İSTANBUL- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ;  sosyalist, devrimci, bilge kadın ve sitemizin köşe yazarı Mukaddes Erdoğdu Çelik: Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza ÖZKAN’nın sorularını yanıtladı.



Kadına şiddet, kadın cinayetleri ve çocuk istismarları ile devletin erkek zihniyeti arasında bir ilişki kuruyorsunuz yazılarınızda, nedir bu ilişki, nasıl oluşmaktadır bu bağlantı?

Kadına şiddet, kadın cinayetleri, çocuk istismarı ve daha da uzatabileceğimiz gibi; doğaya şiddet, hayvanlara şiddet, insana şiddet, şiddetlerin en açığı, silahlı şiddet savaş; tümünün temel zemini insan soyunun yaratımlarının özelleşmesi, belli ellerde toplanarak o ellerin özel mülkü haline gelmesidir. İnsan soyu, doğayı hazır bulup onu işlemeye başlamasından itibaren onu ele geçirmeye çalışmıştır. Ele geçen yalnız doğa değil, doğal olan ve başta insan emeği, özellikle kadın emeği yanında üretilmiş bütün zenginlikleridir. Bu bir işgal, ilhak ve sömürgeleştirme çizgisidir. Günümüzde ise kapitalizm doğayı ve insanı, kadını ve bütün zenginliklerini yok edecek boyuta getirmiştir.

Bu işin başında erkek cinsi olmuştur hep. Oysa on binlerce yıllık güzergâhın başında, insanı iki ayağı üzerine diken emeğin sahibi kadındır. Soyu ürettiği gibi, doğa ile uyumlu yaşam araçlarının ilk üreteni, ilk kâşifi hep kadındır ve bunu o, “doğal” yoldan yapmıştır. Onun bu insanal faaliyetinde erkek cins, basit bir iş aleti gibidir. Ne işe yarayacağı, kadının onu bir işe koşmasıyla ortaya çıkmıştır. Önce avcı, sonra çoban ve tarla süren, sonra sanatkâr, işletmeci olmuştur. Zamanın topluluğu adına yaptığı bu işlerden elde edilen fazlanın yönetimi onun eline geçmiş, kadın ev, çocuk ve çevresinde hala topluluğun tüm idari işlerine bakarken erkek fazlanın kullanım hakkını ele geçirmiştir. Yani erkek cins, bütün fazlanın; mal davar, tarla, ürünü- sahibi olurken, doğurganlığına ve var edişine akıl sır erdiremediği için eskiden tanrıça saydığı kadını da maldan sayma gücünü ele geçirmişti; onu da köleleştirdi. Doğaya ve ürünlerine nasıl davranıyorsa kadına da öyle davranmak hak oldu. Dün soyun üretiminde kendi rolünü bilmeyen erkek şimdi o sırra da, spermin gücünün bilincine de ermişti. Bu yeni durumda cinsler arasındaki eski hukuk kökten yıkıldı. Artık kadın bir erkeğin çocuklarını doğuracak şekilde cinsel olarak da kapatılacaktı. Buradan babalık hukuku doğdu. İşte bu erkek egemenliğinin doğa, toplum ve onun sayısal yarısı kadın üzerinde de kuruluşuydu. Mülk sahipliği; yani sınıf, mülk sahiplerinin mülksüzler üzerindeki egemenliği, yani devlet ile kadın üzerindeki erkek egemenliği; yani “tek” eşli aile zamandaş doğum ve gelişim, yetkinleşme sürecine girmişti. Biri olmadan diğerleri olmaz, biri yıkılmadan diğerleri sarsılmaz tarihsel bağ böyle oluştu. Eğer küçük bir azınlık büyük zenginliği ve çoğunluğun yönetimini ele geçiriyorsa bunun gönüllü olmayacağını biliriz. Ne olur? Zora dayalı bir yönetim olur. Zorun, zorunluluk, baskı, yasak ve ötesi olduğunu biliriz.

