AŞKIN DİYALEKTİĞİ

Bu uygarlığı ve teknolojiyi yaratan insanlık bir bunalım geçiriyor; insanlığın yara aldığı, duyguların donduğu, dostlukların hatta aşkların bile çıkar ilişkisi üstüne kurulu olması ne acı! Aragon “Mutlu aşk yoktur!” demekte haklı mıydı? Ve her şeye karşın neden uslanmıyor yürekler...
Bir insanı sevmek ile başlar her şey, sonra ülke , memleket, Tanrı ve her şey... sevgisiz bir yürek kendini de tüketir çevresini de... aşkta ve sevgide neden denge olayına rastlanmıyor? Kendini yeterince aşmayan , tanımayan insanın gizli iktidar tutkusu mu kim bilir! Bir entelektüel cahil bir eşle ömür tüketip acı çekebiliyor. Bu durum gelişmemiş toplumların karakteristik özelliği ve eylemidir. Çünkü gelenek ve göreneklerin esiri olmaya, birey olamamışlığı ve çok genç yaşta evliği de eklersek bu sonuç kaçınılmaz oluyor. Kendini tanımadan o genç yaştaki heyecanın ve tutkunun adı cinsel dürtüden başka ne olabilir ki! Gerçek aşk ve sevgi bilinçten doğar ve her aşk kendi içinde kendi sesini ve rengini taşır.
Afşar Timüçin’in “Aşkın Diyalektiği” adlı kitabını okunca bu yazıyı yazma gereği duydum Timuçin, kadın erkeği ve erkek kadını genel olarak her yerde ve her zaman yetersiz bir bilinçle kavramaya çalıştığından, kadın erkek çatışmasında yargılar çok zaman havada kalıyor ve cinsler birbirini yeterince tanıyamıyorlar, birbirlerini yeterince tanımadan evleniyorlar derken, kadın erkek karşıtlığı üst kültür düzeylerinde anlamını yitirdiğini, kadın kadınlığında erkek de erkekliğinde doğru ve güzeldir.
Gerçek insan gündelik yaşamında cinsel dürtülerin etkisi altında davranmayan, cinsel özellikleri yokmuş gibi duran kişidir. Kadınsı olmak, ama her koşulda kadınsı olmamak , erkek olmak, ama her koşulda erkeksi olmamak gelişmiş insanın harcıdır. Kendini bilen hiçbir kadın toplumsal yaşamda kadın değildir, kendini bilen hiçbir erkek toplumsal yaşamda erkeksi gösterilere kalkmaz derken, kendini tanımanın ve insan olabilmenin ötesinde gerçek aşkların , sevgilerin ve dostlukların özgür bilinçlerde çoğaldığını ve bir anlam kazandığının altını önemle çiziyor. Aşkın bir kavrama biçimi ve insan yaşamını aydınlatan güçlü bir ışık olduğunu yinelerken, kurnaz yüreklerde aşkın barınamayacağını, içtenlik aşkta değerin pahalı kumaşıdır diyor. Yürekli olunamıyorsa aşk ile işimiz olmamalı, çünkü aşkın tarihi öznelliğin tarihidir, düşünselliğin ve duygusallığın tarihidir diyor. Ve gerçek aşk tıpkı gerçek sanat gibi bir bireyden giderek dünyaya açılan yer olduğunu, tek kişiyi sevme becerisi gösteremeyenlerin, bütün insanları sevemeyeceğine işaret ederken, aşkın kesinliklerden kaçtığını, gerçek aşk insanı bütün varlığıyla, bütün ruhuyla ve bedeniyle yaşadığı aşktır diyor.
Yaşadığımız toplum ve coğrafya kişiliğimizi açıkladığı kadar toplumsal kişiliğimiz de tarihsel olayları açıklar, dolayısıyla insan yaşadığı yöreye benzediğinden aşk ve sevgilerin ortak noktaları dünyanın her yerinde aynı olsa da, her ülkenin, her yörenin aşk, sevgi ve dostluk anlayışı kendine özgüdür.
Aşk bir kişiye duyulan tutkuysa, bilinçle onu sevgiye dönüştürdüğümüzde dinginleşebiliriz. Emek, özveri ve sadakat üstüne kurulan beraberliklerdeki sevginin ömür boyu süreceğine inanlardanım. Ama düşünsel ve duygusal bütünlüğün olması koşuluyla... her an heyecan peşinde koşmayı yaşam biçimi haline getirenlerin gerçek sevgiyi yaşamaları mümkün mü? Bir çok bedenlerde bir çok yüreklerde topaç çevirenlerin kalbura dönmüş yürekleri gerçek anlamda sevebilir mi? Arzularına egemen olamayan yaralı bilinçlerin hezeyanları ve avuntuları demek yerinde olacaktır sanırım. Gerçek sevgilerde ve dostluklarda kendini ve dünyayı biliş vardır.

( NOT: Daha önce yazılmıştı)
Editör: Haber Merkezi