“Cizre yasağının kalktığı ilk gündü, herkes sokaklarda birini arıyormuş gibi telaşlı ve ürkek dolaşıyordu. Kimse kimseyi görmüyordu, sanki gözler dağlanmıştı. Yakılan bodrumun yıkılmış kapısına gelince taşların üstünde dağılmış bir saç örgüsü gördüm.”


Harika Peker JINNEWS'te kadının Kaleminden yazdı: Saçlarının Kokusu…


Çimenlere basınca sabahın çiğ zamanına ait ıslaklığı hissediyorum, doğa yeni yeni uyanıyor, kaybettiğim bir şeyi bulmak için buradayım biliyorum ama hatırlayamıyorum; sonra rüzgâr yaprakları incitmekten korkar gibi hafiften esmeye başlıyor ve o anda saçlarının kokusunu getiriyor bana, anlıyorum… İçim ürperiyor. Seni görme ihtimalinin verdiği heyecanla kokuna doğru geliyorum.


Ve sen, bir badem ağacının altında narin bedeninle duruyorsun, saçların her zamanki gibi örülmüş. Sesleniyorum dönüp bakıyorsun, yüzünde özlemin yakıcı tebessümü…

Yüreğimde bir şey kanıyor hissediyorum dokunsam ıslanacak elim. Korkuyorum, tam saçlarına dokunacakken bir sis çöküyor üstümüze, ama saçlarının kokusunu ta içimde hissediyorum, bakıyorum saç örgün avucumda o an; bir şimşek yüreğime düşüyor. Uyanıyorum, ellerime bakıyorum, zaman yokluğunu vuruyor.


Seni bir daha göremeyeceğimi öğrendiğimde bu gerçekliği kendimden bile sakladım uzun süre, söylemesem gerçekliğini yitirecekti ve seni bir gün görme ihtimali hep yüreğimin heybesinde saklı kalacaktı. Zamanı meçhul olsa da belki bir mevsim, bir gün, bir an… Gelecekti.


Ama rüyalarım buna izin vermiyor. Sonra hatırlamaya çalışıyorum saçlarının kokusunu ilk ne zaman fark ettiğimi. Zindandaydım, bir kış sabahı, ranzama doğru narin bir siluetin geldiğini gördüm, daha kim olduğunu anlamadan boynuma sarılmıştın. İlk o an kokusunu aldım saçlarının, Botan’ın dağ nergisi kokuyordu. Oh dedin, oh be yoldaşım… Yüzüne baktım, gören zindana girdiğine sevindin sanacak diye takıldım; sen, yoldaşın olduğu yer zindan olmaz dedin.


Şimdi zamanın zihnimde biriktirdiği hikâyeleri ayıklıyorum. Saç örgülerinin hikâyelerini.


Sevdiği birini kaybedince kadınların saç örgülerini onunla gömmesi, Kürtlerde köklü bir yas geleneğidir. Günümüzde bu geleneği hala sürdüren Êzidî kadınlarıdır. Kendileri için kutsal olan saçlarını yaşadıkları acıyı tarif etmek için kesip gömerler sevdikleriyle. Bunun canlı tanıklığına DAİŞ’in Şengal’e saldırdığı zamanda olduk. Kadınlar saç örgülerini mezar taşlarına asarak savaşa katıldılar.


Ve arkalarında yazılmayı bekleyen yüzlerce hikâye bıraktılar. Saçın yaşamla olan bağı her zaman canlıdır, onun için acı çeken bir kadına analarımız hala ‘porkur’ ya da ‘kezîkur’ der.


Belki mitolojiktir bu davranış, belki de acının ya da sevginin sonsuz matemidir.


Bazen yaşamın akışı içinde sana sıradan gelen yaşanmışlıklar gün geliyor anın gizini saklıyor ve sen istemesen de bir ömür senin yüreğinde yerini alıyor.


