“Errrık Adam” adlı öyküde yazar, gerilim ve merak duygularını üst düzeye taşımakla birlikte dostluk temasını işler. Bilinç yitmesi yaşayan ve dilini unutan birinin dramatik öyküsü, Victor Hugo’nun ünlü eseri Notre Dame’ın Kamburu’nu anımsatır.


Duraktaki ağacın altında bir yontu gibi duruyordu. Akan burnunu koluna silerken, kızarık gözleriyle gelen geçene bakıyor, haykırışlardan, fren seslerinden ürküp başını paltosunun içine gömüyordu.

Bahardı. Ağaçlar salkım saçak leylak. İnsanlarda tatlı bir rehavet. Onu ayrımsadığımızda bir iki adım geriledi, kolunun altından bize baktı. Elini mantar gibi kabarık dudaklarına götürüp sigara istedi. Verdik iki tane. Kontrolsüz bir gülüşle ağzı açıldı, çivi gibi paslı dişi göründü.

Suna ile el eleydik. Ellerini sıkıyor, kuytu köşelerde öpücük konduruyordum. Utanıyor, “Yapma! Bir gören olur,” diye bakınıyordu. Sonra heyecanla, “Arkamızdan geliyor,” dedi. “Kim?” dedim. Kulağımın dibine, “O, sigara verdiğimiz adam,” dedi. Suna’nın kahve kokan nefesi içimi gıcıklamıştı. “Gelsin, ne çıkar?” diye mırıldandım. Kavşaktan karşıya geçtiğimizde dönüp baktım. Bizimki çuval gibi paltosunun içinde yaylanarak yürüyor, sigarasından bir nefes çekip gökyüzüne doğru üflüyordu. Caddenin ortasında iki kolunu açıp durdu. Kolları açıkken irikıyım korkuluklara benziyordu. Bize seslenircesine anlaşılmaz şeyler geveledi.

Köşe başlarındaki nergis satıcıları neşe içindeydi. Erik, çağla satıcıları ise avlarını gözetleyen tilkilere benziyordu. Kuşlar üstümüzde pike yapıyor, ben de bölük pörçük bir şiir okumaya çalışıyordum ki hoyrat bir “Lo Lo!” sesi ile durduk. Suna, “O işte!” dedi. Güldüm. İçimdeki korkuyu bastırmak için “Zavallı adam!” dedim yüksek sesle. Suna bir çocuk gibi tırnağını kemirdi, “Deli, deli o!” dedi. Elimi omzuna atıp “Nerde kalmıştık?” dedim. Omzunun üstündeki elimi okşadı, “Şiir okuyordun, ama ben erik yemek istiyorum,” dedi. Parkın köşesindeki erikçiden erik aldık. Yıkadık. Kütür erikleri yerken kamaşık ağzımızla konuşuyorduk. “Eski eriklerin tadı yok!” dedi Suna. “Ağaçtan koparsaydık olurdu,” dediğimde, “Küçükken ağaç böceği derlerdi bana,” derken delişmen bir kız gibi kikirdedi, “At gibi kişniyorum değil mi?” dedi. “Sen bir ceylansın,” dediğimde erik poşetini elimden çekti, “Yalancı, yalancı!” diye mızırlandı. “Haydi, parka,” dedim. Bu arada, Suna’ya sezdirmeden arkama baktım. Bizimki iki ayağını bitiştirmiş kanguru gibi hoplaya hoplaya geliyordu. Kuru bir gülme krizine tutuldum. Suna’nın eli gevşedi. “Ne oluyor? Deli misin cadde ortasında?” Gözümdeki yaşı silip, “Aklıma bir şey geldi de,” dedim. Parka yürüdük sonra.

Anıt Parkı kalabalıktı. Ağaçların altında oturan insanlar, sırtlarını güneşe dönmüş, mırıl mırıl konuşuyor, bazıları da acırak çağlaları tükürüyordu.