Bugün gerçeği bütünlüklü gördüğümüzde devletin ve bu özel-tekil ailenin aynı esaslarla işlediğini görürüz. Bütün sınıflı ve devletli toplumlar aile, yani kadının evsel köleliği olmadan yürüyemez. Şiddet de bunun üzerinde, bunun aracı olarak doğmuş ve yetkinleşmiştir. Tarihsel gelişme içinde ana gerçeği bilince çıkardığımızda kadına şiddetin ve kadın cinayetlerinin bu temel çelişki ve zor içinde ortaya çıktığını anlarız. Kadın hareketi “erkek vuruyor, devlet koruyor” derken bu gerçeği dillendiriyor. Devletin yoksul karşısındaki zengini koruması aynı değil mi? Güçlü, teçhizatlı olan karşısındaki zayıfı enseliyor. Bu adeta kadın cinayetleri çağı gibi yaşanıyorsa derindeki, tarihsel olarak oluşmuş çelişkinin, kadınlık ve erkeklik formundaki ilişkinin zoraki bir birlik olarak vahşet ve sürdürülemez hale geldiğini gösterir. Tıpkı bugünkü devlet yapısının çoğunluk üzerindeki baskısının vahşet ve sürdürülemez olduğu gibi; tıpkı nüfusun yüzde 1’inin zenginliğin yüzde 60’ını ele geçirmesinin vahşet ve sürdürülemez oluşu gibidir.

Çocuk istismarına gelince, onu anlamak için de en baştaki olguya, erkek egemenliğinin nasıl da cinselliği tekeline geçirdiğine bakmalıyız. Eğri oturup doğru konuşursak olgu şu; kadın bir eve, zürriyetin sağlama alınması adına kapatıldığında- erkek bu gücü ele geçirmişken- kendisi asla bir eve, bir kadına bağlanmadı; kadının kapatıldığı “özel ev” yanında “genel ev” kuruldu! Krallara, padişahlara, şahlar ve diğerlerine haremler kuruldu; zamanı geldi kumalar alındı, metresler tutuldu. Doğa bereketliydi, bunları bulamayan yoksul erkeğe doğanın diğer canlıları, örneğin büyük baş hayvanlar vardı. Onlar da yetmedi, cinsellik fantezileri için çocuklar ve hatta bebekler vardı. Mesele bu kadar derin ama bir o kadar yalın! Başımızda bu erkeklik ve normları, aklı ve ayrıcalıkları, onu besleyen sistem ve devlet kaldıkça, insanlık daha nice acılar yaşayacak. Devletler de acıların organizatörü olarak erkekliğin bekasına çalışacak! Sermaye, “bir gönül işi olan cinsel yaşamı” bir para işi halinde en büyük kar kalemlerinden biri yapmaya, kadınların büyük bir bölümü de bu sektörün işçileri olmaya devam edecek. Evdeki kadını ücretsiz hizmetçi kılan erkeklik, o köle her itiraz ettiğinde ölümle cezalandıracak.

Yazılarımda, işte bu nedenlerle, örnekler üzerinden kadın cinayeti, kadına tecavüz, çocuk istismarı, sermaye ve devlet ilişkisini kurmadan yazmıyorum. Çünkü bunlar olmaksızın olaya bakıp gerçeği görmek imkânsızdır. Bugünkü iktidar ve rejim kadın mücadelesinin dişiyle tırnağı ile kazandıklarını geri almaya çalışıyorsa, kadının en eski yerine çekilmediğinde cinayetlere kurban ediliyorsa, çocukların istismarı durdurulamıyorsa, sebebi bu temel durumdur ve artık cinsel çelişkinin kendi çözümünü gündeme sürdüğünü gösterir. Bu bütünlüklü bir tarihsel gelişmedir. Bunun bilincinde olmalıyız ki, kadın cinayetleri ve çocuk istismarı vahşetleriyle gerçek zeminlerde ve doğru bir yol tutturarak mücadele edebilelim.



