VAN- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; 29 Nisan 2017 tarihli ve 689 numaralı KHK ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırılan KESK’e bağlı EĞİTİM-SEN üyesi ‘Barış imzacıları’ dan Yrd. Doç. Emrah Günok Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza Özkan’in sorularını yanıtladı.



Bize biraz kendinizden bahseder misiniz, hayata nasıl bakarsınız, nelere değer verir, neleri önemsersiniz, olmazsa yaşayamam dediğiniz şeyler nelerdir?

İnsanların haksızlığa uğradığı, belli bir kesimin emeğinin diğer bir kesimin zenginleşmesi uğruna sömürüldüğü ve çirkin resmi görünmez kılmak için yalanların kullanıldığı bir dünyada hakikat ve gerçeklik için yaşamanın bir erdem olduğunu düşünüyorum. Yalan deyince aklımıza genel olarak bireylerin birbirlerine söyledikleri yalanlar geliyor, ama yalan genel olarak yaşadığımız hayatın kendisi konumunda. Sahip olduğun ayrıcalıkları muhafaza etmek adına olup biteni görmezden gelmek ve anlatılanları sorgulamaksızın kabul etmek, yalancı konumuna düşmeksizin yalanın nimetlerinden faydalanmak için bire bir ve pek çok insan bunu yapıyor. Tercihimi eleştirel ve doğrucu bir konuşkanlıktan yana kullandığım şimdiye kadar anlaşılmışsa, evet, en nefret ettiğim şey de çıkarcı bir suskunluk olarak yalanın ta kendisi.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle(KHK) yönetilen bir ülke konumuna geldik Yeni Türkiye’de? KHK’lerle önce akademisyenler ihraç edildi ve her yeni kararnameyle birçok kişi işini kaybetti. Siz mahkeme kararıyla girdiğiniz Van Yüzüncü yıl Üniversitesinden barışı korumak adına Bu Suça Ortak Olmayacağız Bildirisini imzaladığınız için KHK ile çıkarıldınız, üniversite ile yaşadığınız bu durumu bizler için değerlendirir misiniz?

2013 Şubatında doktora tezimi verip de bir ÖYP’li olarak hizmet borcumu ödemek üzere Ankara’dan Van’a gittiğimde, benimle aynı durumda olan bir grup arkadaşımla felsefe bölümünü kurduk. Kadrolarımız zamanında verildi, lojman tahsisi konusunda hiçbir sıkıntı yaşamadık. Bölüm olarak kendisine bir teşekkür ziyareti yapmaya karar verdiğimiz rektör Peyami Battal, o zaman devam etmekte olan açılım sürecinin de etkisiyle olsa gerek, Kürt meselesi hakkında bize de bir takım yükümlülükler düştüğünü hatırlatma ihtiyacı duydu. Ziyaret esnasında istihza ile dinlediğimi itiraf etmek durumunda olduğum bu sözlerin bir gün gelip de bir karşılık bulacağını hayal bile edemezdim. Ama devran dönüp de bildirinin protesto ettiği koşullar ortaya çıktığında, rektörün yaptığı hatırlatmanın anlamı işte o zaman belirginlik kazandı; onun bu meseleyi daha sonra bir kez bile düşündüğünü zannetmiyorum. Ama o dönem yandaşların koruması altında olan barış iradesine durmaksızın bekçilik etmesi gerekenlerin aslında bizler olduğunu henüz anlamış değildik. Artık bunu biliyoruz. Ama akademi akla yaslanan bir barış ve çoğulculuk iradesinin yuvası olma rolünden her geçen gün uzaklaştı ve uzaklaşmaya da devam ediyor ne yazık ki.

Bu Suça Ortak Olmayacağız Bildirisinin içeriğinden bahseder misiniz, bu bildiriyi iktidar cenahı neden bu kadar tehlikeli buldu?

