DİYARBAKIR- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; yazar Veysi Ülgen Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza ÖZKAN’ a genel sorunlarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu. dedi. "Yine bir hekim olarak ‘iyi hekimlik değerleri ’ adını verdiğimiz; insanın bedensel, ruhsal, sosyal ve siyasal olarak iyi halde tutmaya çalışmak, herkese eşit, ücretsiz, ulaşılabilir, anadilde  sağlık hakkını savunmak; birey ve  toplum sağlığını barış içinde birlikte ele almak için çaba harcayan biri olarak tanımlayabilirim.dedi. Ülgen’nin sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle;



Bize biraz kendinizden bahseder misiniz, hayata nasıl bakarsınız, nelere değer verir, neleri önemsersiniz, olmazsa yaşayamam dediğiniz şeyler nelerdir?

Bugüne kadar yaşantımızı,  bir yandan doğduğumuz coğrafyadan kaynaklanan kendi gerçekliğimiz, öte yandan da bize otoritenin dayattığı gerçeklik arasında ki  çatışmalar belirledi. İki ayrı kültür (ezen ve ezilen ) arasında egemen olanın bizi birçok alanda şekillendirmeye  ve kendi gerçekliğimize yabancılaştırmaya çalıştığı bir gerçektir. Buna direnirken bedel ödememiz de elbette kaçınılmaz oldu.

Bireyin sürekli saldırı altında olduğu, özgürlüğünün kısıtlandığı, kendini ifade edemediği, sosyalleşemediği, sadece temel gereksinimleri için direndiği bir zaman da  kendimi yeniden tanımlama elbette kolay olmuyor.  Çünkü hayal etmenin bile suçlandığı ve zorlaştığı bir dönemde yaşıyorum. Kendim olarak hala zor da olsa hayal etmeye çalışanlardanım. Çünkü toplum örgütsüz bir çarkta deviniyor ve birey tek başına kararlar vermek ve davranışlar geliştirmek zorunda kalıyor.

Kendimi kısaca, bu çatışma ortamın hem otoriter dil ile hem de anadilim ile  kendi gerçekliğini anlatmaya çalışanlardan biri olarak tanımlayabilirim.

Bugün aleyhimize değişen ve ağırlaşan şartlarda kendimi yeniden tanımlamaya çalışıyorum. Bugün için doğduğum ve yaşamaya çalıştığım bir coğrafya da,  hayata sadece şimdilik direnmek olarak baktığımı söyleyebilirim. Bu direnme,  insana, topluma ve doğaya ait olan ile birlikte, uygarlığın bana öğrettiği evrensel doğrular olarak tanımlayabilirim.

Yine bir hekim olarak ‘iyi hekimlik değerleri ’ adını verdiğimiz; insanın bedensel, ruhsal, sosyal ve siyasal olarak iyi halde tutmaya çalışmak, herkese eşit, ücretsiz, ulaşılabilir, anadilde  sağlık hakkını savunmak; birey ve  toplum sağlığını barış içinde birlikte ele almak için çaba harcayan biri olarak tanımlayabilirim.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle(KHK) yönetilen bir ülke konumuna geldik Yeni Türkiye’de? KHK’lerle önce akademisyenler ihraç edildi ve her yeni kararnameyle birçok kişi işini kaybetti. Sizi ihraç ederken bir neden gösterdiler mi? Yeni Türkiye’nin kabul edemediği hangi eylemi gerçekleştirdiniz?

1990 yılında Dicle  Üniversitesi Tıp Fakültesinden genç bir hekim olarak mezun olurken  ‘iyi hekimlik değerlerini ‘ ilke edinerek işe başladım. Mezuniyet yeminini içerken Hipokrat geleneğine bağlılık, etik kurallara uyma, anadilde sağlık hizmeti, herkes eşit ücretsiz sağlık hizmetini savunma, sağlığı toplumsal olan her şeyden ayrı görmeme anlayışı çerçevesinde hekimlik yapmaya çalışacaktım.

