SİNEMAYA DAİR NELER SÖYLENMEZ Kİ!

Suzan Samancı

Sinemaya dair ne söylenmez ki! Hele “Korona”nın dünyayı alt üst ettiği, koca bir cezaevine çevirdiği bu günlerde, sinema daha çok anlam kazanıyor. Aslında sinema denilen şey, romanın, öykünün, şiirin somut halidir.
Tüm sanat eserleri bir bütünlüğü barındırır ve bu ilişki sayesinde gerçekleşir. Bilimsel deneylere ulaşmadan önce hayal edilir, hayallerimiz olmadan hiçbir şeyin gerçeğe dönüşmeyeceği koca bir realiteyse, harika eserler yazma, özgün ve iyi filmler yapma tutkusunun yanıtı da çok boyutludur. Bu nedenle roman ve sinema kafa tutar, kışkırtır ve yeniden yapılandırır. Gerçeği pata küte söylemden kaçındığımız ölçüde de kalıcı olmayı başarırız.
Düşünce nasıl iyi, doğru ve güzel üzerinden kendini var ediyorsa, sinema da bu bütünlüğün görselliğidir. Kutsal olan her şey yara aldıkça, gökyüzünden yeryüzüne inen Tanrı’yı sorgulama arttıkça, sinema ve sanat daha çok anlam kazanıyor. Zaten sanat bilincini kavrayıştan uzak bir bilincin, varoluşu ve özgürlüğü algılayışı da oldukça eksiktir.
Nasıl ki, ilkin “söz”ün olduğu bir gerçekse, sinemadan önce de roman, öykü ve şiir vardı; sinemanın tarihi yenidir. Edebiyat mirası, dünya var oldukça sinemayı besleyecektir, teknik olarak muhteşem boyutlara ulaşılsa da, edebiyat öykü ve roman sinemanın ana damarı olmayı sürdürecektir.
Klavyeye basıp dururken, zihnim bir algıdan başka bir algıya geçiş yapıyor, zihnime art arda saldırıyor sahneler. Yeşilçam filmleri, kadın matineleri, çakıl taşlı yazlık sinemalar, sade gazozlar. Sinemayla ilk tanışıklığım 1967 yılında beş yaşındayken, Diyarbakır’ın “Pera”sı olarak bilinen “Dilan” sinemasında yabancı bir film izleyişimle oldu. Sonra, at arabalarında sinema afişiyle birlikte, megafonla “Dikkat dikkat bu gece sinemamızda, sinemanın kral ve kraliçesi…” diye başlayan anonsla birlikte mahallede bir hareketlilik başlardı. Çocuk olarak bu hareketliliği izlemek büyük bir keyifti. Gitmek isteyenler, akşam ne giyeceğini konuşur, saçlara bigudiler takılır, elbisenin rengine göre ruj seçilirdi.
“Coğrafya kaderdir” ya da “İnsanın bilincini belirleyen toplumsal koşullar”sa, Yılmaz Güney’in yetmişli yıllarda “Umut ve Arkadaş” filmini ergen bir bilinçle izlemiştim. 1978’de “Sürü” yü izlediğimde çok şey de değişiyordu. Her çağ, her toplum akımını ve kahramanlarını yaratır, bu diyalektik bir süreçtir. Yılmaz Güney’in Türk sinemasına çok şey getirdiği tarihsel bir gerçekliktir. Edebiyat ile sinemanın vazgeçilmez birlikteliği kavrandıkça, “Fellini, Hitchcock, Bergman, Tarkovski, Kusturica, Nuri Bilge Ceylan” gibi yönetmenlerin, roman tadındaki filmleri de birer canlı organizma gibi her daim kök verecektir. Lübnanlı genç yönetmen Nadine Labaki’nin
“ Kefernahum” filmi de iz bırakan filmlerden. Son dönem yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan, Türkiye için bir şans desem de, onun filmleri yeterince anlaşılıyor ya da haz alınıyor mu? Donald Kuspit’in dediği gibi, “Yüksek sanat mutlu azınlığa hitap ediyor olabilir, ama mutsuz çoğunluğa seslenmez.” Söylemiyle açıklayabiliriz. Geçen gün, Ingmar Bergman’ın 1967 yapımı “Utanç” adlı filmini yeniden izledim. Bergman’ın tüm filmleri muhteşemdir, bir filmini izledikten sonra on roman okumuş gibi oluyorsunuz, çok bütünlüklü, insana ve yaşama dair her şeyi barındırıyor. Ânın sanat eserlerini yutmasına izin verilmediği ve ısmarlama şeyler yapılmadığı sürece, hep yaşayacak kült eserlerin çıkması kaçınılmazdır.