Bildiri, kazancının bir kısmını vergi olarak verdiği devletten sırası geldiğinde hesap sorabileceğini ve hatta sorması gerektiğini düşünen bir grup akademisyenin somutlaşmış yurttaşlık bilincidir. Bu bilinç, aynı ülkede yaşayan insanları sadakat üreten tek bir cemaate dönüşmeye zorlayan hamasi bilincin gösterdiğinin tam aksi istikamette bir hareket üretir. Bir başka deyişle otoriter iktidar, akli gerekçelendirmesini yapmamış olsa dahi ortaya koyduğu iradenin sorgusuz sualsiz kabulünü talep ederken, eleştirel yurttaşlık bilinci söz konusu rıza üretiminin akıl süzgecinden geçirilmesi gerektiği hatırlatmasında bulunur. Bu anlamda barış talebi aslında olan bitenin nedenini niçinini sorarak, dehşet üreten bir savaş alanını merak, akıl ve diyalog üreten bir tartışma alanı ile ikame etmeyi ummuştur. Ama otoriter yönetim bunu istemez. Çünkü korku aklın ve sözün sustuğu yerde hâkimiyetini kurar ve otoriterlik dozunu gün be gün arttırmaya kararlı olan bir liderlik açısından bundan daha uygun bir ortam bulamaz. Tiran kula, kul tirana ihtiyaç duyar; yurttaşın ise kendi aklından başka yöneticiye ihtiyacı yoktur. Bildirinin varolan siyasi iktidarı rahatsız etmesinin altında yatan temel dinamik bu olsa gerektir.

Hızla genişleyen bir ihraç çemberinin içinde bulunca kendinizi nasıl bir haleti ruhiye yaşadınız, hayatınızda neler değişti ve değişen hayata nasıl uyum sağladınız ya da sağlayabildiniz mi?

Ben bu süreci bir yalandan arınma; yani sahihleşme, sahicileşme süreci olarak yaşama zevkine nail oldum. Bildiri sonrası beni bekleyen hayat maddi anlamda zorluklarla dolu olsa da, aslında düşündüğüm kadar ihtiyaca sahip olmadığımın farkına vardım. Cüzdan olarak fakirleştim ama ihtiyaçlarımın azalması ölçüsünde tadına vardığım zenginleşme bunu bütünüyle gölgede bıraktı. Bu sürecin aynısını hayatıma dâhil olan insanlarla ilgili olarak da yaşadım. Hayatımdan çıkan insan sayısının hayatıma kazandıklarımdan daha fazla olması nicel anlamda bir kaybı işaret etse de, toplam kalite miktarındaki artış, olmak istediğim insana dönüşmeye başladığımın müjdecisi olmak bakımından memnuniyet vericiydi. Bu anlamda ben değişen bir hayata uyum sağladığımı söyleyemem. Çünkü daha imza öncesi üniversitede sürdürmekte olduğum yaşantıma, öğrencilerimle ilişkimi hariç tutarsam, artık intibak edemez durumda idim. Şu an yaşamakta olduğum zorlukları ise tarihin bu döneminde akademisyenin sırtına vurulmuş olan yük olarak görüyor ve normal karşılıyorum; daha doğrusu bunu normal karşılamayı öğreniyorum. Artık bu hakikatin gözünün içine bakmaya cesaret edenlerle yan yana olmaktan kaynaklanan mutluluğum diğer tüm duygularımın önüne geçiyor.

İhraç kararına itiraz ettiniz mi, hukuki süreç hakkındaki düşünceleriniz neler, Türkiye’deki hukuk kurumunun adalet işlevini yerine getirdiğini düşünüyor musunuz, Türkiye’nin hukuk karnesi ne durumda?

Ben Türkiye’de hukuk namına herhangi bir şey kalmadığını düşündüğüm için bu karara itiraz etmek üzere herhangi bir hamle yapmak istemedim. AİHM başvurularının önünü kesmek üzere kurulan OHAL Komisyonu’na yaptığım başvuruyu da, bu nedenle, gönülsüzce kaleme aldım. O zaman aklımdaki düşünce şuydu: Biz barış akademisyenleri olarak attığımız imzanın sorumluluğunu sonuna kadar taşımalı, bu anlamda meseleyi işten atılmaktan kaynaklı bir mağduriyet söylemi içinde dile getirmemeliydik. 2200 kişi olarak söz konusu komisyonlara başvuru yapmama kararlığı sergileyebilmiş olsaydık, hakkında imza verdiğimiz konunun hepten ön plana çıkmasını sağlayacak bir siyasi kararlılığı devam ettirebilmiş olacaktık. Ama bu olmadı. Eğitim emekçisi olarak anılmayı akademisyenlerden çok daha fazla hak eden öğretmenlerin Eğitimsen vasıtasıyla yaptıkları hak mücadelesinin içinde tutmamız gereken yerin neresi olduğuna karar veremedik. Bir süre sonra derdimizin barış değil de kaybettiğimiz işimize geri dönmek olduğunu düşündürtecek bir tavır değişikliğine gitmemiz tam da iktidarın istediği şeydi. Entelektüel bir duruş bu değişikliğe pabuç bırakmamayı gerektiriyordu ve hala da gerektiriyor. Kendini o ya da bu nedenle işinden atılmış bulan kişinin hak mücadelesi ile imzacı olmaktan kaynaklı konum arasında dağlar kadar fark var sonuçta.