Sosyal demokratları eleştiriyorsunuz,  bu eleştirinin mihenk taşı nedir,  sosyal demokrasi,  sosyalizm,  komünizm sistemleri nerde birleşip nerde ayrılıyor yahut birleşiyor mu,  sizin bakış açınız nedir?

Sosyal demokrasi, sosyalizm ve komünizm ise insanlık tarihinin kapitalist sistem zamanında ve onun iki ana sınıfı arasındaki konumlanış ve mücadeleden türetilmiş kavramsal çerçevedir.

Yani üçü birden aynı iktisadi ve toplumsal zeminde ortaya çıkmıştır. Halen de bu zemin hepsinin ortak zeminidir. Sosyal demokrasi, sosyalizm ve komünizm düşünsel plandan eylemsel alana ve modern toplumun ücretli köleleri ile diğer bütün toplum kesimlerinin hayatına yaklaşık aynı zamanlarda düşmüş ve kavgada yerlerini almıştır.

Sosyal demokrasi, modern zamanın temel sınıf ilişkilerini uzlaştırarak çözüm arama yolu ve programıdır. İşçi sınıfı içinde ilk partiler bu adı alarak kurulmuşsa da programları ile sınıfsız toplumu öngörmüşlerdir. 1. Dünya savaşında bu partiler burjuva devletlerini destekleyince kavramsal olduğu kadar pratik olarak köklü ayrışma olmuştur. Halen sosyal demokrat parti adını taşıyanlar emperyalist kapitalist sistemin ana partilerindendir; devlet ve rejimin bekasını esas alır ama “kötülüklerinin” törpülemesine de çalışırlar. Yüzyılı aşan zamandır sosyal demokrasi ve partileri, krizlerin bünyeyi, mücadele ve isyan yığınları sardığı yerde kapitalist emperyalist düzenim stepnesi olmuşlardır.

Sosyalizm ve komünizm kavramları birlikte ele alacağımız tek bir tarihsel sürecin iki evresinin adıdır. Marks ve Engel, işçi sınıfının dünya görüşü ve eylem programı olarak kurduklarından beri sosyalizm ve komünizm dünyada işçi ve emekçilerin mücadelesinin ana kılavuzu olmuştur. Marksizm adını verdiğimiz bu düşünme ve eylem kılavuzu, öncelikle temel sınıf çelişkilerin çözümünün, tarihin “ebesi” saydıkları devrim yolunu öngörür. İşçi sınıfının siyasal iktidarı, özel mülkiyetin tasfiyesi, egemen toplumsal sınıfların tasfiyesi, sömürünün kalkması ve işçi sınıfının bizzat kendisiyle birlikte sınıf farklarının giderek ortadan kalkmasıyla, devletin sönümlenmesiyle sınırsız bir dünya kurulmasını öngörür. Daha belirgin olarak ekliyorum; cinsiyet çelişkisinin çözümü ve erkek egemenliği ayrıcalıklarının ortadan kalkması bu anlamda cinsiyet rollerini berhava etmiş bir dünya olacak.

Demek ki sosyal demokrasi, sosyalizm ve komünizm aynı zamanda aynı zeminde ortaya çıksalar da öngördükleri dünya ve o dünya için mücadele yol ve yöntemleri aynı değil. İki yüzyıllık mücadele tarihi de bunun böyle olmadığını sayısız kez kanıtlamıştır. İki yüz yıllık savaşım döneminde aynı sınıf zemininde devrim ve reform güçleri olarak işbirlikleri olmuş, sosyal demokrasinin aldatıcı girişimleri ve ağır ihanetleri ile yol alınmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve dünya komünist hareketin yenilgisi ve sürmekte olan krizi nedeniyle etkisizken sosyal demokrasi halen işçi sınıfı ve ezilenler nezdinde ana “kurtarıcı” muamelesi görmektedir.

