İSTANBUL ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ: TÜLAY YILDIRIM EDE Yazar ve çeşitli belgesel film çalışmalarına yapımcı olarak imza atan Kazım Gündoğan; yazarımız Tülay Yıldırım Ede sorularını yanıtlarken;Düşünün ki evladınız elinizden alınıyor ve dini, dili, ırkı değiştiriliyor zorla. Size de ölüm reva görülüyor. Evladınız ise, yıllarca yaşadıklarını saklı tutuyor ve bambaşka bir kimlikle, benliğinde taşıdığı travmalarla hayatta kalmaya çalışıyor.



Sevgili Kazım Gündoğan ile yaptığımız söyleşinin bu bölümü, ağırlıklı Dersim’in kayıp kızlarına dair. Kazım ve Nezahat Gündoğan çifti, bir çok kayıp kıza ulaştı şimdiye kadar ve her birinin hikayesi birbirinden acı. Gönül isterdi ki hepsine yer verelim burada. Ancak bazılarına değinebildik ve değindiklerimiz bile yüreğimizi yaktı fazlaca. Gözyaşları içinde bir söyleşi yaptık Kazım Gündoğan ile.

Düşünün ki evladınız elinizden alınıyor ve dini, dili, ırkı değiştiriliyor zorla. Size de ölüm reva görülüyor. Evladınız ise, yıllarca yaşadıklarını saklı tutuyor ve bambaşka bir kimlikle, benliğinde taşıdığı travmalarla hayatta kalmaya çalışıyor.

Dersim’de yaşanılanları herkes bilmeli. Vicdanının sesine kulak verip “Gerçek” tarihle yüzleşmeli ve bu yüzleşmeyle yaralar sarılmalı, insanlar kucaklaşmalı. Aksi halde bu kare leke herkesin üzerinde olacak ve bu ülkede hiçbir şey tam anlamıyla çözüme ulaşmayacak.

Öncelikle Kazım Gündoğan ve Nezahat Gündoğan çiftine teşekkür ediyorum. Gerek bizlere bu çalışma ile kattıkları için, gerekse söyleşiden ötürü ve sizleri söyleşi ile başbaşa bırakıyorum...

-Dersim’in Kayıp Kızları belgeseli hakkında konuşalım. Kitabı okumak da, belgeseli izlemek de oldukça acıydı bizler için. İnsanın yüreğini paramparça eden hikayelerle karşı karşıya kaldık Hakikaten son derece başarılı ve tarihin bilinmeyen bir yüzünü ortaya çıkaran bir çalışma. Bizler bu denli etkilenirken, siz nasıl dayandınız tüm bunlara bizzat şahit olmaya? Ki mutlaka her hikaye sizi ayrı etkilemiştir.

Elbette biz bu konuyu ve bu öyküleri tesadüfi bulmadık. Dersim’e dair ilk belgesel filmi 2004 yılında yaptık. “Munzur Akmazsa” belgesel filmimiz barajlar, çevre ve doğanın katledilmesi hakkında idi. Bu aynı zamanda Dersim hakkında ilk belgeseldir. Sonra tarih, toplum ve kültür üzerine… Bir “1937/38isyan” meselesi vardı ortada. Ama bunun ne olduğu tam olarak bilinmiyordu. “Neden isyan edildi” konusuyla ilgili çalışma başlattık. Türkiye’nin 30 ilinde araştırma yaptık. Dersimliler 1937/38’de yaşadıklarını anlattı bize. Şu sonuca vardık: Geçmişte çözemediğiniz herhangi bir sorun, sizin bugününüzü/geleceğinizi etkiler, hatta belirler.

Görüştüklerimizin bazılarının kolu yok, kulağı yok, bacağı sakat vs. Nedenini sorduğumuzda biri “Oğlum ben 5 yaşındaydım, ölülerin altında kaldım”, diğeri “Oğlum ben 8 yaşındaydım, ailem gözlerimin önünde öldürüldü”, bir başkası “Gözümün önünde ablamın kafası taşla parçalandı” gibi sarsıcı ve katlanılması zor acılarla yaşadıklarına tanıklık ettik. Bizim için de hiç kolay olmadı. Böyle yüzlerce insanın öyküsünü dinlemek hasta eder insanı…

Tabi bu hakikat resmi tarihçiler ve uzantıları tarafından yok sayılıp “Dersim isyanı” olarak lanse edilince politik bir tutumla insan acılarının üzerinde fazlaca durulmuyor. Bu da bir başka hasta olma durumudur aslında. Oysa ne Dersim de bir isyan olmuştu, ne de Seyit Rıza Dersim isyanın lideriydi. Bu iddia tamamen resmi tarih yalanıdır.