İşe başlarken sağlıkta özeleştirme her anlamda toplumsal yaşantıya girmiş, bize uzmanlaşma ve kolay para kazanma dayatılmıştı. Ben birinci basamakta kalarak , koruyucu hekimliği seçtim ve bu yüzden diğer arkadaşlarım gibi hemen TUS a girmedim. İnandığım ‘İyi Hekimlik Değerleri’ bunu gerektiriyordu.

Bunun da tek başıma yapamayacağımı biliyordum ve bu amaçla örgütlü mücadeleyi seçtim. İlk görev yerim Malatya’ da hem Malatya Tabip Odasında hem de yeni başlayan kamu çalışanlarının fiili meşru sendikal mücadelede aktif görev aldım.

O dönem benim gibi tercih yapan hekim sayısı çok azdı ve en başından beri zaten otoritenin hedefi durumuna gelmiştim. Malatya da karşılaştığım baskılar sonrası 1992 başında memleketim Diyarbakır’a kendi isteğimle tayinimi çıkarttım. Bu dönemde Diyarbakır ve bölge genelin de  OHAL (olağanüstühal ) yönetimi vardı. Yine bölge genelin de  çatışmalı bir süreç yaşanıyordu. Hem Diyarbakır Tabip Odasın da aktivist olarak hem de yeni kurulan Tüm Sağlık -  Sen ( Tüm Sağlık Çalışanları Sendikası) Diyarbakır şubesinde da yönetici olarak sağlık ihlallerine ve başta işkenceye karşı çıkmak olmak üzere hak ihlallerine karşı aktif olarak mücadele ettim. Bunun karşılığı yıl bitmeden OHAL valiliğince çıkarılan bir kararname ile Çankırı Yapraklı İkiz ören Sağlık Ocağına tayinim çıkartıldı. Bizi bir şekilde içeriye atacak koşullar yaratamayanlar OHAL kararnameleriyle sürgün ediyorlardı.  Çünkü doğru ve haklı işler yapıyorduk .(Sonradan bazı itirafçıların itirafların da ölüm listelerinde olduğumu öğrenecektim.) Çankırı ve sonrasın da sendikal mücadele deki aktif görevlerim nedeniyle gittiğim İstanbul da her zaman Diyarbakır ‘a dönem hedefini yaşıyordum.

Ancak kendimi hukuksuz bir sürecin içinde buluvermiştim. Hem acemilik hem hukuksal zaafiyetlerimizden o dönem OHAL KHK sını mahkemelere taşıyamamıştık. (Bugün Roboski'lilerin yaşadığı hukuki faciayı ben 1990’li yıllar da yaşadım.) Özcesi hukuksal olarak dönemedik. Yıllar geçti, OHAL kalktı, gri dönüş için umutlandık, tayin istemeye başladık. Ancak normal tayin girişimlerim ise ret ediliyordu. Özel sektörde çalışmama anlayışım ve de özel sektörün kendisinin de beni çalıştırmama anlayışı yüzünden ancak yeniden kamu göreviyle geri dönebilirdim.

Ancak Türkiye de o dönem başlayan aile hekimliği süreci bana Diyarbakır’a dönem fırsatı yaratıyordu. İstanbul’da Aile Hekimliğime başvurmadım. 2011 yılında Diyarbakır’da  Aile Hekimliği nedeniyle bir çok kurum hekimsiz kalmıştı. Bunlardan biri Diyarbakır 1 Nolu Verem Savaş Dispanseriydi. Ben de buraya tayin istedim bu defa tayinim gerçekleşti ve 17 yıl sonra yeniden Diyarbakır’a geri döndüm. 2012 yılında bu defa Diyarbakır merkezden doğduğum ilçe olan Kulp’a  aile hekimi olarak gittim.

