Bu sene Oscar Ödülleri’nde Suyun Sesi’ne En İyi Film Ödülü’nün, Guillermo Del Toro’ya En İyi Yönetmen Ödülü’nün verileceğini tahmin etmek zor değildi.

Yaşamı güzelleştirmenin ve dünyayı değiştirmenin sadece ve sadece sevgi, çaba ve cesaretle mümkün olduğunu hatırlatırken, aynı zamanda klasik sinemanın anlatım unsurlarını kullanarak abartısız bir nostalji sunduğu ve artık bir ‘eski çağ masalı’ ya da gerçekleşmesi imkansız bir mucize gibi görünen ‘gelecek güzel günler’in çok da uzak olmadığını umut ve iyimserlikle fısıldadığı için de hak ediyordu.

Her ne kadar diğer adaylar kıyasıya rekabeti arttıracak denli güçlü yapımlar olsa da, Suyun Sesi sinemanın hikâye anlatmaktan öte bir sanat olduğunu gösterdiği ve seyirciyi sinemada henüz dijital düzenlemelerin yapılmadığı bir döneme götürerek, o ‘eski zaman ruhu’yla buluşturduğu için de En İyi Film Ödülü’nü alması kaçınılmazdı.



Çünkü klişelerle dolu bir hikâyeyi beyazperdeye yansıtma cesareti gösteriyor filmin yönetmeni Guillermo Del Toro. Sabık filmlerindeki ana eksenden uzaklaşmadan; iyiliğin ve sevginin galip geleceği umudunu aşılamaktan vazgeçmeden.

İyi insan ve kötü insanın kesin çizgilerle ayrıldığı bir dünya tasviri, anlatımı yüzeyselleştirse de, G. Del Toro filmleri için geçerli değildir bu.

Film, 1950’li yılların Amerika’sında geçiyor. Beyazlarla siyahların farklı mahallelerde oturdukları, farklı otobüslere bindikleri, siyahların evlerde hizmetli sıfatıyla köle olarak çalıştırıldığı ve beyazların gittikleri kafe ve lokantalara giremedikleri yıllar. Homoseksüel düşmanlığı paranoyaya dönüşmüş durumdadır. Herkesin bir ötekisi, bir yabancısı vardır. İnsanlar koyu bir yalnızlığa gömülmüşlerdir. Herkes sabah akşam pür dikkat televizyon seyretmektedir evinde. Marka reklamları, ürün katalogları ve dönemin müzikal ağırlıklı Hollywood filmleri. Görsel iletişim araçlarının başını çeken televizyonun günlük yaşamlarına girmesiyle artık kimse sinemaya gitmemektedir, sinema salonları uyuklayan birkaç seyirci için zar zor açık tutmaktadır kapılarını.

Soğuk Savaş rüzgarının en sert estiği dönemdir aynı zamanda. Amerika, gücünü ırkçı politikalarla perçinlemektedir, siyasi tehdit ve şantajlar ayyuka çıkmıştır, termonükleer silahların geliştirilmiş ve teknolojinin gün be gün ilerlemesiyle hem savaş stratejileri, hem ülkeler arası dengeler, hem de günlük hayat pratiği değişmeye başlamıştır.