Söz gelimi benim ailemin büyükleri Sey Rıza’nın çok yakınında bulunmuş kişiler. Onların olaylar ve yaşananlar hakkında doğrudan tanıklıkları var. Sey Rıza Dersim ‘de bazı aşiretler için kıymetliyken başka aşiretler için bırakalım kıymetli olmasını, düşman olarak görülüyordu.

-Şimdiye kadar bunun tam tersi olduğunu, Seyit Rıza’ya öncelikle Dersimliler olmak üzere, bir çok kişinin saygı gösterdiğini düşünürdüm.

Genel anlamda saygı görmek ayrı bir durum. .. Maalesef o tarihsel ve toplumsal süreçte hakikat öyle değil. Dersim’i öğrenmek istiyorsanız; o coğrafyanın aşiret, inanç yapısını öğreneceksiniz. Türkiye’de aydınlar devletin organik memurları olduğu için, ne öğretilirse ona inanıyorlar. Bu toplum o yüzden ırkçı, bundan dolayı dincilik insanların gözünü köreltmiş, ruhunu karartmış. Dersim aşiret gerçekliği içerisinde öyle bir “Dersim Kürt isyanı” organize etmenin koşullarının olup olmadığına kimse bakmıyor ve görmek istemiyor da. Bilmem kaçıncı “Dersim isyanı” olarak lanse edilenlerin çoğu uydurmadır.

“Devlet Dersime giremedi” söylemi de yalandır. Özellikle 16. yüzyıldan itibaren imparatorluk sınırları içinde her yerde olduğu gibi Dersim’de de Osmanlı devlet örgütlenmesine denk gelen bir biçimde devlet vardı. Beylik ve sancak sistemi incelendiğinde bu daha rahat anlaşılabilir. Ancak diğer yerlerden farkı, devletin idari yapısına tabi oldukları halde inancına tabi olmamasıydı… Yani Kızılbaş inancından taviz vermediği ve İslam’a tabi olmadığı için problem olarak görülmüştür Dersim.

-Evet, Dersim’de soykırım var, zorla yaptırım uygulanma girişimleri mevcut ve sizler bunları araştırdınız. Ancak bunun yanı sıra, sürgünler de mevcut. Peki siz soykırım noktasından sürgünler, kayıp kızlar, insanlar noktasına nasıl geçtiniz araştırmalarınızda?

Dedik ya, resmi tarih ve uzantıları “Dersim isyanı” olarak anlatırken, tanıklar ve mağdurlar bunun tam aksi bir durumdan bahsediyorlardı. İşte biz tam da buradan yola çıkarak tanıklarla görüşüp hakikati yaşayanların anlatımınlarını kayıt altına aldık. Tarih okumaları yaptık. Devletin belgelerini yeniden inceledik. 2007 yılında araştırmalar, hesaplaşmalar, kendimizle yüzleşmeler sonucu “Bu bir isyan değil, soykırımdır” sonucuna vardık. Ancak bunu dünyaya anlatabilmemiz için çok güçlü bir veriyle hareket etmemiz gerekiyordu. 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Kriterlerini ve dünya deneyimlerini inceledik. Beş kriterden biri “bir toplumun çocuklarını zorla başka bir topluluğa nakletmek” tir. Şimdiye kadar bu beşinci kriter hariç diğerlerine dair somut veriler vardı. Ancak beşincisine dair somut bir bilgi yoktu. Biz de bu beşince kriterin peşine düştük. Eğer bir katliamda, soykırımda kadınlara/çocuklara yönelik özel bir politika varsa o, sürecin niteliğini belirler. Hani derler ya, “Erkekler eşkiyaydı, şöyleydi, böyleydi”, peki kadınlar/çocuklar ne yaptı? Bunlara dair hiç kimse, hiçbir savaşta bir şey söyleyemez. Biz de bunun ardına düşüp “Kadınlara ve çocuklara ne oldu” diye soruları sorduk. O arada da (2007-2008 yılında) Avusturalya’da Aborjinlerin beyaz ırka dahil edilmesi sürecindeki politikanın getirisi olarak kamplarda toplanan çocukların 7 kuşak sonrası beyaz ırka dahil edilmiş olabileceklerine dair bilimsel bir çalışma ve bir kamptan kaçan 2 kız çocuğunun bir tavşan çiftliğinin izlerini takip ederek kendi köylerine ulaşması hikayesinin bir belgeseli çıktı. Bunun üzerine Avusturalya’da Aborjinler meselesi tartışıldı ve Avusturalya hükümeti Aborjinlerden özür diledi. Eğer ki Dersim’de aynı şey söz konusuysa, bunu bu noktaya getirebiliriz diye düşündük.