Çam ağaçlarının duldasına sığındık. “Otlak ıslak,” dedi Suna. Montumu serdim. Çekik gözlerini kısıp, “Seni…” dedi, sustu. Parmak uçlarını öpüp “Seviyorum,” dedim. Güneş sırtımızı okşarken hiç konuşmuyorduk. Dönen kelebeği izledim bir süre. Gözüm az ötede parlayan havuza kayıyor, fıskiyenin zarif sesine takılıp kalıyordum. Sesleri öylesine uzak ve derinden algılıyordum ki… Her şey buğulu bir tülün gerisinden yansıyor gibiydi. Yattığı yerden kıpık gözleriyle beni izleyen Suna’nın sesiyle irkildim. Bir şarkı mırıldanıyordu. Güneşli bakışları ilgi istiyordu. Belirgin dudak çizgisinin üstündeki ayva tüylerine, ıslak göz kuyruğuna, pembe burun deliklerine dalıp giderken insanı ve doğayı garipsiyor, “İnsan ne yüce varlık.” diye düşünüyordum. Şarkıya ben de katıldım. “Bozuyorsun,” derken yerinden doğruluverdi. “Şuraya bak!” dedi. Güneş gözümü alıyordu. Elimi alnıma siper edip baktım. Çamların arasından bir çift kızarık göz bize bakıyordu. Çamlar kıpırdadı. Paltosundan tanıdım. “Bizimki…” dedim gülerek. Suna korktu. “O deli mi?” dedi. Adam hırıltılı bir öksürükle sarsılıyordu. Dingince ilerledi. Ağacın sokrasına çenesini dayadı. Tam karşımızdaydı. Kızarık gözlerini kırpıştırırken ağzından salya akıyordu. Kaba, esmer elini dudaklarına götürdü, sigara istedi. Sigara paketini verdim. Ağzı kuyu gibi açıldı, paslı dişi göründü. Elime sarıldı, kuvvetle sıktı, bırakmadı bir süre. Konuşmak istercesine kaşları oynadı. Koca delikli burun kanatları titredi. Gözleri ıslandı, burnunu koluna sildi. “Abe!” dedi. Kızarık, şiş göz kapakları inip kalktı. Telaşlanınca ürktüm. İki adım geriledim. Cebinden siyah bir topak çıkardı. Dağınık bir saç örüğünü ucundan tutup sallarken gökyüzüne doğru baktı, koca sulu ağzı yayıldı. Ağaca yumuldu. Saç örüğünü sıkıca göğsüne bastırdı. Şaşırdık. Suna yanıma sokuldu, “Bir şeyler anlatmak istiyor galiba! Ne garip bir adam…” Yerimize otururken, bizimki de ağacın altına oturdu. Sigara paketini önüne boşalttı. Tek tek pakete bırakırken saydım: Sekiz taneydi. Yüzünü güneşe döndü, gülümsedi. Sigarayı dudaklarının arasına aldı. Cebinden çıkardığı çakmağı inceledi. Üst üste çaktı, olmadı. Yakmak için yeltendiğimde “Errrrık!” dedi, sigarası ateş aldı. Sigarasından bir nefes alıp dumanını güneşe doğru üflerken yine, “Errrık!” deyip gülümsedi. Ağaca doğru kaykıldı. Ayaklarını tokuşturup dururken başı da ritmik bir şekilde sallanıyordu. Suna durgunlaştı. “Moralim bozuluyor böylelerini görünce,” dedi. “Arkamızdan gelince korktuk ama,” dedim. Erik poşetini arandı Suna. “Hırkanın altında ya,” dedim. “Errrık’e verecem, yesin,” dedi. “Kime?” dedim gülerek. Ayağını yere vurarak “Ona işte!” dedi. Adam yerinden fırlayıp çenesini ağacın sokrasına dayadı. Suna hayli uzak durdu, erik poşetini uzattı, “Al, erik ye,” derken orman kaçkınına yeni bir şey öğretiyor gibiydi. Adam, yere bakıyor, sağ ayağı ile toprağı kazıyordu. “Alsana!” dedi Suna. Yardım istercesine bakındı. Kalkıp gittim. Ağacın dalını kavrayan kaba eline dokundum. Tuhaf bir gülüşle hırladı. Erik poşetini aldı. Erikleri pantolonunun cebine koydu, poşeti şişirmeye çalıştı; şişmeyince “tuf” yapıp fırlattı. Cebinden iki erik alıp yanaklarını şişirdi. Sonra ağzındaki erikleri çıkarıp caddeye doğru savurdu. İki dişini gösterdi. “Yoh!” dedi. O sırada gürültüyle art arda iki askerî araç geçti. Bizimki olduğu yere çöküp başını paltosuna gömdü. İniltili sesler çıkarıp debelenmeye başladı. Bir anne, çocuğunun gözünü kapatıp uzaklaştırdı. Yattığı yerden doğrulduğunda ter içinde kalmıştı. Kolu ile yüzünü kapadı, omuzları sarsıldı. Deve gibi höykürürken ağaçlardan kuşlar havalandı. Sonra sustu. Cebindeki saç örüğünü çıkardı. “Çocuklar boom! Kari boom! Öldi!” diyerek ortalıkta dolandı bir süre. Saç örüğünü göğsüne bastırıp uzaklaşırken kanguru gibi zıplıyor “Errrık!” diye bağırıyordu.

