KRİZ “İMKÂN, TEHDİT VE KARAR” BİLEŞKESİDİR

 “Sistem kendi sonunu getirmedikçe

daha insanî bir yapıya bürünmeyecek.”[2]

Devasa yıkım örnekleriyle dolu kapitalizmin tarihinde krizler belirleyici önemlerdeki kilometre taşlarıdır... Ve krizden söz etmek, kapitalizme mündemiç gerçeği konuşmakken; altı özenle çizilmesi gereken Carl Gustav Jung’un, “Kriz, hastalığın doruğunu belirleyen bir tıp terimidir,”[3] saptamasıdır.

Yunanca “Crísis” kelimesinden gelen, düşünce ve karar anlamındaki “Kriz” sözcüğü bir yerde biriken imkân ve tehditlerin sonucu ve “Karar”dır.

Evet; Burada durup; imkân, tehdit ve karar kavramları üzerine bir düşünmek lazım…

O hâlde “İçinde bulunduğumuz kriz artık maddi değil, varoluşsal, spiritüel,”[4] türünden psikolojik lafolojileri bir kenara bırakıp; Randall Collins’in, “Önümüzdeki yıllar şaşırtıcı sarsıntılara ve çok büyük zorluklara gebe. (...) Yakın geçmişteki Büyük Durgunluk’tan çok daha büyük bir kriz,”[5] diye ifade ettiği hâle odaklanmalıyız!

Görülmesi gerek: İleriye doğru adım atacak potansiyelleri aşındığı için sürdürülemez kapitalizm, her alanda bir çıkmaz ve toplumsal çürümenin derinleşmesi ile yıkım olarak kendini dışa vuran yapısal krizlerle karakterize olmaktadır.

Kapitalizmin günümüzde yaşanan sistem krizi, devasa bir derinlik ve yaygınlıkta seyrediyorken; bu durum burjuva ideologların uzun bir dönem boyunca kapitalist düzenin geleceğine dair çizdikleri pembe tabloları da paramparça etmektedir.

Tüm verileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir. Günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor.

Francis Fukuyama gibi, “Tarihin sonu”nu ilan edenlerin kriz gerçeği karşısında diyecek sözleri yokken; “Kapitalist üretim sürecinin önemli ölçüde karakter değiştirdiği” yolundaki görüşler de yerle yeksan olmuştur.

“Kapitalist sistemin artık krizlerini atlatabilecek yetkinliğe ulaştığı” yalanına sarılan serbest piyasacı iktisatçıların (ve “Marksist” geçinen kimilerinin de burjuva iktisatçıların kuyruğuna takılanları) düştüğü gülünç hatırlayın; onlardan bugüne hiçbir şey kalmadı!

Nasıl unuturuz: Yakın geç(me)mişte “Marksist”(?) etiket taşıyan kimileri, liberalizme kayıp, “bilimsellik” cilasıyla parlatılan inkârcılığa sarılmışlardı. Bu zehirli atmosferden etkilenen kimileri de, Karl Marx’ın ‘Kapital’ ve V. İ. Lenin’in ‘Emperyalizm’ çözümlemelerini, yetersiz bulur olmuştu. Kapitalizmin ekonomik işleyiş yasaları hakkındaki Marksist-Leninist açılımları sığ bulup “derinleştirme”ye girişen bu “ekonomik tahlil” meraklıları, araştırılması gereken “araştırmacılar”ken; krizlere karşı bağışıklık kazandığı iddia edilen “çağdaş” kapitalizmin ekonomik mekanizmaları yine büyük bir krizle sarsılmaya başladı.

Toplumculuğun her belirtisine ve emekçilerin kazanılmış sosyal haklarına saldırısıyla ünlen neo-liberalizmin damgasını vurduğu 80’li yıllar ve sonrasında sürdürülemez kapitalizmin yeni bir alt üst oluşuyla yüzleşiyoruz!

Tam da bu koordinatlarda, “Krizler, daima, mevcut çelişkilerin ancak geçici ve zora dayanan çözümleridir. Bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır,”[6] vurgusuyla; “Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir,”[7] diye ekleyen Karl Marx’ın uyarıları eşliğinde “imkân, tehdit ve karar” bileşkesine bir işçi sınıfı devrimcisi gibi bakmak kilit önemdedir.

 

“NE”LİĞİ

 

“Kriz garip bir canavardı.

Bazen birleştiriyor,

bazen bölüyordu.”[8]

 

Karl Marx’ın, “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. (...) Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir: Bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte, burjuva toplumun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar,”[9] diye işaret ettiği kriz; kapitalist üretim tarzı, gelişmesinin belirli bir aşmasında üretici güçlerin önüne dikilir. Ket vurmaya başlar. Onların içerdiği tüm potansiyelleri dışa vurarak gelişmelerinin önüne geçer ki, burası -kabaca- kriz momentidir.

Her alanda çelişki, her adımda çatışma ve krizdir kapitalizm; başka türlü bir kapitalizm yoktur ve olmayacaktır da!

Kapitalizmin işleyiş yasalarını inceleyip, sistemin eğilimlerini ortaya koyan Karl Marx ve Friedrich Engels’in altını çizdikleri öncelikli ve önemli nokta şudur: Kapitalizm çelişkilerle yüklü bir sistemdir ve krizlerle yol almak kapitalizmin varoluş biçimidir. Bu nedenle, sistemin işleyiş yasalarını anlamaya ve açıklamaya çalışırken, sanki çelişkisiz bir kapitalizm mümkünmüş gibi akıl yürütmeler doğru değildir. Kapitalizmi kavramak demek; onun çelişkili, patlamalı, gerilimli, sürekli krizler ve yıkımlar yaratan doğasını kavramak demektir. Mesela üretimi toplumsallaştıran kapitalizm, sıra toplumsal ürünlerin bölüşümüne gelince kapitalist özel mülkiyetin yasalarını devreye sokarak en temel, en büyük çelişkiyi ve çatışmayı yaratır. Tüm üretimi ve zenginliği gerçekleştiren işçi sınıfı, işgücünden başka satacak bir şeyinin olmadığı bir yaşama mahkûm edilmiştir. İşçi kitlelerinin alım gücü, neticede onların ücretleriyle sınırlanmıştır. Karl Marx’ın önemle belirttiği üzere, işçi-emekçi kitlelerin tüketimi daha baştan sınırlanmış ve engellenmiştir.