Önceleri insanlar konuşmak istemedi bizimle. Tecavüze uğrayan kadınlar, o dönemin çocukları konuşmaktan kaçıyordu. Çünkü röportaj yaptığımız kadınların bir kısmı kendi çocuklarının öldürülmesine tanıklık etmiş. Köyleri yakılıp yıkılırken insanlar ormana sığınmış. Çocuklar ağlıyormuş ve asker onların yerini tespit edecek korkusu varmış. O yüzden çocukların öldürülmesi gerekmiş. Öldüremeyenler gruptan ayrı tutuluyormuş. Pek çoğu buna tanıklık ettiği için, bunu konuşmak istemiyordu. Çünkü suçlu hissediyorlardı kendilerini. Tamam bunlar öldürülen çocuklar. Peki diğer çocuklar? Mesela kayıp olan veya askerin götürdüğü çocuklar oldu mu? Bunu araştırmaya koyulduk. Çok anlatmak istemiyorlardı. Sonradan “Ya işte şunun teyzesi görütülmüştü, şunun kızı götürülmüştü, biri geldi yıllar sonra akrabalarını buldu, biri generalin karısıydı” gibi söylemlerde bulundular. Götürülenlerin bir kısmını bulduk ama onlar da konuşmak istemedi. Aylarca çevrenin de katkısıyla ikna ettik. Onlarca kişinin bilgilerini bir araya getirince ortaya ürkütücü bir tablo çıktı. Hiç kimsenin reddedemeyeceği hakikati gün yüzüne çıkardık ve bunu kavramsallaştırdık. Amacımız, 72 yıldır konuşulmayan bir Tertele/soykırımı bilinir ve konuşulur hale getirmekti. Bunu başardığımızı düşünüyorum.

-Aslında sadece konuşulması değil, bilinmeyen bir gerçeğin ortaya çıkması söz konusu.

Bilinmeyen açığa çıktığında zaman konuşulması daha mümkün olur. Hikayeler olgunlaştığında, bunu öyle bir sunmalıydık ki, izleyen, öğrenen herkesin empati kurarak şu soruyu sormasını sağlamalıydık: “ Tamam ben Türküm ama birileri benim kızımı benden koparıp götürse, Rus yapsa, Alman yapsa ne yaparım?” 2009 yılına geldiğimizde yaklaşık 72 kişinin öyküsünü topladık ve bir dosya hazırladık. O dönemin en çok satan gazetelerinden biri olan Sabah gazetesi “Dersim’in Kayıp Kızları” olarak manşetten verdi çalışmamızı. Bu, insanlarda şok etkisi yarattı. Birkaç gün sonra Mehmet Ali Birand ve başkaları da yazdı, TV programları vs. Böylelikle 72 yıldır yok sayılan hakikat gün yüzüne çıkmış oldu ve konuşulur, tartışılır hale geldi.

-Peki soykırım kriterlerinin 5’i de tamamlandığına göre, devlet tarafından bir özür geldi mi?