Van’da KHK’yle kaç kişi ihraç edildi, ihraç edilen diğer meslektaşlarınızla iletişiminiz var mı, birbirinize destek oluyor musunuz?

Barış imzacısı olup da Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde çalışan ya da o ara Van dışında bulunan toplam 16 akademisyen görevden ihraç edildi. Biz eşimle beraber lojmanı boşalttıktan sonra Van şehir merkezinde bir ev tuttuk ama arkadaşların hemen hepsi ya memleketlerine döndüler, ya da farklı nedenlerle farklı şehirlere gittiler. Ama onlarla aramızdaki iletişim atılma sürecini kapsayan ilk bir yıl kadar yoğun olmasa da tabi ki devam ediyor. Herkesin herkesten iyi kötü haberdar olmasını sağlamaya yetecek bir telefon trafiğimiz var en azından.

İhraç edildikten sonra maddi sıkıntıları nasıl aştınız, iş bulabildiniz mi, şuanda çalışabiliyor musunuz?

Eğitimsen’den aldığımız ödenek, aile ve bazı dostlardan gelen yardımlarla birleşince bir süre idare etmemize yardımcı oldu. Van’dan sonra bir sene yaşadığımız Mersin’de, Mersin Üniversitesi’nden atılan akademisyenlerin de önayak olmasıyla eşim bir dernekte iş buldu. Ben önce “Çocuklara Felsefe”, daha sonra da “Büyüklere Felsefe” adı altında dersler açıp bir miktar para kazanmayı başardım. Şimdi aynı şeyi gitmeye hazırlandığımız İstanbul’da tekrar edebileceğimi umuyorum. Bu arada kitap çevirisiyle de uğraştım ve uğraşmaya da devam ediyorum. Harcanan emeğin yanında kazandırdığı meblağ devede kulak kalsa da, yazı-çizi işlerinden kopmamak ve kafaca diri kalmak adına çeviri yapmayı seviyorum. Üniversitede çalışırken çok fırsat bulamadığım bu iş şimdilerde geçim kaynağım haline geldi.



İhraç edildikten sonra köşe yazısı yazmaya başladınız, köşe yazısı yazmak ve akademik yazı yazmak bu iki eylemi kıyasladığınızda neler düşünüyorsunuz?

Bir felsefeci olarak her daim soyutluk düzeyi yüksek işler çıkartmamız gerektiğine inanmış ve bu süreçlerin öncesinde felsefenin dünyayla temasını abartmamak gerektiğini düşünmüş olsam da, bu yaşananlar çok şeye olduğu gibi felsefeye bakışımı da ciddi anlamda etkiledi. Tüm bu kitapları ve makaleleri okumak ve yazmak için ihtiyaç duyduğumuz zamanı bize hediye eden üretici emeğin borcunu teslim eden bir akademi idealine tam olarak inansam da bunun gereklerini bugüne kadar yerine getirmek için pek de bir şey yapmış değildim. Barış ve adalet iradesinin parçası olmamı sağlayan bu imza eylemi sayesinde felsefenin bu dünyaya müdahale etmek adına nasıl devreye sokulabileceği sorusu gündemimin başköşesinde yer almaya başlar oldu. Gazete yazısı yazma fikri böyle bir ruh ikliminde ortaya çıktı. Akademik makale üretimi üzerinden meslektaşlara seslenmekle yetinen bir anlayış zemininden, insanlara seslenmeyi ve onların sesini duymamı sağlayacak bir kanal açma çabasına geçiş yaptım. Bir felsefeci olarak bugüne kadar anlattığım her şeyin aslında bu dünyada bir karşılığı olduğunu gösterme çabası benim için daha önemli hale geldi. Özgürlük, adalet, hakikat gibi temel kavramlara ilişkin yaptığımız analitik müdahalelerin kuramsal anlayışı derinleştirdiği kadar pratik sonuçlara da yol açabileceğini umut ederek felsefe yapıyorum artık. Herkese seslenme kaygısı taşıyarak yazdığım gazete yazıları ise tam manasıyla bu konudaki motivasyonumu besliyor.