Daha en baştan toplumun çoğunluğunu eksik tüketime mahkûm eden kapitalist üretim tarzı, aynı zamanda aşırı üretim krizleriyle sarsılır. Kapitalizm plansız ve anarşik bir sistemdir. Yani birleşik ve girift bir ekonomik temel üzerinde, bu gerçekliği yok sayan, toplumun asıl ihtiyaçlarını ve tüketim gücünü hesaba katmayan bir üretim süreci söz konusudur. Kapitalistleri üretim yaptırtmaya sevk eden toplumun ihtiyaçlarını karşılama gibi ulvi güdüler değil, tümüyle kâr beklentisidir. Yegâne amaç kâr elde etmek olduğu için, her kapitalist grup ya da tekel kendi hedefleri doğrultusunda üretim yapmakta ve bu durum mevcut pazarların sınırlarının ötesine taşan bir aşırı üretimle sonuçlanmaktadır. İşte kapitalizmin bu yapısal özelliği, kendini periyodik krizlerle açığa vurmakta ve her krizin çözümü yeni ve daha büyük krizlerin temellerini döşemektedir.

Kapitalizmin III. Büyük Bunalımı olarak açıklanması gereken bugünkü durumu; kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt ederek; yaşananın sistem yapısal krizi olduğunun altını çizmek gerekir.

Sürdürülemez kapitalizm yaşadığı yapısal krizini, tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi yine savaş harcamalarını tırmandırarak ve böylece dünyayı ateşe vererek, yeniden paylaşıma konu olan bölgeleri yakıp yıkarak, milyonlarca insanın yaşamını söndürerek atlatmayı deniyor. Bu anlamda, aslında birbirine eklemlenmiş bölgesel yeniden paylaşım savaşlarıyla bütünsel bir zincir oluşturan ve yeni savaş gereçleri ve teknikleriyle sürdürülen bir “Üçüncü Dünya Savaşı” dönemini andırmaktadır.

Bu çerçevede bir daha tekrarlayalım: “Kriz” kelimesi Çince yazıldığında iki harften oluşur; bu harflerden birincisi “tehlike”yi diğeri “fırsat”ı ifade eder. Yani “Tehlike” ve “Fırsat” bileşkesidir kriz.

Kökeni Yunanca da “Karar vermektir” krizin; özellikle önemli dönüm noktasında karar vermeye işaret ederken; gerçek ve sanal değerlerin ayrışmasıdır.

Kapitalizmin derinleşerek açığa vuran yapısal hastalıkları karşısında artık neredeyse Karl Marx’ı anmadan bir gün bile geçmez hâle gelip; “Dünyanın üzerinde Marx’ın hayaleti dolaşıyor” ya da “Marx’ın kapitalizm hakkındaki kehanetleri gerçekleşiyor” benzeri başlıklar şimdilerde sıklıkla burjuva basında yer alıyor. Gerçekten de krizin temeli kapitalizmdir; bu nedenledir ki burjuva iktisatçıların dahi “Marx haklıydı” demek zorunda kalmaktadır.

Kriz, burjuva için büyüyen devrim korkusudur; işçi sınıfı için sosyalizmin güncelliği ve zorunluluğudur.

Kriz, dünyanın patronların değil, işçilerin sırtında döndüğünün göstergesidir; kâr, faiz ve rant gelirlerinin mevcut artı-değerin bölüşümünden başka bir şey olamayacağının kendisini göstermesidir.

Bu değiniler temelinde ve “Faşist hareketin önemli ön koşullarından biri, geniş kesimlere toplumsal güvensizlik duygusu veren, onların sosyoekonomik statülerini tehdit altına alan ve nihai olarak burjuva demokrasisine ve partilerine olan güvenlerini sarsıp yok eden sosyoekonomik kriz semptomlarıdır,”[10] uyarısı eşliğinde şu üç nokta asla unutulmamalıdır:

Birincisi: “Ekonomik bunalım servet dağılımının birkaç kişide yoğunlaşmasına yönelik, sistemden kaynaklanan eğilimlerin bir ürünü olarak görülmelidir.”[11]

İkincisi: “Adam Smith’in Mussolini’ye ihtiyacı var. Yatırım özgürlüğü, fiyat özgürlüğü, kambiyo özgürlüğü: Piyasalar ne kadar özgürse, insanlar o kadar tutsak. Küçük bir kesimin refahı geri kalan insanları lanetliyor. Masum bir serveti bilen var mı? Kriz zamanlarında liberaller muhafazakâr, muhafazakârlar ise faşist olmuyorlar mı? Kişilerin ve ülkelerin katilleri kimlerin emrinde görevlerini yerine getiriyorlar?”[12]

Ve nihayet üçüncüsü de: “Kriz en uç noktasına eriştiğinde, bir başka aforizmada söylendiği gibi, umut çıkabilir ortaya: Gerçek rakip, içinizi sınırsız cesaretle doldurandır.”[13]

 

“TANIM”

 

“Zihinleri kontrol eden,

dünyayı kontrol eder.”[14]

 

Şimdi burada durup; “Kapitalizm mi kriz yaratıyor; yoksa değişimler mi?”[15] türünden totolojilere aldırmadan; Karl Marx’ın, “Krizler, sürekli var olan çelişkilerin ancak ani ve zora dayanan çözümleridir. Onlar bozulmuş dengeyi bir süre için yeniden kuran şiddetli patlamalardır”; Antonio Gramsci’nin, “Eskinin öldüğü, ama yerine henüz yeninin doğmadığı andır,” saptamalarıyla işaret ettikleri hâle yoğunlaşmalıyız!