Hayır, devlet adına bir özür gelmedi. Ancak dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın devlet adına bir itirafı oldu. “Orada isyan yoktur, katliam vardır” itirafı. “Varsa literatürde özür dilerim” şeklinde gayri ciddi bir özür dilendi. Biz de bunu kabul etmedik zaten ve öyle kaldı.
Dersimliler 1915 soykırımına 1. Tertele, 1938 soykırımına ise 2. Tertele derler. Sonrasında bu meselenin dünyaya anlatılması noktasında bir strateji dahilinde üniversitelerde, düşün dünyasıda, kültür sanat merkezlerinde, toplumun geniş kesiminde çalışmalar yaptık.

-Elbette her travma ayrıdır. Hepsi ayrı bir acının yansıması. Bunlardan örnekler verebilir misiniz?

Bizlere anlatılan taciz, tecavüz hikayeleri vardı. “Adam bana şöyle yaptı” gibi şeyler anlatılınca, benim yüreğim kaldırmadı ve evden kaçtım. Hiçbiri zaten resmi olarak evlat edinilmemiş. Ailelerde sığıntı, besleme olarak yer almışlar. Kimse buna soykırım olarak bakmıyor bu devlette. “Bir isyan vardı ve devlet bu çocuklara sahip çıktı” olarak bakıyor. Önce biz de “Devlet ya da vicdanlı askerler çocuklara sahip çıkmıştır” diye düşündük ama öyle değilmiş. Bir politika dahilinde yapıldı her şey. Bir ulus devleti inşa edecekler, burada ailenin çok önemli olduğunu düşünüyorlar ve ailede kadını kültür taşıyıcısı olarak görüyorlar. O yüzden kız çocuklarını alıp öz Türk kültürüne dahil etmeyi düşünüp hareket ediyorlar. 2 yöntem kullanır devlet. “Kız enstitüleri” nde özel bölüm açıyorlar ve bir kısım kız çocuğunu bu enstitülere götürüp veriyorlar. Bu, yöntemlerin yasal olan kısmı. Bir de yasal olmayan yöntem var ki, o da çocukların askerlere verilmesi. Katliama katılan her subay bir çocuk götürüyor. Düşünün ki, dönemin başbakanı Celal Bayar’ın evinde Dersimli kızlar vardı. Dolayısıyla anladık ki Erzincan ve Elazığ’da 2 toplama merkezi var ve buradan sağlıklı, güzel kız çocukları alınıyor. Sağlıksız ve güzel olmayanlar ise kalıyor. O çocukları ailelerinin kucaklarından alıp götürüyorlar.

Dersim’de bir tanıkla konuşmuştuk ve şunları anlattı bize: “Şurada bir karakol vardı. Biz karakolun yanında olduğumuz için bize dokunmadılar ve sürgüne göndermediler. Ancak orada Mehmet Ali çavuş diye biri vardı. Mehmet Ali çavuş Haydaran bölgesinden iki kız kardeş getirmişti. İsimlerini bilmiyorduk. Birine Büyük Kurtuluş, ikincisine Küçük Kurtuluş isini takmıştı. Bu kızları 2 ayrı odada tutuyordu, ki dillerini unutsunlar, birbiriyle Kırmancki konuşmasınlar diye. Bir de onlara diyordu ki ‘Sakın kimseye aslınızı söylemeyin, kimseye de aslını sormayın’.”. Yıllar sonra Niğde’den bir kayıp kız haberi geldi bize. Haydaran’dan falancanın akrabasıymış diye. Biz bunu araştırmaya başladık. Kadını kimin götürdüğünü araştırınca, Mehmet Ali çavuş olduğunu öğrendik. Kadın Türkleştirilmiş ve Sünnileştirilmiş. Kadın bizimle görüşmek istiyordu ama torunlarından, çocuklarından korkuyordu. Çünkü çocukları, torunları MHP’liydi. Ailesi kadının Dersimli olduğunu bilmiyordu. Aksine öz Türk sanıyordu. Bir çok insanı devreye soktuk. Baya bir uğraş sonucu kadınla gizlice görüştük. Sonra bize anlattı: “Rahmetli babam dedi ki ‘Siz kadınlar ve çocuklar gidin teslim olun. Size bir şey yapmazlarsa, biz de gelelim teslim olalım.’. Ormana sığınmıştık. Yüzlerce kadın, çocuk gittik. Karakolda kaydımızı aldılar. Sonra asker geldi ve kız çocuklarını toplamaya başladı. Annemin kucağında 3 yaşında kardeşim vardı. Onu bıraktı yerine beni aldı kucağına, vermek istemedi. 6- 7 asker geldi, annemi yere yıktı ve kucağından aldı beni. Götürüp bir odaya koydular ben gibi bir çok kızı. İlerde bir çukur vardı. Kardeşimi, annemi ve geride kalan yüzlerce kişiyi o çukura koydular. Silahla taradılar. O çukur kazanlar gibi kaynadı. Sonra beni alıp Mehmet Ali çavuş babamın evine götürdüler (Mehmet Ali’den babam diye bahsediyor. Gerçek babasından ise, rahmetli babam diye bahsediyor).”

