“Karşı yaka memleket
Sesleniyorum Varna’dan
İşitiyor musun? Memet!
Karadeniz akıyor durmadan
Deli hasret, deli hasret
Oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun?
Memet! Memet!”


Sürgün hayatında şair bir babanın, oğluna hitaben yazdığı dizeleridir. Sürgüne gidenler gitmekle kalmaz, kalanların yüzlerini de beraberinde götürür. Özlem duydukları yüzlere dokunamayınca gidenler, bakiyelerinde yüzlerin hatırına dizeler yazmak kalır.
“Oğlum sana sesleniyorum, işitiyor musun/Memet! Memet” hangisi hangisini uzaktan uzağa, hangisi daha yakından sevdi bilinmez. Kaç zaman sonra bu dizeleri duydu, ne hissetti acaba Memet. Babası Nâzım’ı ilk gördüğünde on yaşındadır ve daha sonra cenazesinde görür. Memet’in on yaşında oluşunu okuyunca satır aralarında, “bir çocuğun babasını en son on yaşında görme acım” depreşti. Çünkü başkalarının acıları çoğu zaman bizi kendimize hatırlatır, başkasının derdine yandığımızı zannedip aslında kendi içimizdekileredir ağladıklarımız. Her acının yaşandığı yere değdiğinde gözlerimiz, dolup taşar içimizdeki deniz. Bu denizin ortasında bir ada gibi umutla yarını bekleyen metanetimiz.
Yok mudur sizce on yaşında son kez babasını gören bir çocuğun hayalleri? Babasıyla aynı berbere saç tıraşına giderken “Yanlar üstlere göre biraz daha kısaltılsın, böyle daha havalı oluyor benim oğlum” diye tarif edecek bir babası mesela. Çünkü her çocuk babasının yerini almış bir anneyle gittiği berberde, babasının sesini özler, özlediğini annesi üzülmesin diye gönül cebinde bir ömür boyu gizler.
Babasız bir çocuk, makas sesinin şıkırtılarının arasında eğilen başını her kaldırışında, karşısındaki aynada yabancı erkeklerin yüzlerinde babasını görür. Dönen koltukta, dönen dünya ile beraber bir berber dükkânında bir çocuk nasıl büyür? Makasın demirden sesi, yüreğine bata çıka belki de çoğu zaman. Taa ki yanlardan biraz daha kısa, üstler biraz daha uzun, böyle daha havalı oluyorum diyesiye kadar. Çünkü çak çak çaklayan makasın sesi, yani akıp geçen zamanın sesi, gidenlerin bir daha dönmeyeceklerine kani olmanın belki de tesellisi.
On yaşında kocaman bir adam olmuşsa bir çocuk, dünya berber dükkânı kadar daralır, günden güne içinde biriktirdiği yalnızlığının müsebbibine belki de nefreti çoğalır. Hele bir de yanında bir gölge gibi dolaşan annenin yüzünde hüzünlü çizgiler mütemmim cüzü olarak çoğalıyorsa, gerilerden ilerilere o çizgilerin acısından başka ne kalır?
On yaşında kocaman bir adam olmuşsa ve iki eli gecenin karanlığında kendiliğinden terazinin kefelerine dönmüşse ve adalet yazan kefenin dengesizliğine gecenin karanlığında, gündüzün aydınlığında kerhen şahit olmuşsa, kendisine kalan acıdan mütevellit terekenin aktif ve pasifini redd-i miras hakkının olmadığını anlamışsa ve derdini şikâyete bir müessesenin olmadığının idrakına varmışsa, olanı ve bitmeyeni küçücük sinesine çekmek dışında ona ne kalır?


“Ben hayatta en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk ...


Sevinçten uçardım hasta oldum mu?
Kırkı geçerse ateş çağırırlar istanbul’a
Bi helallaşmak ister elbet diğ ‘mi oğluyla
Tifoyken başardım bu aşk oyununu
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu”


Hayatta en çok babasını seven Can Yücel kadar, her çocuk şanslı değildir. Çünkü aşk oyununun sonunda başını babasının göğsüne gömerek meramına ulaşır. Fakat her yolculuk onun babasının yolculuğuna benzemez, geri dönüşlü değildir. Bazı yolculukların sonsuzluğu, özlenen bir göğse başın yaslanılmasına müsaade etmez. Ansızın çıkılan yolculukların vuslatla sona ermeyeceğine inanan bir çocuğa, babası olmadan, tekâmülün eşiğinde bir başına tereddüte düşmeden, bileklerine kuvvet ve gayret dileyerek, alnının terini dökerek kendisine büyümeyi istemek dışında ne kalır? Başladığı her günün sabahında sabırla kararan bıyık telleriyle ve banyoda eksilen tıraş takımının, tıraş köpüğünün yerine yenilerinin alınacağını, uzayacak sakallarıyla babasına daha çok benzeyeceğinin hayallerini kurarak bir banyo aynasında her gün kendini biraz daha büyümüş görür.
Gecenin gündüze, gündüzün geceye bağlandığı zamanın boşluğunda, doğduğu evin kilometrelerce uzağında, sessizlik sadece biraz sessizlik istenen günlerin sabahında akşamında yedi yabancıdan dökülen “aaa biz senin babanı tanıyoruz, ...” bir minare öyküsünün cümlelerinin tekerrüründen, çocuğa hüzün ve gururdan mürekkep bir hatıradan başka ne kalır.
Gün geçtikçe babalarını hüzün, keder ve daha çok gururla yâd edecek çocuklar, çocuklarını ince sızıyla içinde taşıyan anneler çoğaldı bu topraklarda. Kendilerine ve kendilerine benzeyenlere hayırlı günler dileyip, benzemeyenlere şer isteyenlerin saltanatıdır yakamızdan düşmeyen. Yarım kalmış bir ömrün acısı bir çocuğun usunda kim bilir kaç mevsime saklı kalır. Silinmeyecek ilk günkü gibi taze bir acı, usunda belki de baki kalır.


Kaynak: Cumhuriyet gazetesi TÜRKAN ELÇİ -
Editör: Haber Merkezi