsel geçmişini yansıtabilmiştir. Toplumsal tarih demokratik uygarlığın direniş tarihi olmuştur. Toplum bu düzlemde analiz edilirken de, karşıtında yer alan hegemonik uygarlık beş bin yıllık tarihinden koparılıp ayrıştırılmadan, farklılıklarıyla, bütünselliği içinde tanıma kavuşmuştur. Hegemonik uygarlık tanımının bu yöntemle yapılması; devlet, sınıf, iktidar olguları ile bunların zihni ve kurumsal yapılarının tahlilinin net konulmasına sebep olmuştur. Ekonominin gerçekte ne olduğu, devletin nasıl kurumsallaşıp kimin hizmetinde olduğu, bu iktidar ve devlet yapılarıyla sürekli ilişkide olan din, mitoloji, felsefe ve pozitif bilimin nasıl bir çıkar birliği sağladığı gibi nice huşu aydınlığa kavuşturulur. Karşıt ideoloji, yapıların ne olduğunun net olarak ortaya konulmasını ve toplumun nasıl tanımlanması gerektiğini açığa çıkarır. Bir nevi toplumu bilmeye giden zihinsel yapıda yol temizliğini gerçekleştirir. Toplum hegemonik uygarlığın icadı olan sınıflarla tanımlanmaz. Doğal toplum özellikleriyle ele alınarak, toplum doğasının inşa gücü olan ahlaki ve politik birimle çözümlenir, tanıma kavuşur. Toplumu salt sınıf odaklı tanımlamanın yarattığı bir yanılsama olarak ekonomik indirgemecilik olarak ele almak tarihsel toplum gerçekliğini daraltmak olur. Oysa toplum sınıflardan önce klan, aile, kabile, aşiret ve sırasıyla kavim ve ulus unsurlarıyla kimlik kazanır. Salt ekonomik yapısıyla toplumu tanımlamanın kusuru maddi olguları esas alıp manevi-metafizik yanı yok saymaya kadar götürür. Bilge, toplumu yaratmış olduğu kültürlerle, inanç sistemiyle metafizik özelliğiyle de tanımlar. Maddi ve manevi kültürleşme birbirinin tamamlayıcısı olarak, toplumsal gelişmeyi sağlamıştır. Alt-üst yapı ayrımına girilmez. Metafizik yaratımlar özelde de inanç sistemleri toplumun zihinsel esnekliğini de yansıtırlar. Ahlak, din, kültür, sanat metafizik alanlar olarak toplumda kurumsallaşmışlardır. Toplum, yaşama dair en güçlü olan değerlerini bu şekilde yaratmıştır. Kutsallık toplumun yararına olanın, onu bir arada tutan şeylerin anlamını güçlendirerek korur. Lanetlenen şey ise topluma zarar verendir. Kutsal olan ve lanetli kılınan, iyi ve güzel olanla çirkin olanın ayrışması metafizik olarak yapılacak bir davranışa, düşünce biçimine, yaşam tarzına kavuşturur. Bu şekilde toplumsal hafıza oluşturulur. İnsan kendi yaşamını da bu şekilde kolaylaştırır, acıya dayanma gücünü oluşturur, yaşamın moral kaynaklarını büyütür. Toplumsal sorunların tanımını yaparken de, toplumu toplum yapan temel değerlerden uzaklaşılması merkeze alınmalıdır. Toplum ahlaki ve politik özelliğiyle ele alınırsa, sorunun kaynağına da bu özellikten yoksun bırakılmasını koyarız. Nasıl ki toplumsal inşa insan eliyle sağlanmışsa, toplumsal sorunlar da insanın kendi eseri olmaktadır. Bilge, bu sorunu yaratan temel gücü tekelci yapı olarak ele alır. Tekel; özelde devlet eliyle biriken artık-değeri tanımlar. Tekeli biriktiren güçler kent, sınıf ve devlet türevleriyle; ekonomik, askeri, politik, ideolojik, ticari kapsamda birikim ve güç sağlar. Tekelci yapı binlerce yıllık ömrüyle, toplumu ahlaki ve politik yapısından uzaklaştırarak kendilerini iktidar kılabilmişlerdir. Toplumun tüm değerlerinin gasp edilmesi, zora dayalı olarak köleleştirilmesi, ideolojik ve fiziki hakimiyetin toplumu darbelemesi, ciddi toplumsal sorunları yaratmıştır. Bilge, topluma yapılan ilk tekelci vurgunu ve talanı tanımlarken şöyle demektedir: “Toplumsal ahlak ve politika ilk ölümcül darbeleri bu tekel sorunuyla yenmiştir. Komünal toplumun yapıtaşları olan ahlak ve politika alanları tarumar edilirken üstte tekel mensuplarının dar topluluklarına özgü egemen ahlak (gerçekte ahlaksızlık) ve politika (Tanrısal devlet) egemen kılınmıştır. Toplumsal ahlak ve politikanın daha gelişmeden dumura uğratıldığı kesindir. Yerlerine ise Tanrısal düzen olarak egemenlerin yaşam çılgınlıkları ve ilahlık idealleri yerleştirilmiştir. Topluma ancak bu anlatılanı kutsal inanç olarak benimseme hakkı tanınmıştır.” Hegemonik tekelci uygarlık kapitalist modernite çağına kadar da ister mitoloji, ister felsefe isterse de din aracılığıyla olsun, kendi tekelci iktidarını korumak için toplumsal ahlak ve politikaya her türlü saldırıyı yapmıştır. Toplumsal sorunun kaynağına bu tarihsel gerçeği koymak, toplumsal sorunlardan doğru çıkış ve çözüm yöntemlerinin ve düşünsel yapıların da örgütlenip gelişmesini sağlar.