Bu kız şok geçiriyor ve çok hastalanıyor. Sonra bu kızın bir yakını yok mu diye araştırıyorlar. Öbür ablası o gün hayvanlara gittiği için oraya gelmiyor ve teyzesinde kalıyor. Onu da bulup getiriyorlar. İşte burada ayrı odalar hikayesi başlıyor. Sonra çavuş katliamdan sonra onları il il dolaştırıyor. Tabi biz onlara hep dolaylı olarak, incitmeden, kanatmadan sorduk soruları. Çünkü belli bir travma var ve dikkatli sormadığınız sorular, acılarının kanamasına neden olur. İlginçtir ki, kadın o çavuştan Tanrı gibi bahsediyordu. Elbette yaralarını kanatmamak adına bazı şeylere sustuk ve bir ara verdik. Sonrasında kadının yanına gittim ve ellerini öpüp “Teyzecim, bu Mehmet Ali çavuş ne kadar iyi biriymiş ki sen ondan böyle güzel bahsediyorsun” dedim. “Peki zaman zaman hiç düşünmedin mi, kardeşini/anneni/diğerlerini o kazanlar gibi kaynayan çukurda” dememle daha sorum bitmeden “Hayır, öyle deme! O olmasaydı ben yaşayabilir miydim!” dedi. Kadın bize tembih etti “Aman dikkat edin, torunum sizi görmesin” diye. Tabi ben bunun peşini bırakmadım, torununu takip ettim. Kayseri’’de yaşayan, belediyede çalışan kendi halinde bir adam torunu. Bu çalışmaları öğrenmiş. “Abi sen ne yapıyorsun, bizi öldürtmeye mi çalışıyorsun, ben MHPliyim” dedi bana.

-Peki bunları öğrenip size dönüş yapan oldu mu?

Çoğu bilmiyor hala. Çünkü okumuyorlar. Okuyanlardan arayanlar oldu.

-Annesinin, anannesinin, babannesinin, nenesinin aslında Türk olmadığını, Türkleştirildiğini ve Sünnileştirildiğini, geçmişte büyük acılar yaşadığını öğrenenler nasıl dönüş yaptı size?

Her birinin ayrı bir etkisi, ayrı bir karşılama biçimi oldu. Emoş teyzedeki gibi “Gurur duyuyorum” noktasına gelenler oldu. Ki o hikaye dehşet bir şey. Beni en çok sarsan hikayelerden biri. Bazıları “Tamam öyle olmuş olabilir ama bizi zor durumda bırakıyorsunuz” şeklinde dönüş yaptı.

-Bu acıyı hissettiler mi veya üzerini örten oldu mu?