Yıllar sonra hem de İstanbul ve Diyarbakır merkezden  Kulp’a hekim olarak dönmek ilçe otoriteri tarafından kuşkulu karşılanıyordu. Anadilde sağlık hizmeti gibi iyi hekimlik değerleri doğrultusunda çalışmanın zorluğu , ikinci basmak sağlık hizmetinin oldukça yetersiz olması, özel sektörün bile hiç olmadığı merkeze uzak bir ilçede çalışmanın elbette bir bedeli olacaktı.

Aslında yukarıda sadece kendi çok kısa öz geçmişimi anlatmadım. Neden KHK ile ihraç olduğuma yanıt olmaya çalıştım. Çünkü şu satırları yazdığım saate kadar hakkımda herhangi bir adli, idari bir soruşturma bulunmuyordu. Ayrıca devam eden bir mahkeme sürecim de yoktu Ve kanımca ihraç olmama neden yukarı da özetlediğim kısa geçmişim olması kuvvetle ihtimal dahilindeydi.

Kamu görevinden ihraç olduğumu gönüllüsü olduğum TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfının) bir akşam etkinliğinde, arkadaşlarımın cep telefonundan öğrendim. 29 Ekim 1996 tarihinde internette yayınlanan 675 sayılı KHK ile ihraç edildiğimi öğrenince aklıma ilk gelen Kulp ta otorite temsilcilerinin neden İstanbul’dan Kulp a geldiğime dair konuşmalarıydı.  İş yerine bile uğrayamama fırsat verilmeden, işten ayrılma prosedürüne uyulmadan başka bir hekim arkadaşa devretmeme bile izin verilmedi. Normalde benden sonra ki hekime bana bağlı nüfusu, bebek sayısını, gebe sayısını, aşı durumunu, kronik hastalıkları benden sonraki aile hekimine devretmem gerekiyordu. Sonuçta kırsal kesimde her şey şehirler gibi kağıt üzerinde ve bilgisayar sistemi ile yürümüyor. Normalde bu olmadan hiçbir aile hekimi birimden ayrılamaz ayrılsa da ceza alır. Kasım ayı aile hekimliği birimi hekimsiz kaldı. Bir ay sonra kura ile bir aile hekimi atandı. Onunla bağ kurup yardımcı olmak istedim ancak yeni aile hekimi müdürlükten çekindiği için benimle ilişki kurmak istemedi. Sonuçta kendi ilçem de aile hekimliği yapıyordum ve doğal olarak yeterince bilgi sahibiydim. Gelen hekim ise ilçeye yabancı biriydi.

İhraç kararnameleri,  hükümet tarafından bir darbe süreci sonrasında ilan edilen OHAL yönetimince ‘darbe teşebbüsü ‘ adıyla yayınlanıyordu. Bunu öğrenirken yine kısa öz geçmişime gidiyordum. 1996 yılın da REFAHYOL iktidarı döneminde SES genel başkanıydım. Hükümet o dönem özelikle SHÇEK ( Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ) ve SSK idari birimlerinde yaygın il dışı sürgünler gerçekleştirmiş ve yerlerine yeni kadrolar getirilmişti. O dönem SSK hastanelerin de örgütlü tüm sosyal sen ile birlikte 1 Mart 1997 tarihinde Ankara Sıhhiye meydanın da bir eylem gerçekleştirme karar aldık. Eylemden bir gün önce  28 Şubat 1997 tarihi MGK toplantısı gerçekleşti. Toplantı sonrası yayınlanan  bildiri ve sonrası süreç bugün darbe olarak değerlendiriliyor.