Aklıma 90’lardan kalan bir yaşanmışlık geliyor. O zamanlar, yaşananlar benzer olsa da yakılan her köyün kendine has bir hikâyesi vardı. Dilden dile dolaşan bazen de olağanüstüleşen hikâyeler. Dağ köylerinin birinde zalimler tüm köy halkını meydana toplamış, evleri yakmak için…


Ama bir kadın evinden çıkmamak için direniyormuş, dişiyle tırnağıyla yaptığı evi bırakmak istememiş, zalimlerin başı gelip kadını saç örgülerinden yakalayıp meydana sürüklemiş, o kadar hınçla çekmiş ki kadının saç örgüleri elinde kalmış. Evleri ateşe vermişler ve saç örgüsünü de alevlerin arasına atmışlar, o anda alevlerin arasında bir çığlık kopmuş, dumanlar içindeki saç örgüsünden geliyormuş, zalimlerin içine bir korku girmiş ve hemen oradan uzaklaşmışlar. Zalimlerin günahının sesiydi ve zulüm arşa gitmiş diyordu hikâyeyi anlatanlar köylüler, mistik bir avuntuyla.


Tarih ve mekân farklı olsa da zulüm değişmiyor diyen analarımız, boşuna isyan etmiyor. Cizre yasağının kalktığı ilk gündü, herkes sokaklarda birini arıyormuş gibi telaşlı ve ürkek dolaşıyordu. Kimse kimseyi görmüyordu, sanki gözler dağlanmıştı. Yakılan bodrumun yıkılmış kapısına gelince taşların üstünde dağılmış bir saç örgüsü gördüm.

İnsanlar onu görünce bir mabedin önünde durup kutsal bir şeyi tavaf ediyordu sanki, ama kimse dokunmaya cesaret etmiyordu. Dokunsa dile gelecekti, belki de sahibinin yüzüne bürünecek ve yaşadıklarını anlatacaktı. Aslında herkesin bildiği ama kendine dahi söylemeye cesaret edemediği yakılmış, kül olmuş gerçeğiydi. Kendi kendine konuşan biri keşke şimdi İsrafil flütünü üflese de kıyamet kopsa dedi. Sessizce bekledik ama kıyamet kopmadı.


Ve o saç örgüsü kime ait bilinmedi.


Zamanın dili olsa da konuşsa keşke ne çok güzellikleri yitirdiğimizi ne çok unutulmaz anı yaşadığımızı ama sonrası hafızamızın en diplerine ittiğimizi… Şimdi kendimizle baş başa kalınca üşüşüyor zihnimize; unutmak istediğimiz, yeniden yaşamak istediğimiz ve bir daha hissetmeyeceğimiz anılarımız.


Yaşamın kargaşası içinde oradan oraya savrulurken sanki hiçbir zaman yoldaşlarımızı kaybetmeyecekmişiz gibi düşünürüz, sonra bir buz dağına çarpar gibi gerçekliğe çarpınca, anlıyoruz aslında umutlarımızı onların gülüşlerinde sakladığımızı. Ve her anın ne denli kıymetli olduğunu…


Şimdi tüm dünya kaybetmenin buhranını yaşarken bir arkadaşın dediği gibi ‘bu zamanı fırsat bilerek, kendimizi yeniden yaratmak gerekiyor.’ Bencillikten uzak, kendi hakikatimizle buluşarak.


Belki O zaman yoldaşlığın bize verilen en değerli hediye olduğunu anlayabiliriz.


Aramızdaki zaman uçurumlarına rağmen, yoldaşın saçlarının kokusunu, gülüşünü, inancını, saflığını ve yüreğinin sıcaklığını unutmayız.


Yüzünde alaycı bir kızgınlıkla ne çok duygusal olmuşsun dediğini görür gibi oluyorum, ah be yoldaşım, Farid Farjad’ın dört mevsimi gibi tüm duyguları aynı ana sığdırıyoruz. Biliyorum yine geleceksin rüyalarıma hüzne tebessüm giydirdiğin bakışlarınla, ta ki senden kalan saç örgüsünü bulup kokusunu içime çekinceye ve sevdiğin şarkılar eşliğinde onları Dicle nehrine bırakıncaya dek.

Editör: Haber Merkezi