MÜZE HAPİSHANENİN ARDINDAKİ

MÜZE HAPİSHANENİN ARDINDAKİ



“Dışarda deli dalgalar/gelir duvarları yalar/dertlerin kalkarsa şaha/ çevir başını gökyüzüne- deniz gibidir gökyüzü”. Ozan öyle demişti; deniz bu, oyalar seni. O da oyalamazsa; aldırma gönül aldırma/ ağladığın duyulmasın/aldırma gönül aldırma!/görecek günler daha…

 

“Sinop Kalası’ndan uçtum denize- tam üç gün üç gece göründü Rize…”Bir başka yüzyıldan kalma gibidir şiir ve ezgi. Hikayesini de anlatır: “Sene binüçyüzkırkbir-nefsime uydum, bir cana kıydım-katil defterine adımı yazdım…”.Sonrası malum; tam beş yüz atlı ile önü kesilir ve hikaye orada yarım kalır. “Eşkıya dünyaya hükümran olmaz” der o zaman. O katildir, ama dünya eşkıyadır! Daha doğrusu eşkıyaların elindedir dünya.

 

 



Savaşlardan savaşlara el değiştire değiştire hapishaneye çevrilen Sinop Kalesinde kürek mahkumlarının öykülerinin yerini, rejimin siyasi tutsakları alacaktır.

Hepimiz Sinop Kala’sının hapishanesinin hikayesini Sabahattin Ali ile anarız.Oysa hiç olmazsa tarih sıralamasındahikaye, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının oraya kapatılması ve de firarıyla başlar. 20. Yüzyılın hemen başında İttihat Terakki’nin tutsakları sonrasını haber veriri gibidir zaten. İçlerinde Mustafa Suphi’nin de olduğu aydınlar, bir gece yarısı bir takayla yüzlerini Rusya’ya çevireceklerdi. Zaman 1. Paylaşım savaşı zamanı. Toplar susup silahlar yere indirilirken Rusya’da devrim onları esir askerlikten kurtaracaktı. Dünyada ilk kez, “ilhaksız tazminatsız barış” çağrısı duyulduğunda Mustafa Suphiler bu yeni devrim ülkesinin, insanlığın gelecek mutluluk yolunu açtığını anlarlar. Çarlıktaki esir milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı tanıyan devrim hükümeti ,her milletin devrimcilerine kendi partilerini kurup kaderlerini sosyalizm yolunda ilerleteceği muştusunu vermektedir.

Soydaşları ve dindaşlarının bir kısmı, İttihat Terakki şefi Enver Paşa önderliğinde yeni Sovyet ülkesini eskiye çekmeye uğraşanların yanında saf tutmuşken Mustafa Suphi, beşyüz eski esir asker ile Kızıl Ordu saflarında devrimi savunmaya katılacaktı. Savaşla dağılan Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntılarından kurtuluş umudu doğduğunu öğrendiklerinde, onlarda yeni bir Şuralar Cumhuriyeti yükseleceği umuduyla yüzlerini yeniden Anadolu’ya çevirirler. Kurdukları Türkiye Komünist Partisi lider kadrosu, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin komuta merkezi Ankara Hükümeti ve bizzat lider Mustafa Kemal ile “yoldaşça yazışmalardan” sonra savaşa katılmak üzere yola çıkarlar. Yeni Sovyet hükümeti de Ankara’yı kurtuluş savaşında insan, silah ve de para göndererek desteklediğinden bunda bir kötülük görmezler. Savaş içindeki Anadolu’da, insanlığa yepyeni umut kapıları açan Bolşevizm çok çabuk etkili olmaya başlamıştır.