Biz sendika yönetimi olarak yelemden vazgeçmeme kararı aldık ve ne olursa olsun yapmaya karar verdik. Bu kararı vermek çok zordu çünkü 1 Mart sabahı Sıhhiye meydanı panzerlerle kapatılmıştı. Ancak bu yürüyüşten vazgeçmek darbe mantığına teslim olmaktı ve biz teslim olmadık. Nitekim darbeler sonrası kitle yürüyüşlerinin önemine hükümette inanmış olacak ki 15 Temmuz darbe girişimi sonrası günlerce sokak gösteriler gerçekleştirilecekti . Darbe ile ilk defa 12 yaşıma 2 gün kala, 12 Eylül sabahı eve ablamın evinden kendi evime giderken kısa bir gözaltı yaşayarak yaşamıştım. Ve tüm yaşantım boyunca darbe süreçlerine, komplolara, gizli saklı yani girişimlere hep karşı çıkarak demokratik alanı önemsemiştim. Bu bilinçle  darbe bildirisinden bir gün sonra 1 Mart ta Tüm Sosyal Sen ile sürgünlere karşı 1 Mart ta Sıhhiyeye yürüdük ve panzerler önümüzden çekilmek zorunda kaldı.

Yine örneğin her seçim öncesi A Haber de sürekli tekrarlanan bir programa dikkat çekmek istiyorum. Bu program Savaş Ay tarafından SSK sorunları gündemli ATV'de yayınlanan bir programdır. O programa ben de SES genel başkanı olarak ısrarım üzerine telefonla katılmıştım. Elbette program o dönem benim de eleştirdiğim SSK genel müdürlüğü görevinde kemal Kılıçdaroğlu olduğu için yayınlanıyor. Kısaca beni ihraç eden zihniyet kendi geçmiş faaliyetlerimizden birinden faydalanmayı da ihmal etmiyor.  (Ben her zaman  bütün hükümetlere demokratik tepkisini aynı şekilde gösteren anlayışın tarafında yer aldım.

Yine sorduğunuz için söylüyorum. Şahsen kendimi eski ve yeni Türkiye tartışmaların da değişim anlamın da taraf olarak görmüyorum. Acaba neler değişti ki eski ve yeni diye ayrım yapıyoruz. Türkiye de hala ortada duran bir Kürt sorunu var. Ve bu sorun eskiden olduğu gibi askeri ve baskıcı yöntemlerle çözümü ertelenmeye çalışılıyor. Yine bu ülke de kronikleşen bir demokrasi sorunu var. Bunlara dünya da kapitalizm krizinin ortaya çıkardığı otoriterleşme eklenince mevcut tablo net olarak ortaya çıkıyor.

 

Hızla genişleyen bir ihraç çemberinin içinde bulunca kendinizi nasıl bir haleti ruhiye yaşadınız, hayatınızda neler değişti ve değişen hayata nasıl uyum sağladınız ya da sağlayabildiniz mi?

Öncelikle haksızlığa uğramanın duygusunu 1992 de olduğu gibi bir kez daha yaşadım ve hala yaşıyorum. Çalıştığım ilçeden, çalışma arkadaşlarımdan, çevremden, yaşam alışkanlıklarımdan koptum. Ve tüm bunlar isteğim dışında gerçekleşti.

O dönem yarım kalan hatta gerçekleşemeyen bir çok planım  oldu. Örneğin  Aralık ayında (1996 yılı ) TİHV inde katıldığı Meksika da IRCT (Dünya İşkence Tedavi  ve Rehabilitasyon merkezleri konseyi)  kongresiydi. Bu kongreye TİHV Diyarbakır temsilciliği adına katılacaktım. Kongreye bir sunum hazırlamıştım. Ancak pasaportuma el konulduğu için gidemedim. Bunun gibi yaşamım da planladığım birçok iş iptal oldu.

İhraç kararına itiraz ettiniz mi, hukuki süreç hakkındaki düşünceleriniz neler, hukuk sisteminden ümitli misiniz?