İyi, Doğru ve Güzelin Bilinç Formu ve Ahlak

Ahlak ve politika kavramlarını toplumdan ayrı ele almak kadar birbirinden ayrı düşünmek de kusurlu, eksik tanımlamalara yol açar. Ahlak ve politika kendi başlarına anlamlar dünyası yaratsalar da, kendini gerçekleştirme koşulları beraberliği gerekli kılar. Tarihte birçok filozof, düşünür ahlaka dair farklı tanımlamalar yapmış, etik teorisini geliştirmişlerdir. Ancak bu düşünceler kendini kurumsallaştırıp inşa edemediğinde politik alan insanı da geliştirememiştir. Diyebiliriz ki bugün politik alan ziyadesiyle toplum dışı, iktidar odaklı, yalan, kirli olanı tanımlar hale gelmişse, en önemli sebeplerden biri de ahlaktan kopartılmış olmasıdır. Politika, iktidarı yürütmenin aracı haline getirilerek toplum hakim iktidar gücüne kavuşturulmuştur. Bu sorunun kendisi politikanın doğru tanımlanmamasıyla ilintilidir. Ahlak ve politikanın toplumu oluşturan temel güç olduğu ve demokratik toplumu, ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğünü ifade ettiğini belirten Bilge, resmi uygarlığın karşısında toplumun öteki yüzünün demokratik uygarlık olduğunu ortaya koyar. Ahlaka en basit şekliyle “toplumsal töreler, alışkanlık ve kuralara göre yaşamayı bilme” diyebiliriz. Toplumun tarihsel süreçler içinde kendi bağrında geliştirdiği töre, alışkanlık ve kurallar aslında daha iyi, güzel, doğru olana ulaşmayı ve buna göre yaşamayı esas alır. “Düşünerek iş yapma ve bu işin nasıl yapılacağını belirleyen kurallar ortaya koyma eylemi” ahlakı oluşturur. Yaşamın en temel ihtiyaçlarının karşılanması kendi başına ahlaki kuralları belirler. Doğal toplum sonrası, resmi uygarlığın gelişmesi, büyüyen, karmaşıklaşan, farklılaşan toplumsal bünye ahlaki ihtiyaçları daha da arttırmıştır. Özelde de toplumsal sorunların baş göstermesi, iktidar gücünün toplum üzerinde geliştirdiği tekelci yapı ahlaki ve politik sorunları arttırmıştır. Etik, temelde bu sorunlara cevap olma, toplumsal varlığı tanımlama ihtiyacıyla ortaya çıkmıştır. Ahlakın teorisi olarak etik ahlakı sorgulama alanı oluşturur. Bilge “Benim tanımladığım etik; özgürlük ahlakı ve bilincidir, buna göre zihniyet kazanmaktır. Estetik ise özgürlük ahlakı ve bilinci doğrultusunda oluşmak, tarz, tempo, üslup kazanmaktır.” demektedir. Kimi ahlak teorilerindeyse toplumsal gerçeklik yok sayılarak bireyi toplumun değil, devletin bir üyesi sayarak devlet odaklı yaklaşımlar geliştirilir. Örneğin Platon yetkinleşmeyi bireyin kendisinde değil, iyi düzenlenmiş toplumda arar ve toplumu bütün olarak mutluluğa götürecek olanın da devlet olduğunu belirtir. Bilgelik, cesaret, akıl ve adalet erdemlerine sahip olan yurttaşlar içinde köleler olmaz.  