Ne var ki binlerce yılın egemenlik aklı, savaşın Ankara’daki kurmay heyetinin de aklı olduğunu çabuk gösterecektir. Sinop Kalesi firarisi Mustafa Suphiler uzun yollar aşıp Erzurum’a vardıklarında zorbalıkla, hile ile Trabzon’a atılırlar. Oradan yine zorla, Topal Osman çetelerine teslim vaziyette bindirildikleri takalarla Karadeniz’in dalgalarına acımasızca terk edileceklerdir. Mustafa Suphilerin Karadeniz’e gömdürülmesinin Türkiye’nin yönünü nasıl da etkilediği buradan anlaşılabilir. Çoklu olaylar silsilesinin son halkası onların gerçek bir dünyadan başka dünyaya zorla göç ettirilmesidir. Kemalizm ütopyacılarının üstünden atlamaya çalıştıkları bu gerçek, Cumhuriyetin niye hakiki bir Cumhuriyet olamadığının da ilk delilidir. AKP rejimine beddualarla günü savuşturanların bu gerçeğin üstünden atlamanın ağır bedelini ödemekte olduklarının bilincinde olmamaları çok acı bir gerçek.

Demekistediğim, Sinop Kalesi, hapsedilme ve firar olayların simgesi olduğu kadar, vicdanları sağır etmenin de simgesidir.

Geçtiğimiz hafta işte bu Sinop Kale Hapishanesini ziyaret ettik arkadaşlarla. Zulümlerle ve firarlarla anılan Kale Hapishanesi çoktandır boş, yıkıntıya benzer taş duvarlı binalar yığını. Devletimiz, kapısına; “Tarihi Sinop Cezaevi” tabelasını çakmış ve bir müze haline getirmiş. Müze’ye beş lira vererek giriyorsunuz, sizi eski tip cezaevlerinin normal karşılama ve kapatılma bölmeleri karşılıyor. Sonra büyükçe bir bahçeye, daha doğrusu bahçeler silsilesine dalıyorsunuz. Sağ taraftan giderseniz Kadınlar Bölümüne çıkıyorsunuz. Orayı özel olarak gezemedik, kapalıymış çünkü!

Biz elbet Sabahattin Ali bölümüne gittik. Birkaç katlı taş binanın girişine kocaman bir Sabahattin Ali Koğuşu tabelası iliştirilmiş. İkinci katta da odası varmış ya da müzenin albenisini artırmak için bir hücreyi oda yapmışlar. Bir karyola, bir konsol ve bir Sabahattin Ali fotoğrafı olan oda ziyaretçilere demirparmaklıklarla kapatılmış! Ancak onun önünde fotoğraf çektirebiliyorsunuz. Gardiyan kılıklı yeni tip güvenlik görevlileri sizi sık sık karşılayıp uğurluyorlar. Sağ tarafa girerseniz iki büyük koğuş, karşı sıralarında da küçük koğuşlarla karşılaşıyorsunuz. Büyük koğuşlardan biri boşaltılmış, bir duvarında sürekli Sabahattin Ali, görüntüleri akıyor ama belli belirsiz. Sabahattin Ali şiirlerinden bestelenmiş şarkılar da görüntülerle birlikte gezinize eşlik ediyor tabii. İkinci koğuş demir ranzalarla dolu ama oraya girişte, bir gardiyanca engelleniyor! Nedenini açıklamıyor ama elinde anahtarlar, Kanal 7 Ekibine açmış, arkalarından hızla kapatıyor, bizi de duymazdan geliyor. Bütün kapı önü duvarlar Sabahattin Ali’nin şiirleriyle süslenmiş. Beyaz plakalara siyah yazılarla bildiğiniz bilmediğiniz pek çok şiirini okuyorsunuz.

Bu bölümü bitirdikten sonra en alt hatta bodrum diyebileceğiniz yerlerde izbe hücreler var. Tek tek olanlar var, koridor boyu sıralılar var. Karanlık, bir buçuk metre ancak gelir yükseklik, bir o kadar en ve boyda taş zeminli hücrede bir tuvalet çukuru var. Sanırım ziyarete açarken daha şık bir görüntü için çukurlara birer tuvalet taşı oturtulmuş. Kimilerinde kancalarla taş duvarlara tutturulmuş kalın zincirler olduğu gibi bırakılmış; paslı, ağır, iç karartıcı. Yüksek tavanlı, taş tabanlarıyla uzun pencerelerinden dışarıyı görmek için ya uzun boylu olacaksınız ya da önlerine konmuş tahta sedirlere çıkıp tırmanacaksınız.