*

Edebiyat tarihimizde “iz” bırakan bazı öyküler vardır. Söz gelimi, Sami Paşazade Sezai’nin “Pandomima”, Sabahattin Ali’nin “Sırça Köşk”, Leyla Erbil’in “Aynayı Beklerken”, Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağ’da Var Bir Yılan”, Füruzan’ın “Parasız Yatılı”, Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”, Onat Kutlar’ın “İshak”, Erdal Öz’ün “Bitirim”, Tahsin Yücel’in “Komşular”, Necati Cumalı’nın “Aktör” adlı öykülerini sayabiliriz. Kuşkusuz bu listeye katılacak daha çok öykü vardır.



Suzan Samancı doğup büyüdüğü coğrafyayı çok iyi tanıyan bir yazar olduğu gibi, yazdıklarıyla da salt çarpıcı gözlemlerde bulunmuyor, yaşadığı coğrafyanın toplumsal yapısını, orada yaşanan gerçekliği kurgulayarak, yaratıcı bir edimle ve dili ustalıkla kullanmasıyla Türkçe öykücülüğünü zenginleştiriyor. Semih Gümüş, “Kürt realitesini edebiyata cesaretle yansıtma başarısını gösterdi,” derken, Suzan Samancı’nın Suskunun Gölesinde adlı kitabı ile çok yüksek bir sıçrama yaptığını söylemişti.

“Errrık Adam” adlı öykü, kurgu, içerik ve anlatım olarak son yılların en başarılı örneklerinden biridir. Öyküyü okurken başkahramanın (Errrık Adam) bilinç yitimi, zihinsel algısının ve belleğinin kaybolmasının onu nasıl bir ruh haline dönüştürdüğünü görüyoruz. Silahların, korkunun, acının ve dehşetin eksik olmadığı Güneydoğu’da sıradan bir adamın nasıl sıra dışı bir kimlik bozukluğuna ulaştığına tanık oluyoruz. İnsanı diğer canlılardan ayrıştıran en temel iki özelliğinden biri, konuştuğu kendi dil’idir. Diğeri, akıl ve yorum yapabilmesidir.

Bu öyküde “Errrık Adam” diye tanımlanan bir erkek kahramanın bilinç kayması sonucunda kendi “ben”liğini kaybetmiş, konuştuğu dil’i unutmuş, birey olmanın “dışına” geçtiğini görüyoruz. Söz konusu erkek kahramanın “insan kılığında” ucube (Latincesi Sub specie humana) bir görüntüsü vardır. Sadece bu kadar da değildir. O ürkünç fiziki görüntüsüyle birlikte, konuşma yeteneğini kaybetmiş ve el kol yardımıyla bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. Onun bu denli akılsal ve ruhsal bozukluğu, bilincini ve belleğini kaybetmiş olması, öyküde anlatılsa da asıl olan kahramanın yaşadığı ibretlik dönüşümdür.

İnsan yıllardır konuştuğu dili, bilincini ve belleğini kaybetmeye başladığında, duygularını ve düşüncelerini doğru olarak iletemez. Toplumla iletişim kuramaz. O her zaman toplum içinde bir ayrık otu olarak kalacaktır. Bu onun “içten çürüme” denilen (Latince De kadans) geriye dönüşün bir örneğidir. Primitif bir canlının biliçsel yoksunluğu, yorum ve karar verme yetisinin eksikliği, sonunda Arketip bir başlangıca getirecektir. Primitif bir yapının temelinde yer alan bir Arketip tetiklenmesinden yoksun kalacaktır. Böyle olunca da kahramanımız ve benzerleri, toplum içinde edilgin bir konumda kalacaktır.