Türkiye’deki gelişme de yüz –elli yıl farkla benzer şekilde olmuştur. Avrupa ve Amerika’da sert sınıf savaşları içinde oluşan sosyal demokrasi ya da sosyaliz- komünizm olguları burada daha zayıf oluşumlar olarak kalmıştır. Bunu devrimlerin kasırgasından geçmemişliğin etkisiyle açıklayabiliriz. Tanzimat süreci Osmanlı’nın Batı’ya açılışıydı ama bu açılış onun devlet olarak sömürgeleşmesinin de yoluydu. İlk düşünce özgürlüğü ve yurtseverlik girişimleri rejimin derhal bastırmasıyla karşılaşması tesadüf değildi. İkinci adım olan Cumhuriyet, kuruluşundan önce, daha savaşın içinde komünist partinin lider kadrosunu imha etti. Kurtuluş savaşının ana müttefiki Kürtleri, ilanından yalnızca bir yıl sonra inkâra ve imhaya girişti. Cumhuriyetin kurucu Partici CHP, 60’larda TİP kurulur ve ezilenlerin saflarına yayılırken “ortanın solu” sloganına sarıldı ama 12 Mart’a ortak oldu, hayata geçmesi de bir başka bahara, Ecevit zamanına kaldı. Sosyal demokrat kimliğini açık üstlenen Ecevit CHP’ni yükselen halkçı devrimci dalgadan taban devşirdi ama sonunda krizdeki Türkiye egemen sınıfların imdadına “yangın söndürücü” olarak yetişti. Siyasi katliamlar arsında, 12 Eylül askeri darbesine gidecek sıkıyönetimi getirdi. İMF’den geçip 24 Ocak Kararlarına gelindiğinde ortada CHP de, sosyal demokrasi de kalmamıştı.12 Mart darbesi partisiyle birlikte Ecevit’i de kapattı. Ondan sonra da sosyal demokrasiyi de iflah etmedi. “Majestelerinin muhalefeti” projesi toplumsal gelişme tarafından aşıldıkça güç toplayan, adı birkaç kere değişen ve sonunda yeniden CHP olan sosyal demokrasi partisi, kısır döngüsünde kıvranıyor. Suriye’ye niye girdin diyor iktidara, sonra oraya girme tezkeresine oy veriyor. Dokunulmazlıkların kaldırılmasını anayasaya aykırı buluyor, fakat HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına oy veriyor, partisinin milletvekillerinin bu yasağı kaldırtma eylemine katılmasını yasaklıyor!

Son zamanlarda iktidara karşı yaptığı en etkili eylem adalet yürüyüşü idi ama onun da arkasını salonlara tepmeye çalıştı. 24 Haziran gecesi hâlâ hesabını vermediği ölü taklidi yaptı. Aynı çizgideki barolar, sendikalar, kimi sivil toplum örgütleri de aynı yolu izliyorlar; kavga sesinin yükseldiği yerde ölü taklidine girişiyorlar.

Hal bu olunca sosyal demokrasiyi, sosyal demokratları ve sahibi sayılan partilerini nasıl olup da eleştirmeyeceğiz? Toplumsal ve siyasal yaşam içinde elbet, özellikle Türkiye’deki iktidar ve uygulamalarına karşı sosyalistler onlarla, tabanı esas alan işbirlikleri yapmalılar.

Küresel olarak ekonomik krizler yaşanıyor, bu ekonomik krizler hangi nedenlerle ortaya çıkıyor ve kapitalizmin getirdiği çözümler kalıcı oluyor mu? Küresel krizlerden kurtulmanın çözümü nerede yatıyor, bu çözümü uyandırmak ve gerçekleştirmek mümkün mü?