İhraç edildiğimiz ilk dönemde mahkemelere itiraz ettik. Ancak iç hukuk yolları kapalı olduğu için dilekçelerimiz kabul edilmedi. Dolayısıyla iç hukuk yollarını tüketip AİHM e gidecek süreci başlatacaktık. Ancak bana göre AİHM bizi ihraç eden OHAL rejimine yardımcı oldu ve yol gösterdi.  Bunun üzerine OHAL komisyonu kuruldu. Bende komisyona başvurdum ancak 2 yıldan fazla bir zamandır hiçbir ilerleme sağlanamadı. Ben yaşantımda ikinci defa hukuksuz bişr süreci yaşıyorum. İhraç edilmemiz de hukuki süreçler yerine idarenin ihtiyacı ve keyfi tutumu belirleyici olmuştur. Buna rağmen KHK mağdurları hukuki bir süreçten asla vazgeçmediler. Aslında hükümet ihraç yönetimini izleyerek tümünü bir KHK  ile geri de alabilir. Buna yasal hiçbir engel yok. Elbette bunu sağlayacak olan da mücadelenin ta kendisidir.

Amed’de KHK’yla kaç kişi ihraç edildi, ihraç edilen diğer meslektaşlarınızla iletişiminiz var mı, birbirinize destek oluyor musunuz?

Çalıştığım ilçe ihraçlardan en az etkilenen ilçelerden biri oldu. Çalıştığım iş kolunda 2 hekim, ve 2 yardımcı sağlık çalışanı ihraç oldu. Benim dışında ihraç olanlar Sağlık  - Sen e üye idiler. Bu yüzden iktidar yandaşı sendika ya üye ihraç olanları da saptamak gerekiyor. Toplam ihraç sayısını en iyi  sendikalar ve meslek odaları bilebilir. Tahminimce 1000 in üzerinde ihraç vardır

Öncelikle ihraç olan arkadaşlar arasında başlangıçta çok yoğun bir dayanışma duygusu gelişti. Zaten böyle dönemler aynı zaman da yeni ilişkiler, yeni planlar, yeni arkadaşlıklar, yeni duygusallıklar ortaya çıkarıyor. Ben de tüm bunlardan etkilendim ve yaşamına çok şey kattığına inanıyorum. Kendi adıma ihraç olduğum dönem de birçok yeni arkadaş la tanışmamın, arkadaş olmamın bana başka bir heyecan kattığını da vurgulamak istiyorum.

Ne yazık ki süreç ilerleyince işsizlik, güvencesizlik, baskılar, ekonomik krizler ve örgütsüzlüğün bu arkadaşlıkları ve ilişkileri olumsuz etkilediğine de tanık oldum. Sürecin uzaması kişilerin yalnızlaşması,  duygu dünyalarını da etkiliyor ve bazı iç çatışmalar ortaya çıkarıyordu. Elbette daha olağan bir süreçte tüm bunları yaşamıyor ya da  daha az travmatik yaşıyor olacaktık. Yine de süreci diğer arkadaşlara rağmen daha iyi atlattığımı düşünüyorum.

İhraç olduğum dönemde annem ve babam ağır yatalak hastalardı. İş gereği il merkezinde olamadığım için onlarla iletişimimi ekiliyordu. Bu dönemde bir yıl arayla önce annemi sonra babamı kaybettim. Bu özgün durumum da sürece katılımımı etkilediğini söyleyebilirim.

İhraç edildikten sonra maddi sıkıntıları nasıl aştınız, iş bulabildiniz mi, şuanda çalışabiliyor musunuz ?

Ben mesleğe başladıktan sonra o dönem kamu da çalışmayı tercih eden biriydim. Özelleştirmeye karşı çıktığım, tedavi edici hizmetlerden parasal ilişkiler yüzünden karşı çıktığım için kamu dışın da bir alanım yoktu. Kamu da çalışmanın yanın da iş yeri hekimliği eğitimi almam ve İstanbul da kısmi süreli çalışma deneyimlerim de vardı.