O hâl ki William A. Pelz’in, “Peki, Paris halkı neden bu kadar öfkeliydi? (...) Aslında Paris’teki bu öfkenin altında çok daha belirgin bir neden yatmaktaydı: ekmek. (...) Yüzyıl başında maaşlı çalışanlar kazançlarının neredeyse yarısını ekmeğe veriyordu. Ne var ki 1788-89’daki ekonomik kriz esnasında bir maaşın ekmeğe giden kısmı ortalama yüzde 58’e yükseldi. Açlıkla ve 1789’un fahiş fiyatlarıyla geçen aylar, bu oranı yüzde 88 gibi olağanüstü bir değere taşımıştı. Bastille’in düştüğü günün tahıl fiyatlarının doruk noktasına ulaştığı güne denk gelmesi bir tesadüften çok daha fazlasıydı,”[16] diye tanımladığı durumdur!

Kolay mı? Kapitalist birikim süreci birçok yerden kırılmaya yazgılıdır ve tıkanıklık baş gösterdiğinde, sürece dahil olan faktörler birbirlerini artan biçimde olumsuz yönde etkilerler; böylece ekonomi bir çöküş içine girer.

Karl Marx’ın dediği gibi, kapitalist üretim sürekli olarak kendi özünden kaynaklanan engeller yaratır ve bu engellerin üstesinden gelmeye çalışarak yol alır. Ama bunu da ancak, söz konusu engelleri daha heybetli ölçekte üretip önüne dikerek başarabilir. Bu bakımdan kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir.

Bilmiyor değilim: “Buhran ‘son’ demek değildir. Aksine, ‘buhran’, olanaklı ise yeni uyarlamalarla ‘son’dan kaçınılabilecek önemli bir dönüm zamanına gönderme yapmaktadır; ancak bunlar olanaklı değilse ‘son’ kaçınılmaz hâle gelir… Buhran dönemi, eğer böyle bir şey gerçekleşirse, dizgenin gelecekteki gelişimini ve yeni toplumsal, iktisadi ve siyasi temelini belirleyecek hayati kararların alınıp dönüşümlerin gerçekleştirildiği tarihsel bir tehlike ve belirsizlik uğrağıdır.”[17]

 

YERKÜRE

 

“Mutlu azınlığın doyması için

yığınların açlıktan ölmesi gerekir.”[18]

 

“Yeni toplumsal, iktisadi ve siyasi temelini belirleyecek hayati kararların alınıp dönüşümlerin gerçekleştirildiği tarihsel bir tehlike ve belirsizlik uğrağı”nda yerkürenin hâline gelince…

Sürdürülemez kapitalizm periyodik krizlerini aşan yapısal bir krizle yüz yüzedir. 2008’de patlak veren küresel ekonomik çöküş, bu tarihsel sistem krizinin en şiddetli ifadesi olmuştu. Emperyalist ve kapitalist devletler, piyasaya trilyonlarca dolar sürerek ve devasa şirketleri kurtararak krizin mutlak anlamda bir çöküşle sonuçlanmasına izin vermemişlerdi. Böylece aslında krizi erteleyerek daha büyük bir krizin yolunu döşemişlerdi.

Daha sonraki yıllarda dünya ekonomisi göreli bir büyüme yaşadı ancak kapitalizmin tarihsel sistem krizi zemininde gerçekleşen bu büyüme dünya burjuvazisinin sorununu çözemedi. Nitekim kapitalist ekonomi 2008 krizinden sonra daha büyük bir krizle yüzleşti.

Kapitalist sistemin derin krizi hemen tüm büyük ölçekli gelişmelerde kendisini gösteriyorken; yerküredeki hiçbir siyasal-toplumsal gerçek, krizden bağımsız olarak anlaşılamaz, açıklanamaz.

Kapitalist sistemi sarsan derin krizlerin yaşandığı tüm dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de emperyalist güçler arasında giderek artan gerilim şimdi yeni saflaşmaları ve hesaplaşmaları devreye sokmuştur.

Sürdürülemez kapitalizm her alanda köklü bir krizle ve çıkışsızlıkla karşı karşıyadır: Olağanlaşan ekonomik kriz, kâr oranlarının düşmesi, katlanarak artan işsizlik, işçi ücretlerinin düşmesi, yaşam standartlarının gerilemesi, on milyonların açlıktan kırılması, azgınca ilerleyen militarizm ve silahlanma, çıkışsızlığın yıkıcı ifadesi olarak emperyalist savaş, özellikle Avrupa’ya vuran göç dalgaları, burjuva demokrasisini daha da daraltan polis devleti uygulamaları, geleneksel burjuva siyaset sahnesinin çökmesi ve ırkçı eğilimlerin, faşist hareketlerin, “tek adamlar”ın yeniden hortlaması, toplumsal ilişkilerin alanında çürüme ve kitlelere egemen olan çıkışsızlık, umutsuzluk!

Bunlar arasında en çarpıcı veri, emperyalistler arasında çekişmelerin tırmanmasıdır. Böylece XXI. Yüzyıla damgasını görece istikrar değil, her alanda tam bir istikrarsızlıktır; kapitalist sistem sarsıcı krizlerle, büyük çalkantılarla karakterize olan kaotik bir dönemin içine girmiştir.

Bunun ardında derin bir eşitsizlik ve sömürü gerçeği yatmaktadır!

Mesela “Dünya üzerinde her gün yaklaşık 100 bin kişi açlıktan veya açlığın sebep olduğu sonuçlardan ölüyor”ken; “Amerikalıların yüzde 1’i ABD’nin özel servetinin üçte birinden fazlasına sahip. Bu sonuç aynı zamanda en altta kalan yüzde 90’lık Amerikan halkının sahip olduğu bütün servetten daha fazladır.”[19]

Evet kapitalist yıkım tablosunda 8 kapitalistin elinde tuttuğu servetin dünyanın yarısınınkine, 1810 kapitalistin servetinin ise dünya nüfusunun yüzde 70’ininkine, en nihayetinde yüzde birlik kesimin sahip olduğu servetin 7 milyarlık dünya nüfusunun yüzde 99’unun sahip olduğu toplam zenginliğe eşit olduğu bir yerkürenin mimarıdır kapitalizm![20]

Bu kadar da değil!

Kapitalizmin içine girdiği yapısal bunalım ile eş zamanlı kesitte yaşanan hegemonya krizi, uzatmalı ve çok parçalı bir emperyalist savaşa yol açıyor. Kapitalistlere dünyayı yok oluşa götürmek pahasına, daha saldırgan/ tahripkâr adımlar attırıyor. Suriye, Libya, Irak ve Yemen, vb’leri yangın yerine çevrilirken; bu ve benzeri coğrafyalardaki milyonlarca insan göç etmek zorunda bırakıldı!