Çok azı bu acıyı hissetti. Çoğu inkar ve üzerini örtme yoluna gitti. Zaten bu mevzular basına bu kadar yansımasaydı, kimse konuşmuyordu, konuşmak istemiyordu. Çünkü sosyal bir statü kurmuşlar. Bilmem hangi subayın kızı/karısı… Türk, İslam hacca gitmiş vs olarak biliniyorlar. Bursa’da mesela dehşet bir hikaye vardı. 1970’lerde Bursa barosu başkanının eşi. Tarikat üyesi, hacca gitmiş, diğer kızkardeşi ise Kızılbaş, Amasya’da. İkisi de kayıp kız. Biri tesadüfen Kızılbaşların arasında kaldığı için Kızılbaş olarak devam ediyor, diğeri ise 13-14 yaşlarında sokakta dilenirken Bursalı bir kadının evine götürüp hakim olan oğluyla evlendirmesiyle o aileye dahil oluyor ve sokaktan gelen o kadın, Bursa’nın bir numaralı hanımefendisi oluyor. Kadın bizimle görüşmek istemedi. Çünkü tarikat üyesi. Görüşmek istemedi ama ben telefonda sordukça anlatmak zorunda kaldı. Çünkü dokunduğunuz zaman geriliyor ve çözülüyorlar.

Öyküler de karşılamalar da birbirine benzemiyor. Kızlarından öğrenenlerden tepki gösterenler oldu, bize sarılıp ağlayanlar da oldu. 50 yıldır evlenmemiş muhteşem güzel bir kadın Moda’da büyüyor ve 50 yıl sonra ailesini buluyor. Dersim’e gidiyor. Tabi oraya “Modern” biri olarak gidiyor. Askılı kollu, pantalonlu, göğüs dekolteli vs. Diyorlar “Bu Türk olmuş, biz bu topluma ne diyeceğiz, bizim kızımız Türk olamaz” diye aile tarafından kabul edilmiyor. “Ya değişip buraya ayak uyduracaksın ya da biz seni kabul edemeyiz, bunu kaldıramayız” diyorlar. Aylarca değişmek için uğraşıyor kadın. Şalvar giyiyor olmuyor, örtü takıyor olmuyor. Sonra büyük bir hayal kırıklığı içerisinde geri dönüp gidiyor Istanbul’a. Yaşamını da, onu götüren subayın kendisinden 2 yaş büyük kızına adıyor. O kıza hizmetçilik yaparak ölüyor ve öldüğünde de kimsesizler mezarlığına gömülüyor.
Tüm bunlardan 100’lerce kişinin öyküleri kitabımızda var…

Emoş diye bir kadının hikayesi var. 75 yıl sonra bulduk biz onu. 2011 yılında bir gün bu kadın bir hastaneye gidiyor. Orada kayıt yapan bir personel, kadının doğum yerinin “Deşt” diye bir yer olduğunu görüyor. Personel de Dersimli. Bakıyor il yok. “Teyzecim, senin doğduğun yeri neresi” diye soruyor. “Kızım orada yazıyor ya, Deşt”. “Ama Deşt diye bir ilimiz yok ki bizim teyzecim” diyor personel. “Ne bileyim, Dersim mi diyorlar, Tunceli mi diyorlar, orası işte” diyor kadın. Personel uyanık, o dönem kayıp kızlar mevzusu da yansımış medyaya. “Teyzecim, Dersim’de kayıp kızlar var hani, onlardan olmayasın” diyor personel. Kadının yanında kızı da var. Kızı Serpil tam bir Kemalist, onurlu, kendisini yetiştirmiş bir kadın. Personelin dediği üzerine Serpil çıkışıyor ve “Ne münasebet, annem filanca subayın kızı” diye karşılık veriyor. Personel iletişim bilgilerini alıyor ve aylarca uğraşıp bir tanıdık vasıtasıyla bize ulaşıyor. Ben de bana verdiği numarayı aradım. Serpil çıktı telefona. Ona Dersimli olduğumu söyleyip çalışmalarımızı anlattım. Serpil buna karşı çıktı. Cumhuriyet düşmanlarından girdi konuya. Dedim “Haklısınız ama biz onlardan değiliz”. Onları ziyaret etmek istediğimi söyledim ama kabul etmedi. Bir süre sonra tekrar aradım. “Annenizin hikayesini çok merak ediyorum” dedim. Kerhen kabul etti görüşmeyi. O gün de CNNTÜRK TV de Şirin Payiz’in programına davetliydim. Programdan önce gittim, görüştüm. Emoş teyze bana kenetlenmiş durumda, gözünü benden ayırmıyor. Birşey de söyleyemiyor, kızı baskın. Kızı sürekli cumhuriyet düşmanlarından yola çıkarak söze girdi ve röportaj yapmama, soru sormama müsaade etmedi. Ayrılırken dedim ki “Sizi çok iyi anlıyorum. Siz bana güvenmeyebilirsiniz. Çok haklısınız. Çünkü ben bir hakikati ortaya çıkartmaya çalışıyorum ve bu hepimizi incitiyor. Bir cumhuriyet kadını olarak siz daha fazla yaralanmayın. Hani diyorsunuz ya “CHPyi yaralamaya çalışıyorlar”, CHP cumhuriyettir. Cumhuriyetin herşeyi var. Peki sizin akrabalarınız, dedeleriniz var mı? Annenizin kimsesi, annenizin kardeşleri var mı? Yok. Anneniz 80 yaşında. Belki yaşamının sonunda belki yaşayan bir kardeşi olacak, belki bir dayınız, teyzeniz olacak. Belki son anda bir akrabasını bulacak. Siz cumhuriyeti savunurken, kendinizi yok ediyorsunuz. Tarihinizi, ailenizi yok ediyorsunuz. Bugün Şirin Payiz’in programında konuk olacağım. İzlemenizi öneririm”. Allak bullak oldu kadın.