Bu kahramanın önemi figür ötesidir aslında. Suzan Samancı öyle bir “tip” yaratır ki öykünün edebî değeri, kurgu ve örgü gibi niteliklerin üstüne çıkar, yazarın bile önüne geçer. “Errrık Adam” adlı öyküdeki “tip”, öykü dünyasına armağan ettiği, kalıcı, üzerinde çok düşünülecek, kolayca tüketil(e)meyecek, başka öykü ve romanlarda yeniden ele alınabilecek başlı başına bir olaydır.

Bu kahraman Güneydoğu’da daha birçok kişinin yaşadığı bilinç kayması, bilinç yitmesi gibi şanssızlıkları kendi üzerinde toplayan, bir tiyatro oyunu izletir gibi okurlara kendini gösteren, uzaklardan bir Arap şairin acıklı türküsünü duyuran, bir sosyolog için “kapıları” ardına kadar açıp davet eden, yaşamın trajikomik yüzünü yansıtan ve daha birçok özelliği ile eleştirmenlerin ilgi odağı olan çok katmanlı kişilik yelpazesine sahiptir.

Yazar bu çok katmanlı yelpazeyi bir soğan gibi ince zarlarını ayırarak önümüze getiriyor, her bir zarın öyküdeki bir olay, öteki kahraman olarak saptıyor ve nihayet soğanın cücüğüne gelindiğinde ise metindeki boşlukları, tamamlanmasını okura bırakıyor. Şimdi öykünün ilk tümcesini anımsayalım:

“Duraktaki ağacın altında bir yontu gibi duruyordu.”

Burada kim olduğu sonradan belli olan biri, durağın altında yontu gibi durmaktadır. Durakta bekleyen kişinin bir yontu kadar kıpırtısız, hareketsiz durduğunu anlıyoruz. Daha ilk tümceden öykü içinde olası gerilimin ipuçlarını buluruz. Duraktaki kişi neden yontu gibi duruyordur? Onu böylesine hareketsiz kılan şey nedir? Olası bir siyasi eylem öncesindeki bir bekleyişin görüntüsü mü, yoksa ne olacağı sonradan belli olacak bir gizemin silik görüntüsü müdür? Yazarın bu kışkırtıcı imlemesi ilk satırlardan itibaren okur üzerinde merak uyandırmakla birlikte, metni birlikte yazmaya davet eden bir dayanışmanın adıdır âdeta. Bu kahramanın bilinç yitimi sonucunda “dil”i tükenmiştir, sözcükleri kullanamaz hale gelmiştir. Dil olmadan, insanda bilinç olmaz. Dil sayesinde insan kendi tanıtır, duygu ve düşüncelerini iletir. Bu arada dil dediğimiz şeyin sadece konuşma dili olmadığını da imlemeliyiz. Dili yazınsal, sanatsal, iletişim, kendini var etme, felsefi ve psikoloji gibi temel konular aracılığıyla da kullandığımızı söylemeliyiz.



Öyküdeki adsız kahramanın “dil”i yitiktir: Ağzından çıkan sözcükler belirli bir anlam bütünlüğü sağla(ya)maz. Yazar ilk satırdan itibaren okurlarını kahramanıyla doğrudan ilişkilendirerek metni beraber yazmaya davet eder. Birkaç satır sonra aynı kahramanın tavırları okur üzerinde merak uyandırmaya başlar: “Duraktaki ağacın altında bir yontu gibi duruyordu .… Kızarık gözleriyle gelen geçene bakıyor, haykırışlardan, fren seslerinden ürküp…”  Peki, ama neden? İşte daha ilk başlardaki bu türden boşluklar okur-yazar iş birliğini taşır satırların üzerine.

İki genç el ele gezerken birden tuhaf hareketlerde bulunan, garip görünümlü bir adamla karşılaşırlar. İkisi bir an için ürker, tedirgin olur. Bu arada örgü sürmektedir. Yazar elinde gizli bir kamera varmış gibi olayları dramatize etmektedir. Bu anlamda yaşananlar çerçevesinde olay ivme kazanarak devam etmektedir. Oyalın bahar mevsiminde geçtiğini imleyelim. Yazar iki genç kahramanına erik ve çağla yedirerek bu mevsimin özelliğini sezdirir. Öykü boyunca garip görünümlü adam, iki genci izler. Samancı bu kovalamacayı kurgunun genel yapısı üzerine yayar, dengeli bir aksiyon ile “süre”yi olumlu kullanır. Bir yanda iki gencin düşleri, birbirleriyle olan tensel iletişimi anlatılırken, öte yanda silik, gölge gibi peşlerinden gelen bir adamın ürkütücü tavırları yansıtılır.