Evet! Sürdürülemez kapitalizmin yapısal krizi, büyüyen bir göç dalgasının da mimarıdır…

“Umut yolculuğu” karanlık sularda son bulan binler; savaştan, ölümden, açlıktan, işsizlikten kaçarak yollara düşenler; sınır kapılarında bekletilen, şiddete maruz kalan, hastalık ve açlıkla boğuşmak zorunda bırakılanlar; insanlık dışı kamplarda tutulan milyonlar; tacize, tecavüze uğrayan kadınlar ve çocuklar…

İşte krizle sarsılan kapitalizmin insanlığa yaşattığı cehennemin bir kesiti: Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, 2017’de uluslararası göçmenlerin sayısı 258 milyonu buldu. Söz konusu veri aslında açıklandığından çok daha fazladır. Ancak eldeki verilere göre, savaş ve çatışmalardan kaçarak başka ülkelere sığınan mültecilerin sayısı 68.5 milyona ulaşmış durumda. Bu rakamlar her geçen gün de büyümekte...

Ayrıca sürdürülemez kapitalist sistemin ekolojik yıkımı yerküreyi “iklim mültecileri” kavramıyla da tanıştırdı. Kapitalistlerin daha fazla kâr uğruna sebep olduğu küresel iklim değişikliklerinin sonucu olarak kuraklık, aşırı sıcaklar, sel gibi yaşanan büyük felaketler de insanları göçe zorluyor. İsveç merkezli ‘FORES’ araştırmasına göre, 10 yılda iklim mültecilerinin sayısının 21.5 milyon olacak. Sürdürülemez kapitalizmin varlığını (dolayısıyla da tahribatlarını) devam ettirmesi durumunda 2050 yılına kadar 200 milyon insanın iklim nedeniyle Avrupa’ya doğru göç edeceğini öngörüyor.

Ve çevreden merkeze yönelen göç ve krizle metropollerde yeniden devreye giren faşist hareketler, ırkçılığın/ yabancı düşmanlığının yükselişi, muhafazakârlaşma eğilimi, toplumsal çürümenin katmerlenerek derinleşmesi gibi olgular krizinin beslediği gerçeklerdir.

Nihayet buraya kadar andıklarımızın merkezindeki savaş realitesine gelince…

Öncelikle “Üçüncü Dünya Savaşı” diye de adlandırılması mümkün olan dönemde, savaş kapitalizmin zorunlu bir sonucudur

Tarih gösteriyor ki, sermayenin gelişip büyümesi, savaşların da aynı şekilde büyümesini, sayısının, sıklığının, yıkıcılığının ve kurbanlarının artmasını beraberinde getirmektedir. Dünya pazarının daha büyük bir kısmını ele geçirmek, daha geniş hammadde ve enerji kaynaklarına el koymak üzere tüm büyük güçler sonu gelmez bir rekabet içindedirler. Bu rekabet askeri yöntemlere başvurulmasını belli bir aşamada zorunlu kılar. Bu zorunluluk, kapitalist güçleri giderek daha güçlü ordular kurmaya iter.

Kapitalizm ile savaş arasında kopmaz bir bağ vardır. Kuşkusuz ki savaş, kapitalizmle birlikte başlayan bir olgu değildir. Ne var ki, kapitalizm, yarattığı militarizmle birlikte, insanlık tarihinin aslında en kanlı dönemini temsil eder. Çünkü kapitalizm, örgütlü, kurumsal, sistematik şiddetin ve bunun en vahşi biçimi olan savaşın zirvesini temsil ederken; Rosa Luxemburg’un da işaret ettiği gibi, tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik akışı, sermayenin sadece doğuşunu değil aynı zamanda dünyada adım adım ilerleyişini de temsil etmektedir.

Kapitalizm var olmaya devam ettiği sürece iktisadi rekabetin, sıcak çatışmalarla, yani emperyalist paylaşım savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, iktisadi krizler nasıl kapitalizmin içsel işleyişinden kaynaklanıyorsa ve kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak mümkün değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler. İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünülemez.

Tıpkı V. İ. Lenin’in Ağustos 1915’te dikkat çektiği üzere: “Sermaye uluslararası ve tekelci hâle gelmiştir. (…) Kapitalizm altında güç kullanmaktan başka bir paylaşım zemini ve paylaşım ilkesi mümkün değildir. (…) Kapitalizm üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretimde anarşidir. (…) Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamanın savaştan başka bir yolu yoktur ve olamaz. Savaş özel mülkiyetin temelleriyle çelişmez bilakis bu temellerin doğrudan ve kaçınılmaz bir ürünüdür. Kapitalizm altında tek tek işletmelerin ve tek tek devletlerin düzgün ekonomik büyümesi imkânsızdır. Kapitalizmde periyodik biçimde sarsılan dengeyi yeniden sağlamanın sanayide krizler ve siyasette savaşlardan başka bir yolu yoktur.”[21]

Denilebilir ki sürdürülemez kapitalizmin yapısal krizinin körüklediği emperyalist paylaşım savaşı, devam ederken, insan(lık)ı daha tehlikeli bir gelecek beklemektedir.

Bunlardan ötürü emperyalist savaşın niteliğini, kapitalizmin neden barışçıl bir dünya kuramayacağını, haksız savaşların kapitalizmin kaçınılmaz ürünleri olduğunu ve de savaşların aynı zamanda devrimler için bir katalizör görevi gördüğünü kavramak büyük önem taşır.

Kolay mı? Savaş ile devrim arasındaki ilişkiye Marksistler-Leninistler her zaman dikkat çekmişlerdir. V. İ. Lenin, “Savaşlar devrimlerin dölyatağıdır” derken, bu saptama, o gün olduğu gibi bugün de emperyalist savaşlara karşı izlenecek mücadele hattının temel belirleyenlerinden biridir.