Köleler yurttaş olamayarak ahlaki yaşam yeteneğinden uzak ve yoksundurlar. Aristoteles devlet-toplum felsefesini ahlaki anlayışla sımsıkı birleştiren bir filozoftur. Ona göre devlet en yüksek topluluktur ve bu nedenle devlet doğal bir durumdur. Bu devlette güçlüler yönetir, güçsüzler boyun eğer. İyi yaşamın ancak devlette sağlanacağını, bu devleti yöneten seçkinlerin soylu ve mutlu olduğunu dile getirir. Zaten burada açığa çıktığı gibi, uygarlık süreciyle beraber, devletin ortaya çıkışı, bu devlet yapısının toplumun önüne konulup esas aidiyeti belirlemesi beraberinde devleti yöneten kurallar bütünü olarak hukuku ahlakın yerine geçmesine neden olmuştur.  İlk Hammurabi yasaları ile beraber devlet normlarını tanımlayan hukuk kurallarının hepsi, günümüze kadar da, ahlakın ihtiyaç halinden çıkıp toplumun hukukla yönetilmesi ihtiyacının önemli olduğu yargısı hakim kılınmak isteniyor. Bu durum toplumun ahlaksız kılınarak devlet hukukuyla yönetilmesi amaçlı bir saldırıya bürünmüştür.

Ahlakın dinle ilişkisini de doğru tanımlamak gerekiyor. Tıpkı uygarlığın kendisi gibi din de ikili bir karakter taşır. Dinin uygarlık karakteri taşımadan önce ahlakla ilişkisinin, demokratik toplum muhtevasına uygun olduğunu doğal toplumun inanç sisteminden de biliyoruz. Ancak ahlakın en katı halini din temsil eder. Ancak iktidar ve devlet çıkarlarına denk gelecek şekilde dinin Tanrı’yı baskı ve sömürü düzeninin kural ve yasa koyucu gücü haline getirmesi, toplumu bu şekilde ağır cezalandırması yaşanan farklılaşmayı tanımlar. Bilge “Uygarlık tarihi boyunca dinin iki karakterli kimlik, gelenek, kültür olarak gelişmesini anlamlandırmak mümkündür. Uygarlık güçlerinin kimliği olarak din ve Tanrı ne kadar korku, ceza, cehenneme atma, aç bırakma, yok etme, merhametsizlik, savaş, tahakküm, hükümran, sahip, tapınma kavramlarıyla yüklüyse ahlaki ve politik güçlerinin din ve Tanrı kimliği de cesaret, af, bağışlayıcılık, umut, rızksız bırakmama, var etme, merhamet, sevgi, barış, özünde erime, kavuşma kavramlarıyla yüklüdür” demektedir. Peygamberler toplumda yaşanan ahlaki ve politik yozlaşmaya karşı bilgece çıkışı tanımlar. Musa peygamberin kendi kavmine “on emir”le seslenişi aslında din adına büründürülen ahlaki ilkelerdir. İnanç ikinci planda ve zayıftır.

İsa’nın çıkışı toplumun kurtuluşudur. Bu nedenle İsa’nın diğer adı Mesih(kurtarıcı)’dir. Dönemin yoksul kitlesini sahiplenen bir kurtarıcıdır. Yaşanan yoğun savaş ortamında toplumsal barışa çağrı yapar. Muhammed’in Arap toplumu içinde kabileleri ortak din kimliği altında birleştirmesi, dini ibadetlerle aslında toplumu her yönlü eğitmeyi amaçladığı, özelde “Medine sözleşmesi”yle toplumsal sorunlara çözüm sunduğu bilinmektedir. Ancak tüm bunlara rağmen İbrahimi dinler tekelci devlet yapılarının elinde hakim ideolojik kimlik haline getirildikçe özünden uzaklaşıp ahlaki ve politik toplum karşıtı bir yapıya dönüşmüşlerdir.

