İnsanların gerçeğe, sermaye ve devlet medyasının da yalana, tahrifata, çarpıtmaya, yok saymaya, gizlemeye ihtiyacı var… Bu alanı yalan cephesine bırakmamak, ‘Büyük İnsanlığın’, ezilen-sömürülen geniş kitlelerin ihtiyacı olan bir medya yaratmak için harekete geçmek gerekiyor ve bu mümkün…

Media, Latince medium’un çoğulu, ortam, aracı demeye geliyor. Bugünkü medya sanayi devrimiyle birlikte sahneye çıktı. Önce gazeteler, dergiler vardı. Daha sonra radyo ve televizyon, şimdilerde de internet var. Aslında ister gazete, ister radyo ve televizyon ve isterse de internet olsun, medyanın misyonu ve varlık nedeni, örgütsüz/sessiz çoğunluğun sesi ve vicdanı olmalıdır. Zira, gerçeğe ihtiyacı olanlar onlardır. Bunun için toplum nüfusunu olabildiğince çabuk ve kapsayıcı tarzda olaylardan, olup-bitenden, yaşananlardan haberdar etmesi gerekir. Egemen sınıflarınsa gerçeğe değil, yalana, gerçeğin üstünü örtmeye, ihtiyaçları vardır… Bir de medyanın “dördüncü kuvvet” olduğuna dair bir tevatür üretilmiş bulunuyor. Bununla medyanın, yasama, yürütme, yargı üçlüsünü tamamlayan ve onları denetleyen bir “karşı güç”, “karşı iktidar” olduğu ima ediliyor. Aslında bu söylemin bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. Medyanın gerçek misyonunu görünmez kılmak amacıyla uydurulmuştur… Bir karşı ‘iktidar’, ‘karşı-güç’ olmak şurada dursun, medya politik ve ekonomik/finansal olmak üzere ikili bağımlılıkla malûldür…

Küresel kapitalizm çağında medya kapitalist bir işletmedir, dolayısıyla herhangi bir kapitalist işletmenin tabi olduğu genel kurallara tabidir. Fakat, medyanın diğer kapitalist işletmelerden, şirketlerden ayrıksı bir yanı ve işlevi var: Haber yayan bir etkinlik olması itibariyle, gerçeğin tahrif edilmesinde ve egemen ideolojinin, “rızanın” üretilmesinde önemli bir işlev görüyor. Bir radyo dinlediğimizde, bir gazete okuduğumuzda, televizyon izlediğimizde, internette dolaştığımızda bir dizi filtreden geçmiş haberlerle karşılaşıyoruz aslında… Ve olayın mahiyetini, bize söylenenin, duyurulanın gerçek olup-olmadığını test etme imkânımız yok…

Irak, kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle işgal edildi, çökertildi, parçalandı. Irak’ın işgalinde medya önemli bir rol üstlenmişti… Ve haberin gerçek olmadığı anlaşıldığında artık çok geçti… Birinci Körfez Savaşı’nda da Irak’a saldırmanın gerekçesi olarak, Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiğinde bir hastaneye saldırıp 300 bebeği katlettiği haberi büyük medya tarafından dünyaya duyurulmuştu… Ve Saddam’a “Bağdat kasabı” lakabı yakıştırılmıştı… Oysa, tam bir düzmece haber söz konusuydu. Kuveytlilerle bir Amerikan halkla ilişkiler şirketi anlaşarak, 10 milyon dolar karşılığında bir yalan uydurmuş, Washington’daki Kuveyt Elçisi’nin 15 yaşındaki kızı Neyyire El Sabah’ın saldırı anında gönüllü hemşire olarak hastanede görev yaptığı, katliamı gördüğü yalanı, Amerikan Kongresi’nde senatörlerin huzuruna çıkarılarak anlattırılmıştı… Yalanın getirisi 10 milyon dolardı… Aslında bu tür örnekler çok zira medya yalanları istisna değil kural… Aslında uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’de “Havuz Medyası” denilen aslında sermaye-devlet medyasının ne mene bir şey olduğunun, nasıl utanmaz bir yalan makinasına dönüştüğünün rahatsız edici bir  örneği…

Medya gelirlerinin %80’i, veya daha çoğu reklamlardan geliyor. Geri kalanın tamamı da okurlardan/izleyicilerden/abonelerden gelmiyor, devlet sübvansiyonlarından, ‘resmi ilanlardan’ da geliyor ki, bu, medyanın sermayeye ve devlete ikili bağımlılığı demektir… Gazete patronları devletin ve büyük sermaye sahiplerinin “duyarlılığını”, “kaygılarını” ,“beklentilerini” dikkate almak zorundadırlar. Ve bu amaçla da haberler bir dizi filtreden geçerek insanlara ulaşıyor… Bu da medyanın kahir ekseriyetinin toplumun değil oligarşilerin ve onların devletlerinin hizmetinde olması demektir… Şimdilerde bir yalan denizinde yüzüyor oluşumuzun nedeni bu… Gazete manşetleri ve televizyonlardaki birinci haberler, satışı, dolayısıyla izleyici sayısını artırma kaygısı taşıyor… Haber seçiminde öncelik, muhtemel ‘getiri’ beklentisine endeksli… Okuyucu ve izleyici sayısı arttıkça, kâr da artıyor… Böylece asıl sorunları görünmez kılmak, ikinci, üçüncü plana atmak mümkün hale geliyor… Tabii haberlerin maruz kaldığı filtreleme, patronların politik eğilimine göre de değişiyor…

Her ne kadar birer kapitalist işletme olsalar da, eskiden gazeteler belirli ailelerin işiydi ve onların yegane işiydi. Şimdilerde kırk tarakta bezi olan kapitalist grupların işi… Bu durum, medyanın inkârı, kendi varlık nedenine külliyen yabancılaşması demektir… Böylesi bir durum söz konusuyken, medyadan ‘doğru ve gerçek’ haber beklemek, devletin aşırılıklarını, işkenceyi, yolsuzlukları, rüşveti. vb. açık etmesini beklemek iyimserlik olur… Birçok ülkede medya, sayıları beşi, altıyı geçmeyen sermaye gruplarının işi haline gelmiş bulunuyor…

İnsanların gerçeğe, sermaye ve devlet medyasının da yalana, tahrifata, çarpıtmaya, yok saymaya, gizlemeye ihtiyacı var… Böyle bir durum ortaya çıkmışken, bu alanı yalan cephesine bırakmamak, “Büyük İnsanlığın”, ezilen-sömürülen geniş kitlelerin ihtiyacı olan bir medya yaratmak için harekete geçmek gerekiyor ve bu mümkün… Ezenlerin/sömürenlerin medyasına karşı, ezilen ve sömürülenlerin, yoksulların medyası neden mümkün olmasın? Unutmamak gerekir ki, insanlığın kurtuluşu öncelikle ideolojik kölelikten kurtulmakla mümkün ve medya alanına müdahale bu bakımdan kritik önem taşıyor…




Editör: Haber Merkezi