Toparlarsak: Burjuvazi derin bir çıkışsızlık batağında debelenip duruyorken; maddi koşullar totalitarizm eğilimini ve emperyalist savaşın derinleşip yaygınlaşmasını güçlendiriyor. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun ve öfkesinin farkındalar ve bunun devrimci bir arayışa kanalize olmaması için bir yol arıyorlar. Kitleler manipüle ediliyor, korkutuluyor, güce tapar hâle getiriliyor, önlerine güçlü lider pozlarındaki sahtekârlar konuluyor ve kitlelerin kendilerini bu liderlerle özdeşleştirip, sorgusuz sualsiz onların peşine takılması isteniyor.

Bu tabloda unutulmaması gereken; kapitalizmin yapısal krizi, faşizmi de emperyalist savaşı da körüklüyorken; yerküre de mevcut kriz ile savaş ve toplumsal isyanlar dönemine girmiştir.

 

“DURUM(UMUZ)”

 

“Irzına geçilmiş kirletilmiş kanda

yuvarlanan pislik akan;

işte burjuva toplumun hâli bu.”[22]

 

İktidarın yalakaları ile burjuva siyasetçiler, mevcut krizin kapitalizmin krizi olduğunu saklamaya çalışıyorlarken; öncelikle (“Ama”sız, “Fakat”sız!) krizin, bu gerçek unutulup/ unutturulmamalıdır!

Evet krizin gerçek nedeni kapitalist sistemdir. Bakın bu konuda Adam Smith ne demişti yıllar öncesinden: “Sivil devletin lüzumluluğu, kıymetli malların edinilmesiyle artar. Fakirliğin olduğu yerde devlet olamaz, zira devletin asli vazifesi, zenginliği güven altına almak ve zengini fakirden korumaktır.”[23]

Bu böyleyse kapitalizmin içinde debelendiği olağanüstü koşullarda, burjuva düzenin “normal dışı” işleyişler için “normal dışı” önlemleri devreye sokar. Tabir caiz ise, olağanüstü olağanlaşır. Yani yapısal kriz(ler), iç veya dış savaşlar, sınıf çatışmasının sarsıcı dalgaları gibi nedenlerle, burjuvazi hegemonyasını parlamenter işleyişle sürdürmekte zorlandığında, yasama/yargı/yürütmeyi tekelleştirir. “Tek adam”ın olağanüstü bir rejimini devreye sokar.

Günümüzde kapitalizmin yapısal kriziyle, yeni bir dünya savaşını andıran “Üçüncü Dünya Savaşı” yaşanıp; söz konusu savaşın kavurduğu alan büyüyorken; tüm büyük kriz dönemlerinde görüldüğü gibi, düzenin artan baskıları, otoriterleşme ve bu gidişatın durdurulamaması hâlinde de totalitarizmi devreye sokmaktadır.

Özetle kapitalizmin kriziyle bağıntılı olarak emperyalist savaşların yaygınlaştığı, dünya genelinde totaliterleşme eğiliminin yükseldiği kaotik bir dönemden geçiyoruz.

Ve böyle hâllerde burjuvazi işçi sınıfının mücadelesine, örgütlerine darbeler indirebilir. Ancak her ne yaparsa yapsın işçi sınıfını ve mücadelesini ortadan kaldıramaz. Onun tarihsel misyonunu yok edemez. Karanlık günlerin ağır koşulları bile sınıfın duyarlı unsurlarının tomurcuklanmasını engelleyemez.

Ancak günümüzde çekilen acıların katmerleşmesinin önemli nedeni, işçi-emekçi kitlelerin mücadeleyi yükseltebilecek bilinç/örgütlülük düzeyinden yoksun bulunmalarıdır. Fakat unutulmamalıdır ki, yerküre umutlu olmayı müjdeleyen bir devinim yaşanıyor.

 

“HÂL(İMİZ)”

 

“Dünya sadece umut edenlerle değil,

mücadele edenlerle değişecektir.”[24]

 

Coğrafyamızdaki gidişata ilişkin olarak yaygın kanı, parlamenter rejimin kurumlarının çöktüğü karanlık bir dönemden geçildiği merkezindedir.

Mahfi Eğilmez, “AKP, iktidara ekonomik kriz sonucunda geldi. Ekonomi, AKP’nin iktidara geldiği ortamdan daha kötüye gitmedikçe, insanlar o referans tarihindeki durumdan daha kötü duruma düştüklerini görmedikçe, AKP’nin ekonomi kökenli bir gelişmeyle iktidarı kaybetmesi pek olası görünmüyor,”[25] dese de; “İnsan krizde ortaya çıkan bir varlık. Kriz dönemleri insanın gerçek kişiliğini ortaya çıkarıyor”;[26] “İnsanları gerçekten tanımanın tek yolu onları bir kriz anında gözlemlemektir”;[27] “Bir kriz meydana gelip de maskeler düştüğünde -ki faniler arasında bu hep olur- hakikât korkunçtur!”[28] gerçeği “es” geçilmemelidir!

Başkanlık rejimi coğrafyamıza “istikrar getirmek” yerine, yoğun bir şiddet ve kaos sarmalını körüklemektedir.

Evet coğrafyamızdaki somut gelişmelerin temelinde kriz gerçeği yatıyorken; mevcut siyasal-toplumsal tablo kriz gerçeğinden kaçarak değil, tam tersine onu aşmak için devrimci tarzda kavrayan bir mücadeleyle değiştirilebilir ancak.

İktidar ortada bir kriz olduğunu reddedip yaşanılan süreci, “Dış güçlerin Türkiye’nin önünü kesmek için giriştiği ve ekonomik araçlarla yürütülen bir savaş” olarak adlandırırken; coğrafyamız ekonomi-politik açıdan büyük çöküşle karşı karşıyadır.

Süreç içinde krizin sonuçları çok daha acı bir şekilde ortaya çıkacaktır. Hiç tereddütsüz, her krizde olduğu gibi bu kez de fatura işçi ve emekçilerin sırtına bindirilmeye çalışılacaktır. Tam da bu amaçla hepimizin aynı gemide olduğu söylemi bir kez daha köpürtülmeye başlanmıştır. Oysa işçi sınıfıyla sermaye sınıfı aynı gemide değildir! Çıkarları asla ortak değildir!