Kale Hapishanesinde bunlardan başka bahçelerinde sonbahar yapraklarını deli rüzgarlara kaptırmakta olan yüz yıllık, başları göğü deler gibi uzayan ağaçlar var. Bir de rüzgarların önünde uçuşan yapraklardan ayırt edilemeyen serçeler vardı. Sinop’un martıları buralara uğruyorlar mı bilemedik ama sesleri çok yakındaki sahilden ulaşıyordu.

Oradan çıkarken, girerken olduğu gibi, kalbentliklerden başlayarak Suphi’leri, Sabahattin Ali’leri düşünmek ne söz yaşamış gibi oldum. Sabahattin Ali’nin Duvar adlı öyküsünü yazışına tanık saydım kendimi. Daha önemlisi, asırlardan günümüze kadar iktidarların sonsuz hapsetme acımasızlığını bir daha deneyimledim.

Son yıllarda biliyorsunuz başımızdaki iktidar durmadan yeni hapishaneler yaptırıyor. Yüz binlerce insan hapislerde. Kale bent hapishanelerin yerini çoktan F Tipi kaleler aldı. Tecrit, hapsedilme, insanı canlı canlı taş duvarların- şimdi çelikli betonlar- içine gömme hiç değişmedi. Her gelen iktidar bir öncekini aratır rekabette sanki. Bir de büyük bir manipülasyon uğraşında: Eski hapishanelerden müze yapıp bu kez tutsak ettiklerinin, bile isteye öldürdüklerinin anılarından para devşiriyor. Bunu çok örneği var ama Sinop Kalesi ile Sabahattin Ali, bu tip sömürünün en tipiği. Bir de UlucanlarMüzesi var. Bahçesinde astığı Deniz Gezmiş’lerin anılarından toplumsal vicdanları rahatlattığı yanılsamasını yayıyor. Düşündüm ki, bu gerçeği yeterince bilince çıkaramayan bir toplumuz açıkçası. İktidarın maddi ve manevi sömürüsünün çarkına ot tıkayamayan bizler, bu sayede F Tipi hapsetme zulmünün yaşamasına dolaylı yedeklikten de çıkamıyoruz.

Yıllar önce Almanya’nın Düisburg kentinde ünlü demir çelik kompleksi fabrikaları gezmiştim. Demir-Çelik Fabrikalarını, artık kar getirmediği için kapatan sermaye grubu orayı müze yapmış. Zamanında çelik kazanlarına düşüp acılar içinde, yana yana canlarını yitiren işçilerin fotoğraflarını fabrika-müzenin girişine, “emek kahramanları” diye asmıştı. Zamanında kar uğruna vahşice öldürdüğü işçilerin anılarından para kazanıyordu.



Sinop Kale Hapishanesi’nde gezerken bir de bunu düşündüm. Sömürü sistemleri zulüm sistemsiz yaşayamazlar; eskiyen çark dişlisini değiştirdiklerinde de o dişliden yeni bir kazanç yolu açıyorlar. Butür müzelerin anlam ve önemi, buradagizlidir. Zira maddi kazanç neyse de asıl olarak toplum vicdanını en ince telinden yakalayıp kendine yeni bir meşruiyet alanı yaratmış oluyorlar.

Bugün toplum vicdanının F Tipi Kale hapishanelerden “habersizliğinde”, siyasi tutsak sayılarının yüzbinleri bulmasından “habersizliğinde” bunların hiç mi payı yok? Ne dersiniz? Bu tür müzelere bir de bu açıdan bakıp toplumsal sorumlulukları hatırlamakta ve de iktidarların manipülasyonlarını boşa çıkarmakta fayda var.