Kapitalizm açgözlü bir dev gibidir. Ne yutsa doymaz. Onun dünyası bütün zenginlikleri tekelde toplamış olmanın gücüyle, ne üretiliyor, ne kazanılıyorsa ondan en yüksek kârı elde etmektir. Kapitalizm için üretim, kar güdüsünün aracıdır. Tekelleşince bu tekelci azami kâr oldu. Doğaya, insana, yeni teknolojiye, elde edilmiş ürünlere bu gözle bakar ve böyle satar. İnsan mı helâk oluyor, doğa mı tahrip oluyor, fazla ürün mü oluyor; bunların hepsi çöpe gidebilir. Krizlerin nedeni işte onun bu aşırı kâr hırsının yarattığı ürün fazlasını satacağı alan daralması, dolayısıyla kâr oranlarının düşmeye başlamasıdır. Kapitalistin aşırı kârı gerçekleşiyorsa kriz yoktur, yani işleri tıkırındadır. Yok,   kâr gerçekleşmesi yavaşlamışsa, yani kârdan zarar ediyorsa kriz düğmesine basılır. Alttakiler krizin faturasını piyasadan çekilen malların pahalanmasıyla,  durdurulan işyerlerinden atılmayla, sosyal güvencelerinin gaspıyla vb. ile öder. Kapitalistler bu tedbirlerle kâr oranlarını yükseğe çekemiyorlarsa, günümüzde çokça yaşandığı gibi işçi kıyımları, hileli iflaslar, danışıklı konkordatolar, hatta fabrika yangınları, fazla malların denizlere dökülmesiyle işin içinden çıkmaya çalışırlar. Olmadı, yeniden pazar paylaşımı talep ederler. Savaşlar ile yıkarak, silah sanayi ile kâr biriktirerek, insan soyunu savaşlarda kırarak dünyayı, bölgesini, ülkesini kâr oranlarını yeniden fethederler. Bu arada rakipleriyle de kıyasıya kapışırlar. Duruma yeniden hâkim olanları, yeniden yağma ve aşırı kar peşinde koşarlar, ta ki bir sonraki krize kadar. Öyle ki artık krizleri de atlatamaz hale gelene kadar.

Kriz kapitalizmin, daha genel olarak özel mülkiyet sistemlerinin olmazsa olmaz özelliğidir. Gerçekte bilimsel çalışmalar, üretim araçlarında gelişmenin düzeyi, teknolojinin bu düzeyde gelişmişliğinde, dünyadaki çalışabilir nüfusun günde iki ila dört saat çalışması, tüm dünyanın yaşam araçları üretilebilmektedir. Bugün bir tarafta zenginlik, küçük bir azınlık, nüfusun yüzde 1’i, zenginliklerin yüzde 60’ını ele geçirdiği için insanlık yokluk ve açlıkla yaşıyor. İşsizlik, kriz, hepsinin kaynağında bu eşitsizlik, mülkiyetin tekelleşmesi var.

Krizsiz bir ekonomi ancak mülkün, zenginliğin tüm toplumun olduğu ve insanın, doğa ve diğer canlıların ihtiyaçlarına göre üretimin, dağıtımın ve değişimin planlanıp örgütlendiği bir zamanda ve zeminde mümkün olur. İnsanlık Paris komününden başlayarak 21. Yüzyılın toplumsal hareketlerine kadar çok bilgi ve deneyim biriktirdi. Mesele böyle bir dünya kurmak için egemenlerin yönetme ayrıcalıklarını ortadan kaldırmakta.

Dolayısıyla krizin etkilerinden kurtulmaktan söz ettiğimizde, bunun çok sınırlı bir çözüm çabası olduğunun bilincinde olmalıyız. Burjuvazinin krizi hepimizin matah malı gibi sunması karşısında uyanık olmalıyız. Tam tersine krizin sonuçlarına katlanmamalıyız. İşsizlik korkusuyla 12-15 saatlik köleliğe sarılmamalı, sendika ve örgütlerimizden vaz geçmemeliyiz. Tam tersine mücadelenin okunu tüm ezilenlerle birlikte kapitalistlere ve onların yönetim mekanizmasına karşı yöneltmeliyiz.

 

Türkiye de ekonomik krizlerle boğuşuyor, hangi politikalar krizleri doğuruyor, bu krizlerin yapısal nedenleri nelerdir?