İktidarın kriz karşısındaki hareket hattı, IMF’siz bir IMF programı olan YEP (Yeni Ekonomi Programı) uygulamasıyla -acı reçetelerle!- “çözülme”ye çalışılıyor. Söz konusu tersten “çözüm”(süzlük)le krizin yükü öncelikle işçi sınıfına ve emekçilere yıkılmaktadır, daha da yıkılacaktır!

Eğer işçi sınıfı direnip mücadele etmezse; -toplam zenginlikten aldığı payın azaltılması, sermayenin payının arttırılması anlamında- “Milletçe fedakârlık yapacağız” söyleminin büyük hedefi işçi-emekçi kitleler olacaktır.

 

ÇÖZÜM: MÜCADELE

 

“Kriz anlarında insanın içindeki

canlılık iki katına çıkar. Ya da kısaca:

İnsanlar köşeye kıstırılmadıkça

tam olarak yaşamaya başlamazlar.”[29]

 

Öğrenilmiş/ öğretilmiş çaresizlik, kriz koşullarındaki insan(lık)ın, ne yaparsa yapsın hiçbir şeyi değiştiremeyeceği düşüncesini ve hayatları boyunca hiçbir şeyi kontrol edemeyeceklerini vaaz ederken; kapitalizmin sistem krizine bağlı olarak emperyalist savaşların yaygınlaştığı, dünya genelinde otoriterleşme eğiliminin yükseldiği, kitleleri derin bir huzursuzluk ve mutsuzluğa sürükleyen istikrarsız ve kaotik bir dönemden geçiyoruz…

Emekçi insan(lık)ın değersizleştirildiği, bir dönemi yaşıyorken; emek eksenli mücadeleler belirleyici ve çözümleyici oluyor. Söz konusu çerçevede öncelikle: Hayat bizi, krizle sarsıp zorladığında gelişmeye, ayağa kalkmaya çağırıyor ve bunun imkânını sunuyorken; sınamaktadır insan(lık)ı kriz…

Bunun farkına varıldığında, her kriz, her düşüş ve her zorluk yaşamın kendisi öğretici ve çözümleyici olurken; karışıklık, şüphe, kargaşa,  kızgınlık, umutsuzluk, acı, vb’leri büyümek için yararlanılması gereken mükemmel imkânlardır…

Evet kriz günlerinde ekmek önemlidir. Ancak ne hayat ekmekten ibarettir, ne de birçok durumda büyük meselelerle ilgilenmeden ekmeği korumak/ büyütmek mümkündür. Bu yüzden V. İ. Lenin, işçilerin sadece ekmek sorunuyla ilgilenmeleri anlamına gelecek siyasi eğilimlere (ekonomizm) karşı, amansız mücadele vermişti.

Unutulmamalıdır ki kapitalizmin yapısal kriz dönemleri işçi sınıfının öncü güçleri açısından devrimci mücadelenin yükseltileceği tarihsel kesitlerdir. Karl Marx, Friedrich Engels ve V. İ. Lenin gibi devrimci önderler krizde yalnızca batan ekonomiyi teşhis etmekle yetinmemişler, düzenin ciddi sarsıntılarının yarattığı toz duman arasında devrimin habercilerini görmüşler ve devrim için mücadeleyi başa almışlardır.

Ayrıca kapitalizmin büyük kriz dönemlerinin genelde devrimci durumlara gebe olduğu tespitini yaparken; şu hiç akıldan çıkartılmamalıdır: Kapitalizm ekonomik krizleriyle kendiliğinden yıkılmayacağı gibi, kriz dönemlerinin devrimci doğrultuda olgunlaşması da kendiliğinden gerçekleşmeyecektir.

Bununla bağıntılı olarak yapısal kriz dönemleri kapitalizmin temel sınıflarına ve bu sınıfların siyasal temsilcilerine aslî görevlerini hatırlatan bir uyarıcı işlevi de görürler. İşçi sınıfının öncü güçlerinin oyalamacı, uzlaşmacı, reformist etkilenmelerden iyice kurtulmaları doğrultusunda katı gerçekleri daha da net kavranabilir hâle getirir kriz.

Kapitalizmin ekonomik krizleriyle işçi sınıfının mücadelesi arasındaki ilişkiyi mekanik bir tarzda değil, somut yaşamda olayların akışını belirleyen pek çok nesnel ve öznel faktörün diyalektik ilişkisi içinde kavramak gerekiyor. Ekonomik krizler işçi sınıfının devrimci mücadelesinde otomatik olarak yükselişlere yol açmıyor. Ekonomi ile siyaset arasında karşılıklı fakat karmaşık bir etkileşim vardır. İşçi hareketinin siyasal ve örgütsel düzeyi, genel moral durumu, mücadele azmi ya da tersine mücadele yorgunluğu gibi faktörler, işçilerin krize gösterecekleri tepkinin de niteliğini belirler. Olumsuz koşullar işçi sınıfını ekonomik kriz karşısında büsbütün geriletip, böylece burjuvaziye soluk alma fırsatı verebilir.

Mevcut tablo karşısında eğer tarihten ders alınacaksa, totalitarizme karşı iş işten geçmeden mücadeleyi dört bir koldan yükseltmek, hayati önemdedir. Devrimci işçilerden demokrat aydınlara, örgütlü sosyalistlerden mücadeleci Kürtlere dek, her kesimin kendi bağrından yükselteceği ve ortaklaştıracağı bir mücadele, bugünkü karanlık gidişatı değiştirebilir.

Bu güzergâhta işçi sınıfının bileşik mücadelesiyle, Kürt ulusal hareketinin (iltihakını değil) ittifakını gerçekleştirmek kilit önemdeyken; insan(lık)ın sosyalist alternatifi gerçekleştiremediği taktirde, neo-liberal insafsız sömürünün, sadece emekle sınırlı kalmayıp, bireyin kendisine giderek daha çok yabancılaştığı bir hiksoslaşma-mankurtlaşmaya (bilinçsiz köle), sürüleşmeye kapı açacağı bir “sır” değildir.