İnsanoğlu, yaşamını idame ettirmek için, kuralları muktedirlerce belirlenmiş bir sosyal düzenin edilgen bir parçası, sermaye sahipleri tarafından döndürülen çarkın bir dişlisi olmak zorunda kalmıştır. Vazifelerini eksiksiz yetine getiren bir işçi olmak, aynı zamanda idrak, muhakeme ve isyan üçlüsünden de uzak durmayı baştan kabullenmeyi gerektirir. Huzurun ve mutluluğun vaat edildiği tüketim toplumunda ayakta kalmak için üretimin katı işleyişine etini kemiğini teslim eden kişi, çalışmak için yaşamaktadır adeta. Yaşadığının farkına ‘tüketmeden’ varamayacak hâle gelen insanoğlu günlük hayatını iş programına göre düzenler. Cinsel isteğini mesai saatlerinde bastırmak zorunda kalır, işte bu yüzden her sabah evden çıkmadan evvel, su dolu küvete girip mastürbasyon yapar Eliza Esposito (Sally Hawkins). Uzay Araştırmaları Merkezi’nde temizlik hizmetlisi olarak görev yapan bir İspanyoldur. Dilsizdir, ancak sağır değildir. Dünyayı duyar ama kendini ifade etmek için ses çıkaramaz. Yalnız yaşamaktadır, iki dostu vardır. Biri kapı komşusu olan, Giles adlı yaşlı bir ressamdır; ekmek parası için firmaların ürün görsellerini, tanıtım afişlerini resmetmek zorunda kalan iyi yürekli, sevecen bir ressam (Richard Jenkins). Diğer dostu ise, çalıştığı kurumun personel giriş kapısındaki kuyrukta onun için yer tutan, kendi gibi temizlik hizmetlisi olan Zelda’dır, siyahiliğinden ötürü çalışma arkadaşları tarafından dışlandığı için, yardımsever, insancıl Eliza’dan başka kimsenin arkadaşlık etmediği Zelda (Octivia Spencer).

Eliz her gün üç yumurta kaynatır. Birini kendi yer, birini yanında götürür, birini ressam komşusu için hazırladığı kahvaltı tabağına koyar. Servis aracına binip işe gider. Öğle arasında mikrodalga fırında ısıttıkları hazır yiyecekleri yer, tuvaletlerde yeşil sıvı sabun kullanır, dip bucak temizlik yaparak görevini ifa eder, sonra eve dönüp televizyonda film seyrederek hayallere dalar. Eliza’nın her günü, üzerinde gizli bir çalışma yürütülen garip bir varlıkla ( Doug Jones) göz göze gelinceye kadar bir öncekiyle aynı geçmiştir. Bu karşılaşma iyiliğe, sevgiye, hoşgörüye muhtaç bir dünyada kötülüğü yenmenin bir mucize olmayacağının habercisidir aslında. Her sabah kaynattığı yumurta, insanoğlunun yeni bir dünya kurabileceğini imlemektedir. Başlangıcın sembolüdür yumurta. İnsanoğlunun masumiyetini yitirmediği, henüz kirlenmeye başlamadığı bir başlangıcın… Dünyanın değişmesi için evvela insanın değişmesi gerektiğini ve tek bir insanın hareket geçmesinin, tüm insanlığa dalga dalga sirayet edeceğini hatırlatır. Eliza için kabuğunu kırma vakti gelmiştir. Akvaryumundan dışarı çıkamayan bir balık iken, kendine yeni sularda yeni bir hayat arayacaktır. Suyun altında yeni bir dil mi vardır yoksa? Yeni bir yaşam ümidi, ya da sadece yeni bir dünya tahayyülü…

Soğuk savaş yıllarında ABD ve Rusya’nın amansız mücadelelerinden biri de uzaya gitmekti. ABD, hiçbir konuda liderlik bayrağını kaptırmayı kendine yediremeyeceğinden uzay çalışmalarına hız vermişti.

Eliza’nın araştırma merkezinde temizlik yaparken karşılaştığı garip varlık, tesadüfen bulunup getirilmiştir, organizması incelenirken hem suda hem suyun dışında nefes almasını sağlayan bir akciğere sahip olduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle uzaya gönderilen rokette çok işe yarayabilir, basınç değişikliklerine dayanabilir. Ancak Rusya, bu garip varlığı Amerikalıların elinden almak için, ajan görevini üstlenen bir hekimi devreye sokmuştur çoktan. Yerli kabilelerin Tanrı yerine koyup taptığı balık adam görünümlü garip varlık, herkesin ötekisini sembolize eder. Zygmunt Bauman, “Dostlar ve düşmanlar vardır. Bir de yabancılar vardır,” der. İşte dost mu düşman olduğu henüz belli olmayan/ belirlenmeyen yabancıdır bu garip varlık. Doğaüstü güçleri vardır, Amerikalılar tıbbi çalışmalar yapmak yerine işkence etmeseler kimseye zararı dokunmamaktadır. Onu bu esaretten Eliza kurtaracaktır. Ama asıl önemli olan Eliza’nın onu nasıl kurtaracağıdır. Cesaret ve sevgiyle.