Kamu da çalışma imkanı kalmayınca ancak işyeri hekimi olarak mesleğimi icra  edebilirdim. Bir diğer alternatif birçok ihraç arkadaşın yaptığı gibi meslek dışı alternatif işlere yönelmekti. Benim de böyle bir deneyimim oldu. Kredi borcu olan evi sattım ve kendi köyümde mesleğim dışı işlere yöneldim. Ancak bir süre sonra doğru olan sadece mesleğimi icra edebilmekmiş ve bundan ötürü zararına da olsa vazgeçtim. Sonuçta  bir hekim olarak diğer çalışanlardan daha şanslıydım.  İlk aylar da iş bulamasam da sonradan çalışmaya başladım. Ve ihraç psikolojisinden arkadaşlarıma nazaran biraz kurtuldum diyebilirim. Yine Sendika da, Tabip Odasında ve gönüllüsü olduğum TİHV Diyarbakır temsilciliği çalışmaların da yer almam  bu psikolojiden kurtulmama yardımcı oldu.

Elbette ekonomik gelirim ihraç olmadan öncesine göre yarıdan daha fazla azaldı. Birde yeni yaşam tarzının getirdiği ek maddi sorunları da hatırlatalım.

Kültür, Sanat ve bilimsel nasıl bakıyorsunuz, var mı bir çalışmanız?

Benim edebiyatla tanışmam uzun kış gecelerin de köy evlerinde büyüklerden masal dinlemek  ve  şevbêrkler de yaşlı dengbêjleri izlemekle başladı. Sonra Türkçeyi öğrenme süreci ile başka bir edebiyat serüveni başlıyordu.  Öğretmen ablam ve dönemin devrimci abi ve ablalarım sayesinde Türkçe öykü, roman ve şiir okumaya başladım. Çocukluğum bu Kürtçe masallarla paralel Türkçe edebiyat okuma ile geçiyordu. Böylece anadilim Kürtçenin yanın da Türkçe de edebiyat yaşamımım bir parçası oldu.

1990 li yılların ikinci yarısından itibaren iyi hekimlik ve fiili meşru sendikal mücadele beni araştırma , belgesel çalışmalar sürükledi. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde makaleler ve öyküler yazdım. 2002 yılında ilk öykü kitabım Alo 112 çıktı. Bu öykü kitabı aynı zaman da yeni bir tarz sağlamama yol açtı. Yakın canlı tarih üzerine yazmaya karar verdim ve bu tarza hala devam ediyorum. Yine son romanım Kürtçe ‘Kevirên Şewitî’ Suriçi sürecinin romanıdır.

1953 yılında bölge tabip odası olarak kurulan DTO (Diyarbakır Tabip Odası )  iyi hekimlik mücadelesinde ülke sınırları aşan bir öncülük gerçekleştirmiştir.

Bu dönemde ‘İyi Hekimlik, İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi mücadelesin de Diyarbakır Tabip Odası tarihi ‘ adlı bir kitap çıkardım.

İhraç olduğum sürece kadar  2 roman, 2 hikaye kitabı ve bir araştırma kitabı okurlarla buluşmuştu. İhraç olduktan sonra bu çabam ivme kazandı. Son iki yılda 3 araştırıma kitabı ve 2 roman yazdım. Romanlara egemen olan yukarı da belirttiğim gibi yakın canlı tarihtir.

Son iki romanı anadilim Kürtçe olarak yazdım. Bunu en başta asimilasyona karşı bir, meydan okuma nedeniyle yazsam da anadilimle daha iyi roman yazabildiğimi de fark ettim. (Elbette uygun bir zaman da Türkçe başta olmak üzere diğer dillere de çevrisi yapılacaktır. )

Tabloya bakılırsa ihraç olmamın yazım çabamı artırdığı görülüyor. Bir diğer deyişle ihraç yazarlığım pekiştirmiştir. Aslında hem üreterek hem de yaşam tutunarak kendi adıma ben ihraç kimliğimden sıyrıldığımı söyleyebilirim. Elbette hukuki haklarımın mücadelesini vereceğim.

İhraç edildikten sonra yaşadığınız zor günlerde yeterince desteklendiğinizi düşünüyor musunuz, kimler sizin yanınızdaydı bu süreçte?