Türkiye’de olan biten de dünyadan bağımsız ya da çok farklı değil. Türkiye’deki krizin ek sebepleri var. Önce bu rejim 35- 40 yıldır halka, devrimcilere ve Kürt özgürlük hareketine karşı iç savaş yürütüyor olması. Merkezde Kürt sorunu duruyor ve bu sorunu demokratik yollarla çözmeye yanaşmak yerine dış operasyonlara da bu nedenle giriyor. Suriye’ye düzenlenen bütün işgal seferlerinin nedeni Kürtlerdir. Onların kendi kaderlerini tayin etme hakkını Misak-ı Milli sınırlarının dışında bile önlemek istiyor. Bunun için gerekirse Afrika’ya da gidecek. Zaten günübirlik Avrupa’ya gidiyor. Alman vatandaşı Kürtlerin bile derdest edilmesini istiyor. Savaş ekonomisi bu krizi koşullayan en önemli etkendir.

Türkiye sermayesi ilk birikimini devlet eliyle, Ermeni ve Rum azınlıkların servetlerinin gaspıyla oluşturmuştur. 2. Dünya savaşı yıllarının savaş rantı, 6-7 Eylül, 60’lar Rum sürgünü sermaye transferiyle büyümüş, hatta 90’lardan beri Kürtlere karşı savaş zamanı kara para kaynaklarının transferi olarak da devlet kontrolünde sermaye gruplarına geçmiştir. Son üç yıldır da FETÖ’cülere sundukları servet kaynaklarını kendi yandaşı sermaye gruplarına transferle yapısal bozulmalara yol açtılar. Gazete tekellerini bile sermaye transferiyle ele geçirdiler.

Günümüzdeki kriz böyle oluşmuş sermaye yapısının dayanaksızlığı, dışa bağımlılığı ve dolar egemenliğinin krizidir de. Saray rejiminin saltanat ve Diyanet mali ayarları, devlet hazinesinin en büyük yükü haline gelmiştir. Krizin tüm faturası ise büyük bir pervasızlıkla, pişkinlikle, kinle emeği ile geçinenlere yıkılmaktadır. Güçlü ve gerçek zeminlerde bir muhalefet olamadığı için de meydanı boş bulmuşlar misali, yalan ve dolanla, algı yönetimiyle saldırdıkça saldırıyorlar. Fakat sular da ısınıyor. Toplum bu kadar aldatılmaya, bu kadar kazıklanmaya dayanamayacağını çeşitli biçimlerde göstermeye başladı. Hoşnutsuzluk, tepki ve öfke çok birikti, kanımca sokağa dökülmeyi gözlüyor.

 

Demokrasi güçleri pek çok yazıda karşımıza çıkıyor, kim bu demokrasi güçler ya da kimler?

Demokrasi güçleri, adı ile müsemma, burjuva demokrasisinin temel kriterlerine bağlı, onları gözeten ve onlarla hayata yön veren, vermeye uğraşan güçler. Sola, sosyalizme bulaşmış halleri ile klasik düzen partileri, sendikaları ve sivil toplum örgütleri de kendilerini bu cenahta görürler. Fakat gel gör ki, eğer Türkiye toprağına ayağımızı basarak konuşacak olursak, ortada böyle güçlerden oluşan sağlam demokrasi güçleri de yoktur ya da çarpık çurpuktur. Mesela idama karşıdır ama Kürt liderlerin asılması için gerektiğinde çember çevirir. Mesela çok demokrattır ama kadının uluorta saydığı toplum içinde gülmesini ayıplar. Mesela adalet ister ama sadece Batıdakine, coğrafyanın Kürt tarafını görmez. Hal böyleyken, düşünce, örgütlenme ve eylem özgürlüğünü ikircimsiz herkes için savunan ve bunun için eyleyen, biri zulme uğradığında ona da karşı durana, böyle toplumsal ve siyasal, hatta sendikal, gençlik ve kadın örgütlenmelerine demokrasi güçleri demek gerekir. Türkiye’de genel bir demokrasi gücünden değil, emekçi sol hareketinden, ezilen Kürt halkının örgütlerinden ve de kadın özgürlük hareketinin bütününden söz etmek gerekir.