Şirin Payiz ile çok güzel bir program oldu.. Programın konusu yine kayıp kızlardı. Programdan bir kaç gün sonra Serpil aradı beni. “Kazım Bey, çok özür dilerim. Annemle konuşmak isterseniz gelebilirsiniz” dedi. Kameramı aldım ve gittim. Serpil beni son derece saygılı ama mahçup bir şekilde karşıladı. Eşi de yanındaydı. Eşi, 68 olaylarına az çok karışmış, solcu hümanist bir Kemalist. Teyzeyle konuşmaya başladık. Teyze her şeyi hatırlıyor ama hatırlamak istemiyor. Yaşayamaz çünkü hatırlarsa. Birkaç şifre söyledi bana. Dersim’de bir kaç tane Deşt var. Deşt, ova demek. Teyze hangi Deşt’ten, onu anlamaya çalışıyorum. Teyze “Bize Haydarağalar diyorlardı” deyince, Haydaran Deşti olabileceğini düşündüm. Oradan aileye çıkartmaya çalıştım. Tüllük ismini andı teyze. Tüllük bir köy ve Haydaran Deşt’ine uzak. Annesini, babasını sordum ama hatırlayamadı. “Babam çok güzel bir insandı ama yüzünü hatırlayamıyorum” dedi ama ne annesinin ne de babasının yüzünü hatırlayamıyor. Sonra devam etti:

“Kardeşim vardı. Annem hep onu severdi. Sonra askerler geldi, bizi götürdü. Biz 4-5 aileydik, sonra sayı gittikçe çoğaldı. 200-300 olduk bir anda. Biz çocuklar oynuyorduk. Kadınları ayrı bir yere, erkekleri ayrı bir yere koydular. Ben yaramaz bir çocuktum. Bi gidiyordum annemin yanında oynuyordum, bi gidiyordum babamın yanında oynuyordum. Sonra oraya bir makineli kurdular. Akşam oldu ve makineliden ateşler çıktı. Ben çalıların arasından çıktım, babamın yanına gittim. 11 yaşlarında bir abim vardı, babamın yanındaydı. Küçük kardeşim de annemin yanındaydı. Babam ve abim yaralıydı. Babam burasından para çıkardı. Bir genç vardı, ona dedi ki ‘Çocuklarım sana emanet’. Babam ‘Gidin siz, kurtarın kendinizi’ dedi. Abim de yaralı, elini tuttum ve gitmeye başladık. Evimize gidecektik ama gidiyoruz gidiyoruz, evimizi bulamıyoruz. Çok sıcaktı. Abimden kan kokusu yayılıyordu. O kan kokusunu unutamıyorum.”

Düşünün ki, Emoş teyze ne annesinin, ne babasının, ne de kardeşlerinin yüzünü hatırlamıyor ama kan kokusunu unutamıyor. Yıllarını bu kokuyu unutamayarak geçirmiş bir kadın Emoş teyze. Sonrasında “Gittik gittik, abim de kayboldu. Şimdi anlıyorum ki kan kaybından ölmüş abim” diye ekledi Emoş teyze. Mesela bu kayıp kızlardan biri de 12 Eylül Askeri Faşist Cuntanın lıderi Kenan Evren’in eşi Sakin Evren’dir. Onun ve onlarcasının öykülerinı kitapta bulabilirsiniz.