Kapitalist modernitenin ruhunu temsil eden Protestan ahlakını da incelemek, dinin nasıl ahlak eliyle toplum karşıtı bir kuruma dönüştürüldüğünü anlaşılır kılacaktır. Max Weber’in özel olarak ilgilendiği Protestan ahlakı, kendi deyimiyle toplumu demir kafese alıp dünyanın büyüsünü bozmuştur. Katolik inancın aksine birey-Tanrı arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve bireyin kurtuluşunun dışarıdan değil, kendinde aranmasını ister. Aslında kapitalist modernitenin ortaya çıktığı ilk süreçlerde başlayan orta sınıf iktidarlaşmasının, bunun üretim anlayışını nasıl olması gerektiğini yeni normlarla inşa eder. Ticaretin, paradan para kazanma yöntemleri her şeyin önüne geçer. Para kazanmanın tüm pragmatist gereklilikleri adeta ahlaki bir ödev haline gelir. Akılcı düşünüşün öne çıkıp manevi değerlerin geriye düşmesi nedeniyle akılcı olmak ve aklı daha fazla kazanmanın hizmetine sokma gerekliliği oluşur. Bireyin kendini Tanrıya adaması için bu dünyada yapması gereken şeyler vardır. Bu; her şeyden önce çalışmak, kendini mesleğe adamakla sağlanır. Çalışmak inancın temelinde vardır. Katolik inancındaki keşişler gibi dünya işlerinden el çekmek kabul edilemez. Bu mezhebin kurucularından olan Luther de dünyevi meslek yaşantısını öne çıkarır. Oysa Katolik mezhepte meslek ifadesine bu derece yer verilmez. Kişi sıradan bir işte çalışırken dahi, bu görevin gereğini yerine getirmeli, özdenetim sağlamalıdır. Kendini bağışlamak, Tanrıyı yüceltmek için daha çok çalışırken, zamanı boşa harcamamalıdır. Zamanı boşa harcamak, tembellik, boş konuşma, lüks ve daha fazla uyku adeta günah sayılır. Meslek yükümlülüğünü yerine getirerek zenginleşmek ahlaki olarak uygun bulunur. Tüketimi ve lüksü kısıtlayıp sermaye bıraktırmayı önceler. Nitekim Protestanlığın geliştiği Hollanda’da (17. yüzyılda) sermaye gücünün diğer ülkelerden fazla olması en fazla da Protestan mezhebin yarattığı etkiyle bağlantılıdır. Kapitalist modernite insanları daha fazla çalıştırmak, zenginleştirmek ve biriktirmek tüm yaşamı çalışmaya odaklamak için tarihte görülmemiş şekilde fikirler sunarak, bunu topluma benimsetebilmiştir. Oysa kapitalist modernite öncesindeki hiçbir inanç, din, toplum biriktirmeyi kabul etmemiştir, hatta reddetmiştir. Ortalama bir insan Orta çağda bile elinde olanı yemeyi kendine yeterli görür. Kapitalizm geliştirmiş olduğu Protestan ahlakı ile aslında ahlakla ilgisi olmayacak şekilde toplumu kendi sistemi içinde yaşamaya, çalıştırmaya inandırmış ve bunu normalleştirebilmiştir.

Kapitalist modernite bir sermaye birikim sistemidir ve kendini iktidar kılabilmek için milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, bilimcilik gibi ideolojilerle toplumun gözeneklerine kadar sızmıştır. Toplum büyüyen ve kendi içine kadar sızan bu yeni iktidar sistemi karşısında ahlak ve politikadan yoksun kılınarak yönetilebilinirdi. Bu nedenle toplumun inanç sistemine, yaşam tarzına, kültürüne, tarihine, onu kendisi yapan tüm değerlerine saldırmaktadır. Bu boşluğu da ulus devlet kutsallığı, daha çok çalışıp daha fazla kazanma aç gözlülüğü, her şeye sahip olma arzusunun kışkırtıcılığı ile yapmaktadır. Ahlaki duyguları, düşünceleri toplumsallıktan kopartarak özelde kitle iletişim araçlarına hakim olan endüstriyalizm ve devlet kendine göre yönlendirmektedir. Ahlaki ve politik toplumda yaşamın anlamı iyi, doğru ve güzele dair toplumsal kimlikle yaşamakken, yaşadığımız kapitalist modernite çağında insanların önüne yaşamın tek amacı olarak mutluluk ve hazza ulaşmak olarak konmaktadır. Ancak sorunsallık bunun kimin için ve neye sahip olmak adına istendiğidir. Erich From ahlaki bir sorunsallık olarak, “sahip olma” ve “olmak” ikilemini ele alır. Sahip olma bencilce başkalarına karşı yapılan bir eğilimken; “olmak” özünde belli bir sürece dayalı gelişen özgürlüğü eleştirel sorgulayan, düşünceyi önceleyen ve insanları sevmeye dayalı bir aktivitedir. Yaşanan ahlaki çürüme “sahip olma” ihtirasını bencillik, kendi çıkarlarını düşünme, aç gözlülük olarak davranışa yansıtır. Her şeyi kendisi için ister, bölüşmek yerine sahip olmayı seçer ve esas haz kaynağı da bu olur. Kişi ne kadar çok şeye sahip olsa mutlu olacağına inanır, ancak bu sonsuz arzusunu tatmin edemeyince de sürekli huzursuz, kıskanç ve az olandan korkan biri haline gelir.  Erich From bu şekilde ahlaki davranış sorunlarını çözümlerken “olma” hali ve aktivitesini ahlaki ve toplumsal bir özellik olarak tanımlar ve şunu sorar: “Nasıl olur da varlığı tehlikeye düşmüş bir birey buna karşı tepki göstermez, bu deliliğin işaretidir” der. Kapitalist modernitenin yarattığı insan tiplemeleri, sergilenen davranışlar üzerinden ahlaki sorgulamalar yapan Erich From bu sorunu yaratan iktidar sistemini, toplumu yönetme aracı olarak duyguları, haz ve arzuları nasıl yönlendirdiğini de çözümlemiş olur.