İhraç edildikten sonra yaşadığınız zor günlerde yeterince desteklendiğinizi düşünüyor musunuz, kimler sizin yanınızdaydı bu süreçte?

Bu noktada iyimserlik üretebilecek bir yanıt veremediğim için çok üzgünüm, ama hiç aklıma gelmeyen bir iki kişinin ısrarlı desteği haricinde pek bir destek gördüğümü söyleyemem. Öyle tahmin ediyorum ki, geride kalanlar bize suçluluk duygusunun ardından bakmaktan vazgeçemediler ve bunun sonucu olarak da ortadan kaybolduğumuz ilk andan itibaren her şeyi unutmayı seçtiler. Böylelikle, attığımız imzanın hepimizin geleceğini kurtarmak adına atılmış bir imza olduğu gerçeğini de ıskalamış oldular ne yazık ki.

İhraç edilen insanlarımız için neler yapılabilir, nasıl desteklenebilirler, bu konuda neler söylersiniz?

Sistemin herkes için ürettiği tehdidi görmezden gelip de insanlara ihraç edilmiş akademisyenlere destek vermeleri çağrısında bulunmak biraz hayalcilik. Özel sektör, dahası özel üniversiteler bile bu kadar iktidarın keyfiyetine kalmışken bir yardımlaşma ağı tertip edebilmek oldukça cesaret isteyen bir girişim. Haklarında “ağaç kemirsinler” gibi laflar edilmiş bir grup olarak ihraç edilmiş akademisyenlere bugüne kadar sahip çıkmamış bir halk bundan sonra niye karar değiştirsin? Neoliberal anlayış, birikimleri üzerinden yaşayan insanları borçla yaşayan insanlara dönüştürdüğünden beri ekonominin siyaset üzerindeki belirleyici etkisi de maksimize edilmiş oldu. Bugün Türkiye’de borcu olmayan ne bir insan kaldı, ne de bir şirket. Peş peşe gelen konkordato ilanlarının varolan gücü ile değil de saçıp savurduğu taahhütler ve aldığı krediler sayesinde gemisini yüzdürmeye alışmış iş dünyasının kırılganlığını dramatik bir şekilde ortaya koyduğunu görüyoruz. Paranın değeri karşılık geldiği üretim miktarı ile değil de bir borç olarak geri ödenmesini garanti eden gücün sarsılmazlığı ile ölçülür olmuşsa, söz konusu garantörlük görevine soyunan devlet, kişi hak ve özgürlüklerini hiçleştirecek kadar ön plana çıkabilir. Artık özel ve tüzel tüm kişilikler açısından hayatta kalabilmenin tek yolu bu gücü yanına çekebilecek tavizleri kendinden utanmaksızın verebilmenin bir yolunu bulmaktan geçer. Böyle bir dünyada da sizin gibi üç beş hayalci hariç, kimseden herhangi bir şey talep edemeyeceğinizi de anlamış olursunuz. Acı gerçek budur.

Üniversitelerin, akademisyenlerin Türkiye’de özgürce bilimsel çalışmalar yaptığını düşünüyor musunuz, üniversiteler gerçekten özerk mi, üniversiteler ve siyaset arasında nasıl bir ilişki söz konusu?