Egemen ideoloji tarafından hakikâtin önemsizleş(tiril)mesi siyasetinin öne çıkartıldığı koordinatlardan geçerken; unutulmamalıdır ki, “Hakikâtin önemsizleşmesi siyasetinde inandırma ya da ikna sürecinde, dinleyicilerin zihinlerine hitap etmek yerine, kalplere hitap etmek söz konusudur. Doğrudan duyguları harekete geçiren yüce kavramlar olarak ‘şehadet’, ‘kutsallık’, ‘din’, ‘milliyetçilik’; korku kavramı olarak ‘terör’, ‘savaş’, ‘ekonomik kriz’; öfke ve nefret kavramı olarak ‘şer odakları’, ‘ülkeyi ele geçirmeye çalışan kötüler’, ‘gizli gündemleri olan dış güçler’, ‘kıskanan ve kuyu kazan ötekiler’; hüzün kavramı olarak da ‘tarih boyunca uğranılan haksızlıklar’, ‘yaşanan mağduriyetler’ ve daha birçok benzeri yaklaşım, hakikâtin önemsizleşmesinin temel başvuru araçlarıdır.”[30]

Ve egemen ideoloji bunları ısrarlı ve istikrarlı biçimde kullanmaktayken; Mihail Bulgakov’un, “İnsanın güvenini yitirip tepetaklak yuvarlanmasının kolay olduğu kriz günlerinde, kendini üzüntünün kollarına bırakıp bir kurban olarak görmesinden, her şeyden büyük bir acıyla söz etmesinden daha kötüsü yoktur,”[31] ifadesindeki üzere edilgen kitleler köleden başka bir şey olamazken; genellikle gerileme dönemleri söz konusu olduğunda, mücadele edenlerin sayısının azalması ve mücadeleye inancın zayıflaması sık görülen olgulardır. Ancak tarih, “Bu toplumdan bir şey olmaz,” veya “İşçi sınıfıyla olmaz,” diyen mücadele kaçkınlarını er ya da geç haksız çıkarmıştır.

Ve nihayet dünya kapitalizminin ağır bir kriz içinde olduğu mevcut şartlarda emek eksenli hareketlerin yeni yükselişleri kaçınılmazdır. Ve yeni yükselişler geldiğinde geçmişin yanılgılarından ne denli uzak durulabilirse hareketin başarıları o denli büyük olacaktır.

Bu noktada aslolan, “Eğer hayal kurmamıza izin vermezlerse, biz de onların uyumasına izin vermeyeceğiz,”[32] kararlılığıyla “sol memenin altındaki cevahiri karartmamak”tır; “Zulümle abat olanın sonunun berbat olacağı” bir avunma değil, sınıfsal mücadele gerçekliğinin gereğidir.

 

“SONUÇ” YERİNE

 

“Çok olmadığımız kesin

Çok olan tarafta değiliz

Çok olan tarafta olmayacağız.”[33]

 

Rutger Bregman’ın, “Gerçek kriz, daha iyi bir şey hayal edemiyor olmamız,”[34] uyarısını dillendirirken; Yaşar Kemal’in, “İnsanların, bu sefil, bu yoksul, bu cahil halkın böyle köpeklere, yalancılara, onursuzlara önem vermeleri devrin bozukluğundandır. İnsanın piçleşmesidir ve bu bir kriz çağıdır Bu çağ da geçecektir. Bu yaşlı, kocamış insanlık kim bilir böyle ne kötülükler geçirmiştir. Bir gün gelecek, insanlar onurun, şanın, insan olmanın paradan da ekonomiden de üstün olduğunu anlayacaklar,”[35] saptamasını anımsamak mümkün müdür?

Tarihin de birçok kez tanıklık ettiği gibi, en karanlık koşulların aydınlık bir yanı vardır; görebilecek cesaretin varsa tabii…

Kapitalizmin yapısal krizi, üretici güçlerin artık insan(lık)a kapitalizmle hizmet edemeyeceğinin ilanıdır. Köhnemiş kapitalizm koşullarında insan soyunun ve doğanın çıkarlarına tamamen aykırı bir niteliğe bürünmüştür. Ölümcül krizler içinde kıvranan kapitalizmin tarihsel bir geleceği yoktur. Kısmi reform çabalarının ve kitlelerin gözünü boyamaya çalışan “iyileştirme” vaatlerinin kapitalizmi bu yazgısından kurtarabilmesi asla mümkün olmayacaktır. İnsanlığın geleceği ya barbarlık ya da sosyalizm seçenekleri ile sınırlıdır.

Eğer barbarlığa teslim olunmayacak ise insan(lık)ı geleceği, onu sınıfsız ve sömürüsüz topluma taşıyacak işçi devrimlerinden başkası olamaz. Bu da alınteriyle geçinen yoksul insanları mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesiyle mümkündür.

Ancak bir kez daha anımsanması gerektiği üzere kapitalizm, krizlerinin sonucunda kendiliğinden çökmez; bu mümkün değildir; o “zırh içindeki ölü” olsa da!

Kapitalizm işçi sınıfının devrimiyle yıkılmadığı sürece, yeni çöküşler ve krizler yaşamak üzere varlığını sürdürebilir…

Özetle kapitalizm yıkılmadığı sürece “yaşamaya” mahkûmdur!

Bu noktada hâlâ “Ya devrim ya reform” ikilemi geçerliliğini korurken; kapitalist kriz koşullarında emek eksenli yeni yükselişlerin zemini vardır, olacaktır. Yeni yükselişler geldiğinde geçmişin yanılgılarından ne denli uzak durulabilirse hareketin başarıları o denli büyük olacaktır.

Şimdi soru(n), “Krizin yükünü sırtlanmak mı, sınıfsal kavgaya atılmak mı?” veya “Yunanistan’da SYRIZA eliyle yapılan mı; başkası (yani devrimci çözüm) mı?” ikileminde net pozisyon almaktır.

Bu konuda elimizde sınıfsal mücadele dışında “hazır reçeteler” yoktur! Çünkü Marksizm-Leninizm, yaşamla ve mücadeleyle iç içe gelişen canlı bir eylem kılavuzudur. İşçi-emekçi kitlelerin mücadelesine yol gösterecek hazır reçeteler yoktur; devrimci teorinin ve tarihsel deneyimlerin ışığı eşliğinde somut koşulların titizlikle değerlendirilmesiyle yol belirlemek ve ana halkayı kavramak zorunludur.

