Distopya, ilk kez John Stuart Mill tarafından ütopya kavramsallaştırmasının anti-tezi olarak kullanılmıştır. Distopik toplumlar zulüm,terör, fakirlik, sefalet veya çok ilerlemiş teknolojinin olumsuz yansımasının olduğu kurgusal toplumlardır. Bu toplumlarda ağırlıkla baskıcı, otoriter/totaliter bir devlet sistemleri vardır. Bu kurgularda toplum çoğunlukla aşırı nüfus ile birlikte kişisel veya genel tüm özgürlüklerin kısıtlaması veya kontrol altındadır. Konuşma, düşünme, yazma veya cinsel özgürlükler gibi hakları kontrol eden yasalar vardır ve toplumdaki herkes gözetim altında yaşar. Sınıf, din, kişilik, cinsellik, mahremiyet vb. her türlü konuda baskı ve kontrol vardır.

Peş peşe yaşanan ve yaşanmakta olanların giderek normalleşmeye başlaması, ister istemez toplumsal dokunun bozulup bozulmadığının da sorgulanmasını beraberinde getiriyor ve distopik bir topluma mı ilerleniyor algısını tetikliyor.

Bombardımanlar sonucu Dersim günlerce alevlerin insafına teslim edilirken yangının çıkış sorumluları yangına müdahale etmek isteyenleri engellediler. Durmadılar, yangının biri sönerken diğeri çıkarıldı ve ateş sanki düştüğü yeri yakar sözünü doğrularcasına yangın çıkan bölge halkı hariç kimsenin kılı kıpırdamadı. Devlet, çocuklarının akıbetinin peşine düşmüş, adalet arayan yaşlı insanları kendisine hedef seçti. 700 hafta süren eylem ağır polis saldırısıyla engellenmek istendi, yetmedi, sonraki hafta neredeyse bütün ülkede yasaklandı. Eylemden söz etmek bile polis saldırısına gerekçe oldu. Tarımı ve hayvancılığı bitiren devlet politikaları sonrasında, kurban bayramında hastalıklı canlı hayvan ithal edildi, hastalık ortaya çıkınca gizlice hayvanlar kesilip büyük şehirlere dağıtıldı, insanlar yediği etten hastalanıp hastanelere gidince sorumlu bakanlar pişkince çıkıp aslında sıkıntı olmadığını, böyle şeylerin vaka-i adliyeden olarak açıklayıp “olur böyle şeyler” minvalinden demeçler verdiler. Bir devlet bankası, gece yarısı birilerine ucuza döviz sattı ve bu durumu program hatası olarak açıkladı. Sokak hayvanlarına işkence görüntüleri gündelik haber haline geldi. Kadın cinayetleri herkesin ortasında bir meydan okuma gibi öldürülürken çocuklar tacize uğramaya devam etti, şiddet toplumu teslim almaya başladı. Bir film ya da kitabın konusu olsa ve sınıflandırılsa muhtemelen distopik bir eser tanımına uyacak bir dönemin içerisinden geçildiği söylenilebilir.

Bir başka coğrafyada yeri yerinden oynatacak bunca olay toplumun büründüğü büyük sessizlik sarmalı nedeniyle sanki normalmiş gibi algılanıyor. Geleceğe duyulan büyük kaygı, yalnız kalma ve bedel ödeme korkusuyla birleşince her çeşit insanlık dışı saldırı, yolsuzluk ve hukuksuzluk normalleşiyor. Toplum ağır ağır çürümeye terkediliyor. Sürecin böyle bir analizi kaçınılmaz olarak çözümsüzlüğü ve teslimiyeti beraberinde getirir ki mücadeleye ve toplumun değiştirme kapasitesine gözünü kapamak anlamına gelir. Oysa politik analiz verili durumu değiştirmek üzere yapılır. Nasıl ki bilimkurgu var olandan yola çıkarak geleceği tarif etmeye dayanıyorsa analiz de en azından muhalif hareketler açısından, peşinen verili durumun değiştirileceği tezinden hareket eder ve mücadele dinamiklerini, imkânlarını temel alır.

Baskı süreçleri genel olarak toplumsal muhalefet saflarında aynı yerden beslenen iki önemli savrulmanın oluşmasına yol açar. Verili durumun temel alınması, işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin zayıflığı, bazı hareketler için legalitenin sınırlarına sıkışıp devleti ve sermayeyi karşısına almayan eylem çeşitlerini, muhalefet tarzını besleyerek bir çeşit negatif oto kontrol mekanizmasının oluşmasını tetikler. Önce eylemin şekli, sonra içeriği legaliteye sıkışır. Adım adım önce sokak eyleminin içeriği ve dili legaliteye teslim olurken, bir sonraki aşamada eylem salonlara sıkışır hale dönüşür. Salonlarda 1 Mayıs kutlamalarına tanıklık etmiş olanlar açısından yazılanlar farazi gelmeyecektir. Benzer bir sebepten yani kitle, sınıf hareketine güvensizlikten beslenen ve sol görünen başka bir eğilim ise kitlenin ataletini kendi söylemi ve eylemini onun yerine ikame etmenin gerekçesi yapar. Birisi kitlenin en geri duygularına ve politik durumuna yaslanıp olası bir dış müdahalenin verili durumu değiştirmesinden medet umarken diğeri kitlede olmasını umduğu ama henüz oluşmamış bir devrimci durumu temel alır. Birisi karanlığa alışmayı öğütlerken diğeri hafızalara karanlık gökyüzünde kısa ama sert bir yıldırım görüntüsü vermek dışında hiçbir şey vadetmez.

Yaşanmakta olanı distopya olarak tarif edecek birisi kaçınılmaz bir şekilde verili gidişatın değiştirilmez olduğu tezini ileri sürmek durumundadır. Zira geçmişin hayaletlerinin günü bırakın geleceğin dünyasının üzerine karanlık bir kâbus gibi çökmesi ancak var olan gelişmenin engellenemez bir şekilde ilerlemesi ile mümkün olur. Oysa toplumsal, hayatı toplumsal mücadeleler ışığında ele alan muhalif bakış, verili olanın sürdürülemezliğini esas alır. Böyle bakıldığında sağa sola savrulmadan, verili durum onun nasıl değiştirileceği temelinde okunur hale gelir.

Toplumun, üzerine çöken karanlık karşısında yolunu bulamaz bir şekilde sessiz kalmasının temel sebeplerinden birisi peşinden gideceği bir ışık sızıntısı bulamamasıdır. Durduğu yerden çıkıp mücadeleye katılabilmesi için çıkışa dair umudunun yeşermiş olması gerekir. Sanıldığının aksine baskı ve sefalet eğer mücadele imkân ve umutları yitirilmişse direnişi değil teslimiyeti besler. İnsan her durumda yaşar hatta insanlığını bir kenara bırakmak uğruna bile olsa yaşar. Ağır bir ekonomik ve siyasi krizin içerisinde içeride ve dışarıda galibiyeti olmayacak bir savaş yürüten iktidara karşı, kitlelere cılız ve uzak da olsa peşine düşebileceği bir ışık sızıntısını süreklilik taşıyacak bir şekilde sunulabilmesi önemli hale gelmiştir. Hamasete kaçmadan, teslim olmadan ve kendisine dayatılan legalitenin dar kalıplarına mahkûm olmadan, sermaye ve saraya karşı kitlelere değiştirme umudu vermek ciddi sıçramalara da temel olabilir. Umut boy verirse çöl de yeşerir.

( Kaynak: Yeni Yaşam yazarı Musa Piroğlu yazdı: Gerçeğin çölü )
Editör: Haber Merkezi