12- Nisan- 2020 Cenevre

 

Aksi Sanat sitesinden Ayşe Özgür Aydoğan söyleyişi; 



 Önce söz vardı.  Edebiyat ve şiir dünyanın en eski sanat dallarından, sinema ise daha pek yeni. Bütün sanat disiplinleri birbirini etkiler, besler. Sinema sesini şiirden, edebiyattan alır. Şiirsel sinema dediğimizde akla ilk gelen Tarkovski’dir. Tarkovski, bir söyleşisinde şiirsel sinemayı; “az ve öz olmayı, daha yoğun bir ifade biçimi kullanmayı tercih ediyorum” sözleriyle açıklar.

Ben de değerli edebiyatçılarımıza sordum. Sinema size ne ifade ediyor? Şiirinizde / yazılarınızda nasıl bir karşılığı var ?

Salih Bolat:



Sinema ve şiiri birbirine çok yakın iki dil olarak görüyorum. İki dilde de gösteren ile gösterilen çakışır, aynı şeydir. Yani şiirde sözcükler nasıl ki kendi dışlarında anlam oluşturan bağlamlar için bir araya gelmezlerse, sinemada da görüntüler öyledir. Şiirde sözcüklerin amacı kendileridir. Düzyazıda olduğu gibi kendi dışlarında bir anlama hizmet etmezler. Sinema da öyledir. Ne görüyorsak, odur. Bunu resim sanatı için de söyleyebiliriz. Ben film izlemeyi çok severim. Bende imgesel düşünme, resimsel tasarım daha gelişmiştir. Elbette kavramsal da düşünürüm, soyutlama da yaparım. Ama herhangi bir anlamın görsel tasarımı, yani imgesi beni daha çok kendine çeker. Tarkovski, “şiirsel sinema” tartışmalarıyla ilgili olarak, “şiirsel sinema diye bir şey yoktur, sinema zaten şiirdir” derken son derece haklıdır. Sinema tarihinin en iyi yönetmenlerine bakın, çoğunun şiirle ilişkisi vardır. Hatta şiirsel sinemanın babalarından Teo Angelopuolos şairdir. Tartkovski’nin babası Rus şiirinin önde gelen şairlerindendir. Kurasawa, resim eğitimi almıştır. Filmlerinde müthiş renk uyumu ve arayışı vardır. Hatta filmlerinin storyboardlarını kendisi yaparmış. Dediğim gibi, sinema benim şiirsel ufkumu açan, çoğaltan, kışkırtan bir etkinliktir.

Hüseyin Alemdar:



Şiir ve sinemanın ortak yanı dil; şiir dilinin anlamı birimi dize; sinema dilinin anlam birimi ise çekim. Şiirde bütünü oluşturmak dizeler sarmalı, bunun sinemadaki karşılığı ise görüntüler toplamı. Sinema ile şiir arasındaki ortak paydanın da imge olduğunu var saydığımda da şiir-sinema ilişkisini anladığımı, ikisinin akrabalığına inandığımı anlıyorum. Bu anlam ve anlamlandırma hem kağıt üzerinde hem de pelikülde şiir ve sinema tadında bende kalan.

Suzan Samancı :

Sinemaya dair ne söylenmez ki!



Sinemaya dair ne söylenmez ki! Hele “Korona”nın dünyayı alt üst ettiği, koca bir cezaevine çevirdiği bu günlerde, sinema daha çok anlam kazanıyor. Aslında sinema denilen şey, romanın, öykünün, şiirin somut halidir.

Tüm sanat eserleri bir bütünlüğü barındırır ve bu ilişki sayesinde gerçekleşir. Bilimsel deneylere ulaşmadan önce hayal edilir, hayallerimiz olmadan hiçbir şeyin gerçeğe dönüşmeyeceği koca bir realiteyse, harika eserler yazma, özgün ve iyi filmler yapma tutkusunun yanıtı da çok boyutludur. Bu nedenle roman ve sinema kafa tutar, kışkırtır ve yeniden yapılandırır. Gerçek pata küte söylemden kaçınıldığı ölçüde de kalıcı olmayı başarırız.

Düşünce nasıl iyi, doğru ve güzel üzerinden kendini var ediyorsa, sinema da bu bütünlüğün görselliğidir. Kutsal olan her şey yara aldıkça, gökyüzünden yeryüzüne inen Tanrı’yı sorgulama arttıkça, sinema ve sanat daha çok anlam kazanıyor. Zaten sanat bilincini kavrayıştan uzak bir bilincin, varoluşu ve özgürlüğü algılayışı da oldukça eksiktir.

Nasıl ki, ilkin “söz” ün olduğu bir gerçekse, sinemadan önce de roman, öykü ve şiir vardı; sinemanın tarihi yenidir. Edebiyat mirası, dünya var oldukça sinemayı besleyecektir, teknik olarak muhteşem boyutlara ulaşılsa da, edebiyat öykü ve roman sinemanın ana damarı olmayı sürdürecektir.