(Burada ara vermez zorunda kaldık söyleşiye. Çünkü Gündoğan da ben de gözyaşlarımıza hakim olamıyorduk Emoş teyzenin hikayesi üzerine. Biraz sakinleyince kaldığımız yerden devam ettik).

-Elbette Dersim’in Kayıp Kızları’na, belgesele dair konuşulacak çok şey var. Son olarak Dersim’e dair neler söylemek istersiniz?

Dersim; devletin, İslamist düşüncenin, Türkçülüğün kara kutusudur. Dincilik ve ırkçılık, insanlığın başına bela olmuş iki karanlık ideolojidir. Bunları bir Ateist olarak söylemiyorum. Vicdanlı, tüm bu hikayeleri bizzat dinlemiş, kayıt altına almış, bu acıyı yaşamış biri olarak söylüyorum. Ki amacım, inançlı kimseleri incitmek de değil. Öfkem, intikam duygum yok. Sadece bunların bilinir, görünür kılınmasını, insanların hakikatlerle yüzleşmesini istiyorum. Hakikat aşkına söylüyorum tüm bunları. İnsanlığın başına bela olmuş bu iki karanlık ideoloji, bu coğrafyada da başka coğrafyalarda da acıların yaşanmasına yol açmıştır. Ki mesele salt Dersim, Dersimliler meselesi de değil. Bu yerelden bakmak olur, ki yerele değil totale yayılmış bir şey söz konusu. Ancak Dersim meselesi, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan herkesin incelemesi, hesaplaşması gereken bir süreç..

Kerbela’da 72 kişi öldü. Bunu küçümsemiyorum elbette. Ki bu da bir katliamdır. Ancak insanlar Kerbela’yı konuşurken, Dersim’de öldürülen 35 bin kişiyi konuşmuyor. 35 bin insan ve bunların önemli bir kısmı çocuk, kadın. Bunu Kemalist Aleviler anlamıyor. Çünkü bunu bir “Kürt isyanı” olarak görüyorlar. Kemalist Aleviler kendi tarihine bu kadar yabancılaşmış, yabancılaştırılmış bir kesim. Kürtler ise “Onlar Kızılbaştı” diyerek mesafeli duruyorlar. Türkler zaten kendilerinden olmayanı kabul etmiyorlar. O yüzden Dersim, cumhuriyet devletinin ve halkların kara kutusudur. İnsanlığın kanayan yarasıdır. Gerçekten hiç kimse tarafından hakkıyla sahiplenilmeyen büyük bir acıdır. Tabiki bir özür yeterli değil yaşanılanlar adına. Ancak bu da bir başlangıçtır. Uluslar arası standartlarda insanlığın vicdanında karşılık bulacak bir özür olmalı. Bu, kısmen iyileştirir. Devamında, müfredatta yer alan Kürtlere, Ermenilere, Kızılbaşlara, Rumlara dair yazılmış kötü, faşist, gayri insani kavramların çıkarılması, onları onure eden bir ahlaki sistemin yaratılması gerekiyor. Bizler bir Türk’e, bir dinciye “Biz isyan etmedik” açıklamasını yapma zorunluluğundan kurtulabilmeliyiz. O da “Yaşanılanlardan utanç duyuyorum, sizin acılarınızı paylaşıyorum” diyebilmeli. Bunu sağlamamız lazım. Bunu sağlarsak iyileşebiliriz ülkece.

Düşünün ki ben bile; bir Dersimli sosyalist olarak oğluma ninni söyleyemiyorum. Çünkü büyüklerimden ninni dinlemedim, ninni bilmiyorum ki. Ağıtlarla büyüyen bir kuşağız biz. Sadece ağıtları biliyorum. Oysa ağıt değil ninni söylemek isterdim. Ben böyleysem, toplumu siz düşünün…
Editör: Haber Merkezi