Eski çöküyor. Yeni, henüz ufukta görünmüyor. Küreselleşmenin yarattığı verimliliğin adil paylaştırılmasının önemini kavramamanın sıkıntıları, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzenini derinden sarsıyor.

Kıta Avrupası’ndan Asya’ya, Amerika kıtasından Ortadoğu’ya uzanan geniş bir yelpazede belirsizliğin hakim olduğu bir geçiş süreci yaşanıyor. Oldukça uzun ve sancılı olacağı giderek netleşen bu geçiş sürecinin ara duraklarından biri, öyle görünüyor ki, faşizme açık aşırı sağ popülizm olacak.

Tıpkı 1930’larda olduğu gibi ılımlı merkez siyaseti çöküyor. Dünyanın her yerinde ırkçı kimlik siyaseti yükseliyor. Güçlü bir otoritenin etrafında, kendine benzemeyenlerin şimdilik susturulmasına, kriz derinleştikçe de yok edilmesine rıza gösteren çoğunlukların, arkasında hizalandıkları güçlü tek adamlar tüm kapsayıcı kurumsal yapıları ve normları tahrip ediyor.

Kurumsal yapılar tahrip oldukça belirsizlik derinleşiyor; belirsizlik derinleştikçe “kendini gerçekleştiren kehanet” ete kemiğe bürünüyor. Belirsizlik güvenli liman arayışına; güvenli liman arayışı da popülist güçlü lider etrafında toplanmaya yol açıyor. Böylece faşizme giden yolun taşları döşeniyor.

Devletler, yeniden tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi, kamusal alanda siyasi şiddeti kurumsallaştırıyor. Yanısıra egemenlik sınırlarının dışında da çeşitli bahanelerle savaşı ve şiddeti dış politikalarının dayanağı yapıyor.

Bugün ABD’den Hindistan’a, Macaristan’dan Türkiye’ye kadar birçok ülkede siyasi liderliğin ve devletin tanımı değişmiştir. Siyasi liderler yerli ve milli olanı korumaya ve devlet dediğimiz organizasyonu, bu hedefle uyumlu olarak yeniden yapılandırmaya soyunmuşlardır. Bu yapılandırmanın temelinde insanı özne olmaktan çıkarıp nesneleştirmek vardır.

Çok değil, henüz 20 yıl önce demokrat, hukuka, özgürlüklere ve insan haklarına saygılı devletlerin egemen olacağı bir dünyayı konuşurken, bugün insanı nesneleştiren, haklarını elinden alan, insanların tek tek önem taşımadığı faşist devletlerin dönüşünü konuşuyoruz.

Artık birçok lider bedel ödemekten, beka sorunundan, geçmişin görkemli günlerine dönmek için fedakarlık yapmaktan, vatan için ölmenin kutsallığından bahsediyor. Belki bir büyük dünya savaşı olmayacak ama, dünyada artan gerginliğin bizi bir dünya savaşının içine çekeceği korkusunun diri tutulması, popülist liderlerin demokrasileri çökertmesini kolaylaştıracak gibi …

Öyle ki, bölgesel güç savaşlarının, iklim değişikliklerinin tetiklediği göçler; silahlı ve dijital terörizmin beslediği güvenlik arayışı çoğu yerde bireylerin kendi rızalarıyla özgürlüklerinden vazgeçmesine yol açıyor zaten.

Yine de umutlu olmak için çok neden var. Her ne kadar Sapiens’in yazarı Harari, “insanların aptallığını küçümsemeyin” dese de, insanların içindeki “iyiliğe tutunma umudunu” da küçümsememek gerek. Barış ve özgürlüğün tadını almış olan günümüz insanını, sonsuza kadar korkutarak yönetmek mümkün değil. Murat Sevinç, Duvar Gazetesi’ndeki yazısında “…unutmayalım, bu topraklar yalnızca onu yaşanmaz hale getirenlerden oluşmuyor. Sizler/bizler gibi düşünen ve aynı endişeleri paylaşan, buna mukabil adını bilmediğiniz, hiç karşılaşmadığınız milyonlarca insan var. Bunu düşünmek dahi sakinleştirici ilaç etkisi yapabilir” diyor. Buna katılmamak mümkün mü?

Artık savaşlar ve siyasi şiddet, bundan yüzyıl önce olduğu gibi, güç tutkunlarına kazandırmıyor. Çünkü bu yüzyılın en değerli kaynağı ne altın ne kara elmas. En değerli kaynak yaratıcı insan gücü ve onun ürettiği bilgi. Savaş ve siyasi şiddet bu en değerli kaynağınızı tüketiyor. Bu nedenle halen ordular ve silahlar önemli gibi görünse de, özgür bir yaratıcılığın ve teknolojik yeniliğin sürüklediği demokratik- ekonomik güç ve paylaşıldıkça büyüyen bilgi en büyük güçtür.

Üstelik, hakikati çarpıtan, insanları nesneleştiren rejimlerin milyonlarca insanı toplu intihara sürüklediği 20. yüzyılın karanlığı hala hafızalarımızda. Sadece tarihten dersler çıkararak barışçı, adil, eşitlikçi, özgür ve çoğulcu bir geleceği kurgulamamız mümkün. Murat Sevinç, aynı yazısında “Umut kuyunun dibinde ve elimizde bir iğne olabilir. Olsun. O iğne de olmayabilirdi. İğneyi de mi aldılar? Eyvallah, tırnak var…” diyor. Evet, elimizde sadece iğne de olsa geleceğimizi tasarlama gücü hala kendi elimizde.




Editör: Haber Merkezi