Modernitenin eleştirel filozoflarından bir diğeri de Friedrich Nietzsche’dir. Kendini Zerdüşt’ün çömezi olarak tanımlayan Nietzsche, Tıpkı Zerdüşt gibi ahlaki itirazlarını ortaya koyar. Zerdüşt’ün sahip olduğu öğretiyi büyük bir ahlaki devrim olarak tanımlayan Bilge “Zerdüşt yaşadığı çağın her türlü mitolojik ve dinsel hegemonyasına karşılık dünyevi ahlakı savunan, uygarlık çağının bu Tanrılarını da ahlaki eleştiriyle yargıladığını” belirtir. Nietzsche’nin eleştirel etiği de tıpkı Zerdüşt gibi Hristiyanlığın dinsel hegemonyası ve ahlakına dayanır. Hristiyanlığın yarattığı ahlak, efendi ve köle ahlakı olarak tanımlanır. Din eliyle yaratılan efendi ahlakı zora, baskıya ve acıya dayalı hafıza oluşturulduğunu belirtir. Efendi ve köle ahlakında güç ilişkisinin belirleyici olduğu, iyi-kötünün de bu ikilemle yaratıldığı, bunların yarattığı değer yargılarıyla kendini inşa ettiği ortaya koyulur. Köle ahlakında çileci değerler vardır ve efendi ahlakının aksine hakim değerler güç ve başarı yerine acı çekmeye dayanır. Köle olan hep itaat ederek olumlanır, suçluluk duygusu hakim kılınır. Dini otorite insanları, korkuyla, emirle yönetilerek ahlaki kurallar oluşturulur ve bunun eleştirisini yaparak, toplumun bu şekilde aptallaştırıldığını söyler. Bu kişilerde alışılmış tepkiler beklendiğinde toplum sürü haline getirilir. Bu ahlak ahlaksızlıktır ve kendi kendini yıkmıştır diyerek “Tanrı öldü.” der. Ona göre ahlak aşkın bir kaynaktan beslenmemelidir. Hristiyanlığın aksine hayatı sevmek onu esas almak yani dünyevi olmak öncelenir. Zerdüşt’ün ahlaki yargılarıyla Nietzsche verili sistemin yarattığı ahlaka eleştirilerini sunan bir filozoftur.

Nice filozof verili ahlaka eleştirilerini sunarak, yaşanan toplumsal sorunlara ahlaki çözümler üretmeye çalışır. Bunlar toplumsal tarih ve onun hafızasında önemli değerler oluştururlar. Ancak kavramsal sorunsallıklar da yok değildir. Ahlaki olanın ortaya konulan kavramlarla izafi olarak tanımlanması, zihinsel karmaşaya ve politik başarısızlıklara da yol açar. Toplumu doğru tanımlamamak, hakim sistemi anlama kısırlığı, ahlakı politikasızlaştırmak kavramsal sorunları yaratmaktadır. Her şeyden önce ahlaki otoritenin kaynağına toplumun değerler toplamını koymak; toplumsal ahlakın kolektif hafızasıyla, ortak sorumluluklarla, ikna olarak, sorumluluk bilinciyle, birey ve toplumun uyumunu sağlatarak vicdani bir gelişme olarak görmek esastır. Toplumsallık ahlaki bilincinin oluşmasıyla yeni özgürlük bilincinin inşasıyla sağlanır.
Editör: Haber Merkezi