Yani Marksist-Leninist teori, somut koşulları ve buradan türeyen farklılıkları hesaba katmadan, her zamanda ve her mekânda aynen tekrarlanacak kalıplardan oluşan bir dogma değildir.

O hâlde “Yapılması gereken şey, özellikle de kriz zamanlarında, vizyonlar veya en azından daha önce düşünülmemiş fikirler geliştirmektir. Bunların tümü kulağa safça gelebilir fakat aslında öyle değil. Kaldı ki, kitlesel boyutta yıkımla yüklü bir trenin, içindeki insanların aksi istikamette koşması hâlinde hızını ve yolunu değiştireceğini hayal etmekten daha safça ne olabilir? Albert Einstein’ın dediği gibi, sorunlar daha en başta onlara yol açan düşünce modeliyle çözülemez. Yolu değiştirmek, bunun için de önce treni durdurmak gerekir.”[36]

Bu arada son bir şey daha: Devrimlerin tarihin lokomotifleri olduğunu asla unutmayın/ unutturmayın!

 

17 Ekim 2018 16:41:30, İstanbul.

 

N O T L A R 

[1] Ege İşçi Birliği’nin 21 Ekim 2018 tarihinde İzmir’de düzenlediği “Kriz ve İşçi Sınıfı” başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:208, Kasım 2018…

Zorunlu bir not: Bu konuşma metni, konuya ilişkin ikinci versiyondur. İlk versiyonun başlığı “Krizin Mufassal Tarihi”ydi.

6-9 Ekim 2018 kesitinde “PKK/ KCK Kadın Örgütü Yönetici Olmak”(!) “iddia”sıyla(?) gözaltına alınmamdan ötürü, söz konusu metin -polisin el koyduğu bilgisayarımla- Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde tutsak.

Umarım bir gün bu yazı da her şeyle birlikte özgürlüğüne kavuşur.

[2] Immanuel Wallerstein.

[3] Carl Gustav Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, çev: Engin Büyükinal, Say Yay., 2016.

[4] Mark Manson, Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı, Butik Yay., 2017.

[5] Georgi Derluguian-Immanuel Wallerstein-Randall Collins-Michael Mann-Craig Calhoun, Kapitalizmin Geleceği Var mı?, Çev: Bülent O. Doğan Metis Yay., 2014, s.9.

[6] Karl Marx, Kapital, Cilt: III, çev: Alaaddin Bilgi, Sol Yay., 1990, s.259.

[7] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1967.

[8] Ted Dekker, Kırmızı, çev: Mihriban Doğan, Martı Yay., 2011, s.99.

[9] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[10] E. Attila Aytekin, Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler, Kolektif, (Emre Arslan- Gökhan Atılgan- E. Attila Aytekin- Mustafa Kemal Bayırbağ- Pınar Bedirhanoğlu- Ömür Birler- Korkut Boratav- Barış Çakmur- Metin Çulhaoğlu- Cem Eroğul- Zeynep Gambetti- Burak Gürel- Selime Güzelsarı- Raşit Kaya- Mustafa Bayram Mısır- Ebru Deniz Ozan- Mehmet Okyayuz- Eylem Özdemir- Yasemin Özgün- Alev Özkazanç- Cenk Saraçoğlu- Murat Sevinç- Cem Somel- Mustafa Şener- H. Tarık Şengül- Taner Timur- Aylin Topal- Ateş Uslu- Galip Yalman- Mehmet Yetiş- Filiz Zabcı- Gün Zileli) Siyaset Bilimi, Yordam Yay., 2012, s.413.

[11] Ravi Batra, Kriz 1990, Çev: Oya Argun Çakır, Altın Kitapları Yay., 1998.

[12] ­Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012, s.140.

[13] Ritchie Robertson, Kafka, çev: Elif Böke, Dost Kitapevi Yay., 2007, s.160.

[14] Jim Keith.

[15] Mahfi Eğilmez, Değişim Sürecinde Türkiye, Remzi Kitabevi, s.53.

[16] William A. Pelz, Modern Avrupa Halkları Tarihi, çev: Nil Tuna, Kolektif Kitap, 2017, s.70.

[17] A. G. Frank, “Crisis of Ideology and Ideology of Crisis”, Dynamics of Global Crisis, s.109.

[18] Eduardo Galeano.

[19] Ramazan Kurtoğlu, Küresel Ekonomik Kriz ve Yeni Dünya Düzeni, Destek Yay., 2017, s.67-27.

[20] https://www.oxfam.org/en/research/economy-99

[21] V. I. Lenin, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine”, Collected Works, c.21, Progress Publishers, 1964, s.340-341.

[22] Rosa Luxemburg.

[23] Ramazan Kurtoğlu, Küresel Ekonomik Kriz ve Yeni Dünya Düzeni, Destek Yay., 2017, s.34.

[24] Robert McGregor

[25] Mahfi Eğilmez, Değişim Sürecinde Türkiye, Remzi Kitabevi, 2018, s.244.

[26] Ayfer Tunç, Edebiyat ve Sosyoloji, Kolektif (Köksal Alver-M. Kayahan Özgül-Kurtuluş Kayalı, Handan İnci/ Ayfer Tunç- Ayşen Şatıroğlu), Alfa Yay., 2018.

[27] Nick Cutter, Karanlık Ada, Çev: Burak Eren, İthaki Yay., 2017, s.277.

[28] Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, Kırmızı Kedi Yay., çev: Işık Ergüden, 2014, s.80.

[29] Paul Auster, Yanılsamalar Kitabı, Çev: İlknur Özdemir, Can Yay., 2002, s.245.

[30] Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti, Destek Yay., 2017, s.30.

[31] Mihail Bulgakov, Usta ve Margarita, çev: Aydın Emeç, Can Yay., 2003.

[32] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012, s.157.

[33] Nevzat Çelik, “İtirazın İki Şartı”

[34] Rutger Bregman, Gerçekçiler İçin Ütopya, Çev: Duygu Akın, Domingo Yayınevi, 2018, s.11.

[35] Yaşar Kemal, Yusufçuk Yusuf, YKY., 2003, s.69.

[36] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?, çev: Kakan Keser, Ayrıntı Yay., 2014, s.56.

 
Editör: Haber Merkezi