Öyküde anlatılmak istenen, sıradan bir gerilim, polisiye, korku gibi öğeler değildir, okuru şaşırtmak için kullanılan ticari teknikler dışlanır. Öyküde birinci tekil şahıs ağzından yerine, anlatıcı imlemesi altında belirgin bir tanımsallık söz konusudur. Ancak yazarın varlığını öykünün dokusu içinde sezmeniz olasıdır. İki gencin pembe düşleri, tensel istemleri ile örülen metinlerin arasında ürkek, gizemli bir adamın okur üzerindeki merak ve ilgi uyandıran tavırları arasında ustaca saklanmıştır yazar. Birlikte okuyoruz.

Genç erkek, bir monolog yaşar: “İnsan ne yüce varlık diye düşünüyordum.”

Bu kez Suna konuşur: “Moralim bozuluyor böylelerini görünce.”

Her iki tümcede yazarın kişisel görüş ve duygularının derinlik kazanan anlamlarını buluruz. Yazarın öykü içindeki kişisel görüşlerinin birer özetidir âdeta. “Moralim bozuluyor böylelerini görünce,” tümcesindeki “böyleleri” sözcüğü, bölgede yaşanan savaşın çarpık sonuçlarının tipik görüntüsünü sergilemektedir.

Söz konusu öyküsünde doğa ve çevre üzerine çok fazla eğilmez, kurguyu üç kişi üzerine örerken kısa tümcelerle okuru derinden sarsar, anlatmak istediklerini sağa sola yalpalamadan, metni savurmadan okurun önüne bırakır. Bu arada Güneydoğu’daki anlamsız ve kirli savaşın bireylerin yaşamlarını nasıl derinden etkilediğini, insanlık dramını yansıtan görüntülerini bir film şeridi gibi yazıya döker. Öyküdeki garip görünümlü adamın sesi ve bilinci yitmiştir, dil ile olan kopukluğunu karşısındakine korku veren hantal, bazen de abuk sabuk hareketlerle anlatmaya çalışmaktadır. Ruhunda esen fırtınayı, ezikliği dile getiremez bir türlü. Bireyin dilinin yok olması, bilinç ve düşünce anlamında kendini ifade edememesi demektir.

Yazar, öyküde gerilim ve merak duygularını üst düzeye taşımakla birlikte dostluk temasını da işler. Bilinç yitmesi yaşayan ve dilini unutan birinin dramatik öyküsü, Victor Hugo’nun ünlü eseri Notre Dame’ın Kamburu’nu anımsatır. Çağının çok ötesinde olan bu romanda çirkin, garip, kambur bir adamın öyküsü anlatılır. Herkes tarafından itilen, kakılan, horlanan bu adamın yüreğinde hâlâ aşk, dostluk, sevgi gibi insani değerler saklı kalmıştır. Bir gün Çingene güzeli Esmeralda çıkar karşısına ve kaybettiği sanılan belki de hiçbir zaman hissetmediği duyguları ansızın kabarır, taşar ve onu bilinen bir insan düzeyine ulaştırır. İncelediğimiz öyküde de adsız erkek kahraman, garip ve ürküntü veren bir görüntüye sahiptir. Yalnızdır, kimsesizdir. Sokaklarda tek başına yürürken bir lokma ekmek için türlü tehlikeyi göze alabilmektedir. Karşısındaki ile konuşurken sözleriyle değil, ellerini ve kollarını oynatarak isteğini dile getirmeye çalışmaktadır. Quasimodo gibi, yüreğinde hâlâ sevginin kırpıntıları kalmıştır. Ancak insanlara yakın olurken biraz arkada kalır, ürkütmemeye çalışır onları. Kişisel görüntüsünün çirkin ve garip olduğunu bilmektedir. İşte bu yüzden yazar, kendi kahramanını metinde savunmasız bırakırken, okura şu soruyu sordurur: Bir toplumsal dramın sıradan göstergesi midir bu kahraman?