Çünkü aslında Eliza, Zelda, Giles de farklı sebeplerden dolayı toplumun ötekileridir. Ve bu sefer kurtarıcı bir kadın ve kurtarılan ise erkektir.

Suyun Sesi, öteki ayrımcılığının her boyutuna değiniyor temelde. Ancak yan unsurlar da (kent yalnızlığı, acımasız çalışma düzeni, ast üst ilişkileri, güç ve menfaat dayalı politikalar, tüketimi arttırmaya hedefleyen reklam ve pazarlama çalışmaları, teknolojinin kötü amaçlara âlet edilmesi, gizli örgütlerin ajanlarını iş bittiğinde kurban etmesi) ana hikayenin çatısını güçlendiriyor. Toplumun yozlaşmasını insan ilişkilerinden, devletler arası siyasi manevralara kadar her katmanda gösteriyor.

Galip ve zengin olmanın yolunun, ‘aklını kullanmak’tan geçtiğini öğütleyen bir düzende akıl zekâya değil kurnazlığa tekabül eder; bu durumda kişi adap öğreneceğine ‘işini bilmeyi’ yeterli sayar; yolunu hilekârlıkla bulmayı hak olarak görür. Askeri zaferler birer ‘başarı’ telakki edilir; savaşın kaçınılmazlığına dair nutuklar çekilir, vatanın bekası için her şey mübah görülür.

Bireyleşmeyi bencilleşme olarak temellük eden kişi için, içsel yolculuğunda ilerlemenin temeli yavan kişisel gelişim kitaplarının ezbere söylemlerine dayanır. Kurumun güvenlik şefi kötü adam Strickland’ın (Michael Shannon) elinden düşürmediği ‘Düşünmenin Pozitif Gücü’ adlı kitap, her kutbu negatif olan bir dünyada taklidin taklidi haline gelen her şeyde; siyasetten sanata, tıptan teknolojiye ve çekirdek aileden toplumun her katmanına kadar her yerde sahiciliğe ve dürüstlüğe, insaniyete ve inayete, koşulsuz sevgi ve umudunu yitirmeyen bir dayanışmaya acilen ihtiyaç olduğunu göstergesidir.

Bir simülakraya değil, hakikatin ta kendisinedir bu imdat çığlığı.

Renklerin pastelleşmesiyle giderek solan ve karanlığa gömülen dünyada, kişi bulunduğu kabın şeklini almaktansa, kendi doğrusunu bulmalı ve o doğrunun peşinden cesaretle gitmelidir.

Son derece klasik bir olay örgüsünü fazla dramatize etmeden hafif bir dokunuşla kucağımıza bırakıyor G. Del Toro. Yoldan çıkmış Dünya için karmaşık ve uzun reçetelere gerek yok, cevap basit dercesine.

Öteki ve yabancı düşmanlığının yok edilmesi adına verilen mücadelede ‘hoşgörü’lü olma tavsiyesi başı çeker. Fakat cinsiyet, cinsel tercih, etnik kökene dair dil ve şiddet paradigmalarının önüne geçmek için yetersiz kalır ne yazık ki. Çünkü ‘hoşgörü’ kavramı da kendi içinde bir hiyerarşiyi barındırır, lütfetmeyi çağrıştırır. Halbuki farklılıkların farklılığının kültür çeşitliliği olarak görülmesi gerekir. Sahih bir kültürel dönüşüm adına hep birlikte yaşamanın cennetini kurma rüyasını irrasyonel bir ütopya olmaktan çıkarmak için öteki’ne sevgi ve sağduyuyla yaklaşmak gerekiyor. Farklılık ve benzerlik kıyaslaması üzerinden kurulan iletişim ve ilişkinin fayda getirmeyeceğini unutmadan. Suyun şekli yoktur belki ama sevmenin binbir şekli vardır. Yeter ki, bir tanesini deneyelim.

Eliza, garip varlık’a kabuğu soyulmuş, katı bir yumurta uzatmıştı. Ve o yumurta, öteki’yle kurulan iletişimin ilk adımıydı. Başka bir dünyaya giden yolun da. Sevgiyle kurtarılmayı bekleyen bir dünyaya giden yolun…
Editör: Haber Merkezi