Akademi, bir önceki soruda hasbelkader resmini çizmeye çalıştığım neoliberal ekonominin biçimlendirdiği dünyanın dışında değil tabi ki. Sizin altını çizdiğiniz akademik özerklik de paranın para kazandırdığı bu çürümüş gerçekliğin dışını işaret eden bir ütopyadan başka bir şey değil. Üniversitelerdeki üretim özgürlüğünü baltalayan temel unsurun bilim karşıtı dinsel köktencilik olduğu dönemi geride bırakalı çok oldu. Çoğu insan öyle zannediyor olsa da, günümüz Türkiye’sinde şiddetine maruz kaldığımız şey bilginin yaygınlaşması karşısında paçası tutuşan irticacı kafa değil, bilginin gerçekten popülerleşmesi sonucu ortaya çıkması ihtimal dahilinde olan yepyeni bir ahlaki duruşun (etosun) etkilerinden korkan vahşi kapitalizm. Şu aralar üniversitenin bütün unsurları dinsel bir söylemselliğe, bilimsel kazanımları neredeyse tamamen berhava eden öyle geniş bir alan açmaya çalışmakla meşgul ki, yaşadığımız kaybın bilimdense dine dönen bir toplumun tercihlerinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Ama bu bir görüntüden ibaret. Bireyin kaderini topluma, toplumunkini devlete, devletinkini ise bir kişi ya da azınlığın çıkarına bağımlı kılan böyle bir dünyada akademi, söz konusu çıkar odağının kendini dünyaya satabilmesi ve borç alabilmesini sağlayacak, onun reklamını yapacak bir teknoloji hayaleti üretmenin ötesine geçmiyor haliyle. Korkuyla yöneten tiranların ülkesindeki akademik üretim de güvenlik aygıtını tahkim edecek teknoloji üretimi ile tehlike algısını derinleştirecek hamasi bilinç mühendisliğinden başkası değil. O zaman da dünyanın evrim ve yapay zekâ tartıştığı noktada çelik yelek üretmekle övünüp orucu neyin bozacağını sorgulamayı akademik marifet sanıyor, ilk beş yüze giren bir Türk üniversitesi olmayışı karşısında şaşkınlık belirtiyoruz.

 

Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz demokrasi, eşit bir yaşam, barış, coğrafyamız ve kendiniz adına?

Şöyle bir ayrım yapmak geliyor aklıma: Hayal kişisel imgelemin ürünü olarak tezahür ederken, ütopya toplumsal muhayyilenin çıktısı olarak peyda olur. Bana öyle geliyor ki, Türkiye’nin “95 yıl süren reklam arası”nın bitmesinden beri ortaya çıkan kötülüğün bütünselliği ve şok ediciliği ölçüsünde hayallerin yerini ütopyaların almaya başladığını iddia etmek mümkün. Hayal kurmanın aslında ne kadar lüks bir edim olduğunu şiddetle hissediyorum Yeni Türkiye’de. Farkına vardığım şey şu ki, insanın temel ihtiyaçlarını karşılamayı bir kazanç kapısı haline getirmekten olabildiğince uzak bir sosyal devlettir vatandaşın kendi kişiselliğini keşfedip birey haline gelmesine olanak sunan. Kendi kişiselliğini keşfetmek ise hayal kurmak, yani sanat yapmaktır. Temel ihtiyaçlarının doyurulması ve ilkel korkularının teskin edilmesi hiçbir zaman garantide olmayan tedirgin bireyler ise alternatif toplum tasavvurlarına, yani ütopyalara daha yatkın olurlar. Sovyet Marksistlerin kişisel fanteziye dayalı biçimci sanat anlayışına karşı aldıkları tavır, toplumsal kaygıları geride bırakıp özgürleşmiş, dolayısıyla da yönetilemez hale gelmiş bir bilinç karşısında duydukları güvensizliğin bir dışavurumu olarak okunabilir. 68 Fransa’sındaki öğrenci hareketleri ise ütopyacılığı bile sululuk görecek kadar bilimselleştiği vehmine kapılmış Ortodoks Marksistler’in tavrının tutturduğu yönün tam tersini işaret eder. Zihinsel üretimi toplumsal, gerçekçi ve bilimsellikle tahdit edilmiş bir hayal gücünün çıktıları ile sınırlayan ortodoksinin toplumsallık vurgusuna dönük bir protestodur 68 hareketi ve direniş odağını bilimsel tespitler yapan bilişsel yaklaşımdan, dünyayı kişisel hayalin renklerine boyayan sanatsal yaratıcılığa kaydırmıştır. Ben dünyaya karşı alınması gereken tavrın özünü bilimsel bilgiyle donanmış bir aklın yaratıcı ataklarında, yani bir nevi Rönesans insanında buluyorum. Din konusunda eleştirel, bilim konusunda meraklı ve sanat konusunda heyecanlı bir toplumsallık ile böyle bir toplumsallığın üretimine katkı sunmama yataklık edecek bir üniversiteyi hayal ediyorum. Kendimi toplumsal varlığımdan ayrı olarak konu etmediğim için de bu hayal basit bir fantezi olmaktan ziyade, geniş kapsamlı bir ütopya niteliği taşımaktan da geri kalmıyor.

Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz.

Kendimi ifade etmeme olanak sağladığınız için asıl ben sizlere teşekkür ederim.

 

 
Editör: Haber Merkezi