Dilbilimci Emin Özdemir, Eleştirel Okuma adlı kitabında şunları yazıyor: “Tip, yalın bir tanımla, benzerlerinin ortak yönlerini kendisinde toplayan, onları simgeleyen kişilere denir. İnsana özgü onu yücelten ya da aşağılayan nitelikler, davranışlar, yönelim ve yönsemeler bir kişide toplanır. Bu bağlamda tipler olağan, gündelik yaşamda karşılaşılan sıradan insanlar değildir. Karakter, bireylerin huy ve davranış özelliklerine verilen addır. Kişilikle özdeştir. Oluşumunda bireysel ve toplumsal nitelikli, ulusal tarihsel etkenler vardır.”

Bu açıdan baktığımızda öyküdeki adsız kişiyi “tip” olarak değerlendirebilir miyiz? Güneydoğu’da benzeri türden çok sayıda olayın sonucunda kişinin öyküdeki kişiye benzediğini söyleyebiliriz. Emin Özdemir, şöyle diyor: “Tip, benzerlerinin ortak yönlerini kendisinde toplayan, onları simgeleyen kişilere denir …. Tipler olağan, gündelik yaşamda karşılaşılan sıradan insanlar değildir.”

Yazarın kahramanları öykülerin önüne geçemiyor, demiştik. Bu savımızı sürdürüyoruz. Bu öykünün kurgusunu, yapısını, dokusunu, biçem ve biçim olarak hayli özgün olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yazarın üç kitabında benzeri türden bir öykü bulmamız olası değildir. Burada dikkat edilmesi gereken tema şudur: öyküdeki kişi bir kahraman ya da bir tip olsun/olmasın kurgunun içeriği ve öykünün mesajı önemlidir. Yazarın böyle bir tip yaratmakla asıl amacının edebiyata başka bir soluk katmak olduğunu düşünüyoruz. Öyküyü okudukça daha net anlıyoruz. Evet, böyle bir “tip” edebiyat açısından önemli ve gereklidir kuşkusuz. Her öyküde böylesine gerçek, okurun gözlerinin önüne gelebilecek kadar canlı, birçok nedenselliği kendi özünde barındırabilen birini bulmamız güçtür.

Bu öykü, toplumsal bir sorunun bireysel bazda ele alınıp evrensel bir anlayışla işlendiğini göstermektedir. Öykünün final bölümünde, “İki askerî araç geçti. Bizimki olduğu yere çöküp başını paltosuna gömdü. İniltili sesler çıkarıp debelenmeye başladı. Bir anne çocuğunun gözünü kapatıp uzaklaştırdı,” tümceleri öyküyü bir anda çağlar üzerine taşıyor, insani değerleri kurgusunda topluyor. Askerî araçların geçmesiyle birlikte “Errrık Adam” başını paltosuna gömerken, yaşadıklarının savaşla ilgili olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ayrıca cebinde taşıdığı siyah bir topak ise belli ki karısının saçlarıdır.

Buradaki “göğsüne bastırdı” sözlerinden anlıyoruz ki bölgedeki tipik ve acımasız bir saldırı ile doğrudan ilişkilidir kahramanın yaşadıkları. Kahramanın bilinç yitmesi öylesine yoğun ve ağır olmuştur ki çakmak yanarken bile bir mağara insanının bilgisizliği vardır tavırlarında. Çocukları ve karısı baskında ölmüştür. Öykünün son tümcelerinde bunu daha net anlayabiliyoruz: “Çocuklar boom! Kari boom! Öldi!” Bu onun “Ölüm atlayışı” (Latince Salto mortale) anlamına geliyor.

Suzan Samancı, bir bireyin yaşadığı bilinç yitimi nedeniyle “dil”ini kullanamaması sonucunda toplumdan kopuk yaşamasını anlatıyor. Aynı sorunun öteki bireyler üzerinde etkili olabileceğini imliyor. İnsanın her ne olursa olsun yüreğinde ya da ruhunda mutlaka kimi güzelliklerin saklı kalabileceğine dikkat çekiyor.

Suskunun Gölgesinde kitabı ve “Errrık Adam” öyküsünün de edebiyatımızda “iz” bırakan öykülerden biri olduğunu bir kez daha imlemek istiyorum.

https://oggito.com/icerikler/errrik-adam/64822?fbclid=IwAR2ORtH4HgHD9BN3ckyCvMJ18xY40B9ZDZMsVmZjDFzhOoChlZYWTwmiwpQ
Editör: Haber Merkezi