Klavyeye basıp dururken, zihnim bir algıdan başka bir algıya geçiş yapıyor, zihnime art arda saldırıyor sahneler. Yeşilçam filmleri, kadın matineleri, çakıl taşlı yazlık sinemalar, sade gazozlar. Sinemayla ilk tanışıklığım 1967 yılında beş yaşındayken, Diyarbakır’ın “Pera”sı olarak bilinen “Dilan” sinemasında yabancı bir film izleyişimle oldu.  Sonra, at arabalarında sinema afişiyle birlikte, megafonla “Dikkat dikkat bu gece sinemamızda, sinemanın kral ve kraliçesi…” diye başlayan anonsla birlikte mahallede bir hareketlilik başlardı. Çocuk olarak bu hareketliliği izlemek büyük bir keyifti. Gitmek isteyenler, akşam ne giyeceğini konuşur, saçlara bigudiler takılır, elbisenin rengine göre ruj seçilirdi.

“Coğrafya kaderdir” ya da “İnsanın bilincini belirleyen toplumsal koşullar” sa, Yılmaz Güney’in yetmişli yıllarda “Umut ve Arkadaş” filmini ergen bir bilinçle izlemiştim. 1978’de “Sürü” yü izlediğimde çok şey de değişiyordu. Her çağ, her toplum akımını ve kahramanlarını yaratır, bu diyalektik bir süreçtir. Yılmaz Güney’in Türk sinemasına çok şey getirdiği tarihsel bir gerçekliktir. Edebiyat ile sinemanın vazgeçilmez birlikteliği kavrandıkça, “Fellini, Hitchcock, Bergman, Tarkovski, Kusturica, Nuri Bilge Ceylan” gibi yönetmenlerin, roman tadındaki filmleri de birer canlı organizma gibi her daim kök verecektir. Lübnanlı genç yönetmen Nadine Labaki’nin

“ Kefernahum” filmi de iz bırakan filmlerden. Son dönem yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan, Türkiye için bir şans desem de, onun filmleri yeterince anlaşılıyor ya da haz alınıyor mu? Donald Kuspit’in dediği gibi, “Yüksek sanat mutlu azınlığa hitap ediyor olabilir, ama mutsuz çoğunluğa seslenmez.” Söylemiyle açıklayabiliriz. Geçen gün, Ingmar Bergman’ın 1967 yapımı “Utanç” adlı filmini yeniden izledim. Bergman’ın tüm filmleri muhteşemdir, bir filmini izledikten sonra on roman okumuş gibi oluyorsunuz, çok bütünlüklü, insana ve yaşama dair her şeyi barındırıyor. Ânın sanat eserlerini yutmasına izin verilmediği ve ısmarlama şeyler yapılmadığı sürece, hep yaşayacak kült eserlerin çıkması kaçınılmazdır.

12- Nisan- 2020/Cenevre

Mehmet Sarsmaz:



Sinemayı “görsel” bir sanat gibi düşünmek olanaklı daha çok. Romanlara kimi kez zarar veriyor bence. Çünkü duygu ve betimlemeleri yansıtmasının sınırı var. Örneğin Hugo’nun Sefiller’ inin kimi sahnelerini sinemada değil metinde okumak daha etkili olabiliyor. Salt sinema değil de yazınsal metinlerin çevirilerinde de sıkıntı oluyor haliyle. Kimi çeviriler, tersine, özgün metinden daha etkili olabiliyor çevrildiği dilde. Sinemayı İzmir Gültepe’de Gördüren Sineması’nın duvarlarında tanıdım. Bilinen filmler. Büyük Sinema’ da, lise öğrencisiyken dersi ekip bir filme gitmiştik arkadaşlarla. Felsefe hocam, müdür yardımcısı, o yüzden aldığım, haberim olmayan disiplin cezamın silindiğini bildiren bir kağıdı imzalatmıştı bana. Sonradan ben de felsefe hocası oldum, ama ilgilenmedim böyle şeylerle. “Bir Zamanlar Amerika”, “Muhteşem Gatsby”, ilk usuma gelenler; Türk filmleri ise saymakla bitmez..

Sinemanın yaşamımda bir Atilla İlhan, Hüseyin Alemdar, Nihat Ziyalan gibi bir karşılığı yok; ama bugün çocukluğumun tahta sandalyeleriyle anımsadığım yazlık sinemaları da yok. Leonardo Di Caprio’nun baş rolünü oynadığı şair Arthur Rimbaud ile Paul Verlaine’nin ilişkisini konu alan Total Eclipse’i, Robin Williams’ın oynadığı Ölü Ozanlar Derneği’ni; Philippe Noiret’in şair Pablo Neruda’yı canlandırdığı Postacı’yı anmam şiirimle değil de şiirle ilgili olmaları anlamında önemli. Kelebeğin Rüyası’nın yeri de apayrı kuşkusuz. Her şairin yaşadıkları bir film konusu olabilir, sinemanın şiirlerindeki karşılığının oranı değişik olsa da…

devam edecek…

http://www.aksisanat.com/2020/04/15/ayse-ozgur-aydogan-sairlerle-sinema-hakkinda-konustu/?fbclid=IwAR2UXlszEpLM6rZP7VcvS6aBZjdS0yVwL5WwPRYnOqiSTsQVC5N0_A2YAq4
Editör: Haber Merkezi