 

CHP neden HDP ile değil de,  iyi partiyle seçim ittifakı yapmayı tercih etti?

Gerçek derdi, Kürt sorunun çözümü başta gelmek üzere demokratikleşmeden yana olmadığı için İYİ Parti ile yürüdü. Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun egemen savaş siyasetinden kopmadığı için HDP değil de İYİ Parti ile seçim ittifakı kurdu. Suriye operasyonu, Güney Kürdistan operasyonlarında iktidardaki politikaların ortağı olduğu, mesela Rojava’nın insanlık zaferi olduğunu kabullenmediği için, HDP’yi halk muhalefeti içinde kendine rakip gördüğü ve Saray’ın HDP ile yan yana durana hışmından korktuğu için HDP ile değil, İYİ Parti ile ittifak kurdu. Ortadaki suçların ortaklığından sıyrılacak bir halkçı rüzgâr esemediği için İYİ Parti ile geçen genel seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP ile ittifak kurduğu gibi, ondan kopan parçanın partisi İYİ parti ile ittifak kurdu. Ecevit ve partisinin 1999’da AKP ve MHP ile ittifak kurması gibi keskin virajlarda CHP de bu ittifaklara girdi, girmeye de devam eder.

 

 HDP’nin barajı aşmaması için her şey yapıldı ancak HDP barajı aştı, şuanda HDP Türkiye siyasetinde nasıl bir role sahip,  iktidarın işi zorlaştı mı yoksa hâlâ istediklerini yapabiliyorlar mı?

Eğer Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi, insan hakları, halkların ve cinsiyetlerin eşit haklara sahip olarak kardeşçe bir arada yaşaması imkânı varsa bu ancak HDP ile onun dayandığı toplumsal güçler, mücadele tarihi ve birikimleriyle buluşarak mümkün olacaktır. HDP’nin programında yer alan beş temel çelişkinin çözümünü önüne koyan, ezilmenin tüm biçimlerine karşı mücadeleyi ve bir halk iktidarını hedefleyen radikal ya da devrimci demokrasi HDP ile mümkündür. Böyle bir programatik ve eylemli duruşa sahip bir partinin varlığı zaten egemen siyaset için olmaz olsun kategorisindedir. Onu engellemek için kendi usullerini dahi çiğnemekten imtina etmediler. HDP’ye karşı sadece seçim barajı koymadılar; örgütlülüğüne karşı siyasi soykırım çizgisi uygulamayı sürdürüyorlar. HDP’nin yönetimine geldiği bütün belediyelere kayyım atama yoluyla yerel yönetim hakkını gasp ettiler. Ama HDP hala var ve mücadele ediyor. HDP’nin işi zor elbet bunca zorbalık karşısında ama egemenlerin, iktidardaki partinin ve HDP tabanından nemalanmaya göz dikenlerin işleri daha da zor.

HDP, bütün düzen alternatifi muhalefetin birleşik örgütlü gücü olarak meşruiyetini kanıtladı. HDP mayası bu topraklarda tuttu. HDP sadece HDP olmayacak kadar geniş ve etkilidir. Sloganın dediği gibi, onu yok etmeye çalışanlara inat: HDP UMUTTUR; UMUT DİMDİK AYAKTA!

Bu öngörü dünya genelinde emperyalist kapitalist gerici ve faşist rejimler karşı mücadele eğilimine ve örgütlenme biçimine de denk düşmektedir. Dünyada, Seatle’den başlayarak günümüze gelen mücadele ve örgüt deneyimleri de bunu açığa çıkarmakta. 21. Yüzyılın mücadele ve örgüt biçimlerini özsel olarak şimdiden bu güçler açığa çıkarmıştır, HDP de buna dâhildir.

Ötekilerin Gündemi Olarak Teşekkür ederiz...

 
Editör: Haber Merkezi