Yukarıda ad söylediğim gibi ihraç havasından  emsallerime göre daha çabuk kurtuldum. Bunda kitap yazmanın yanın da iş bulabilmem de bir etkendi. Kendi yakın çevreme asla yük olmak istemedim. Yakın çevrem de  birçok kimsenin benim gibi olduğunu hatta benden fazla sıkıntı çektiğini özelikle belirtmek  istiyorum. Elbette yakın çevrem de dayanışma isteği vardı. Ama maddi ve manevi gücün zayıf olduğunu hatırlatalım. Kendini ihraç potansiyelinde gören çalışanlar ise bugüne kadar uzaklaşmayı tercih ettiler.

Asıl olarak bu iki kesimin dışın da kalan toplumun bir kesiminin hali esef vericidir. Onlar  zaten KHK'lar yayınlandıktan sonra bizim gibilerinden fersah fersah uzaklaştılar. Onlar hala bizi duymuyor, görmüyor,anlamıyor ve sistemin olanaklarını yaşamak istiyor. Onlar KHK mağdurları gibi kesimlerin baskı görmesini adeta içselleştirmiş ve yalancı bir bahar da yaşıyorlar.  Sanki üzerimizden baskı kalksa, örneğin ihraçlar geri dönse yasadıkları baharın bitecek duygusundalar.  Mesela ihraçlarla ilgili bir eylem yapmamıza çok kızıyorlar. Diyorlar ki ne yaparsanız yapın sonuç değişmez. Suskun kalmamızı, kaderimize razı olmamız istiyorlar. Sistem değişmesin istiyorlar. Bu da bu yöntemi uygulayanlara cesaret veriyor. Ben toplumun geniş bir kesiminin bugün kü sisteme hastalıklı bir şekilde bağımlı olduğunu düşünüyorum.  Öncelikle bu anlayışın değişmesi gerekiyor. Sorun ne zaman ki örneğin ihraç olmayanların da sorunu olacak, o zaman ihraçlar için bir umut da doğar. Kanımca örneğin sendikaların bu kesimler daha çok çalışması gerekiyor. Burada bir yetersizlik var ve mücadele sadece mağdur olanlar la yürütülmeye çalışılıyor.

İhraç edilen insanlarımız için neler yapılabilir, nasıl desteklenebilirler, bu konuda neler söylersiniz?

Acil ve güncel olarak yapılacak olan bireyle dayanışma göstermektir. Öncellikle bir iş edinmelerine yardımcı olunmalıdır.  Eğer bu olmaz sa günlük asgari gereksinimlerin sağlanabileceği bir bütçe, barınma yardımı, sağlık yardımı gibi destekler sağlanmalı ve devam ettirilmelidir. Bu eş dost çevresi olduğu gibi asıl olarak sendikalar ve sivil toplum kuruluşların desteğiyle olmalıdır.

Ancak bu sorunun gerçek çözüm olmayıp geçici ve oyalayıcı çözümlerdir. Srecin uzaması bu tür geçici çözümleri de tüketecektir.  Asıl çözüm ihraç olana çalışanların işe geri dönebilme mücadelesinin yükseltilmesidir.

Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz kendiniz ve Demokrasi, eşit yaşam, Barış, sendikacılık adına?

Ben her zaman barış için de, savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünyayı hayal ettim. Ve ben ancak özgür insanlar varsa, barış varsa adalet varsa, eşitlik varsa özgür olabilirim diye inandım.  Bugün şartların zor ve değişik olması hayalimi asla değiştiremez.

Ve her bir sorunun aslında bireysel olmayıp toplumsal olduğunu hatırlatarak çözümünün de böyle kurgulanmasının gerektiğine inanıyorum.

Sendika açısından soruyorsanız, fiili ve meşru mücadele hattı ve  hak verilemez alınır şiarı ile başlangıç noktasına dönülmelidir. Yasalcılık ve bürokrasicilik bugün sendikaların en büyük iki hastalığıdır.

Bugün milyonların üretimden gelen gücünü kullanılabileceği bir mücadele hattını benimsemesi gerekiyor

Ötekilerin gündemi olarak teşekkür ederiz
Editör: Haber Merkezi