HABER MERKEZİ- HDP Önceki dönem Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ'ın 1+1 Ekspress'e verdiği röportaj:

HDP dokuzuncu kuruluş yıl dönümünde, eski Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ hapisteki beşinci yılında. 4 Kasım 2016’da, evinin kapısı kırılarak gözaltına alınan, kürsü dokunulmazlığı olduğu halde milletvekili olarak yaptığı açıklamalarla suçlanan ve halen Kandıra 1 No’lu F Tipi Cezaevi’nde tutulan Yüksekdağ’a avukatı aracılığıyla ulaştık, hapishanelerdeki tecrit-baskı koşulları ve siyasi gelişmeler hakkındaki görüşlerini sorduk.

Babanız Mevlüt Yüksekdağ 21 Ağustos’ta geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Başınız sağ olsun. Babanızla en son ne zaman görüşmüştünüz? Neler konuşmuştunuz?

Figen Yüksekdağ: Evet, babamı kaybedeli yaklaşık iki ay oldu. Başsağlığı dilekleriniz için teşekkürler; dostlar sağ olsun. En son, vefatından iki hafta önce telefonda konuşmuştuk. Her zamanki gibi bana güç ve moral veriyordu. Yaşının ileri olması ve araya pandeminin de girmesi nedeniyle iki buçuk yıldır birbirimizi görmüyorduk. Neredeyse her konuşmamızda artık bu dünyada vadesinin tükendiğinden, ama beni görmeden gitmemek için direndiğinden söz ediyordu. Son konuşmamızda da aynısını tekrar etti. Çok tarih okuyan, kendisi de 92’sinde, yaşayan tarih gibi bir adamdı. Tarihteki diktatörlerin akıbetinden konuştu. Vatan, millet, bayrak, sancak gibi kavramlara, geleneksel dini değerlere çok bağlı bir adamdı, ama bunları kullanan egemen siyaset anlayışına son yıllarında çok tepkiliydi. HDP’nin fikrine ve misyonuna, gidip 90 yaşında katılacak kadar değer veriyordu. Yine son konuşmamızda pandemiden dolayı parti toplantılarına gidememekten yakınıyordu. Babam benim yaşam deneyimimde ömrünün son deminde demokratlaşmış bir devlet gibiydi. Hayatımdaki en büyük iki mücadeleden birini ona karşı verdim, meydan okudum, kaçtım… Ama en zorlu zamanlarda arkamda dağ gibi duran, gözünü budaktan sakınmadan siyasi yürüyüşümde bana yoldaşlık eden de oydu. Bir çınar gibi ayakta ölmesi tek tesellim.

Sizden kısa süre önce Gültan Kışanak da babasını kaybetti. Böylesi büyük kayıp haberleri hapishane koşullarında insan üzerinde ne tür etkiler yaratıyor?

Öfkeyi perçinliyor. Ona eşlik eden derin bir acı elbette. Doğal, vadesi gelmişlikten kaynaklanan bir ölüm gibi göremiyorsunuz. Sadece duygularınla değil, aklınla baktığın zaman da gerçek bu aslında. Ailelerimiz o kadar büyük haksızlıklara, ahlâksızlıklara, zulme maruz kaldılar ki, hepsinin ölümünde bu siyasi iktidarın eli var. Bütün ölmüşlerimizin ahı onların üstündedir. Biz mücadele-dava insanıyız; kendimiz için zaten talebimiz, onlara minnetimiz olmaz. Bugüne kadar da zulmün, saldırganlığın çoğunu gördük, bir fazlasını görsek fark etmez. Ama bunlar en ufak insani değere yabancılaşmış, bize analarımızın, babalarımızın, sevdiklerimizin acısını yaşatarak siyaset yapan, üstünlük taslayan değişik bir mahlûkata dönüştü. Biz bunları da bir imtihan olarak görüyoruz ve güçlenerek çıkacağız. Onlar ise böyle bir ahlâki çürümeyle uzun yaşayamazlar.

Babam HDP’nin fikrine ve misyonuna, gidip 90 yaşında katılacak kadar değer veriyordu. Hayatımdaki en büyük iki mücadeleden birini ona karşı verdim, meydan okudum. Ama en zorlu zamanlarda arkamda dağ gibi duran, gözünü budaktan sakınmadan bana yoldaşlık eden de oydu.

Hatun Ana’nın cenazesine saldıranlar ve bunun siyasi sorumluları, bugün benzer bir insanlık suçunu kızı Aysel Tuğluk’a karşı işliyor. Aysel Başkan’ı da mezara sokmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Gültan Başkan ise babasını son kez görüp vedalaşmak için çok uğraştı. Bu tür ağır hastalık, vefat olasılığı gibi durumlarda mahpusların yasal görüşme hakkı var. Ama avukatların ve Gültan Abla’nın yoğun çabalarına rağmen, babasını yaşarken son defa görüp helâlleşmesine izin vermediler.

Bunların hepsi bilinçli zulüm, işkence, kötülük, ailelerimize yapılan sistematik eziyet. Hapishanede ve böylesi koşullarda sevdiklerini, aileni kaybetmek insanı üzgün ve kızgın yapıyor. Bir taraftan da köklerinden dallarına kadar kendine yoğunlaşıyorsun. Seni sen yapan insanlara saygı duruşu gibi bir şey. Babasını kaybetmiş kızlarınki ayrı bir hikâye. Yumruk kadar bir yürekte nasıl böyle zalim fırtınalar eser, şaşıyorsun. Ama hepsinden önemlisi, ahın kadar yaşama bağlanma inadın da çok derinden geliyor.

Mahpusluğunuz 4 Kasım itibariyle beş yıl olacak. Son beş yılınızı nasıl özetlersiniz?

Çoğunlukla okuyarak, yazarak, siyasi mücadelenin önümüze getirdiği işlere, görevlere yoğunlaşarak geçti. Bu nedenle bir yanıyla tamamen dinamik diyebilirim. İzafiyet Teorisi’ni kavrayışta birkaç basamak atladığımız kesin. Hayatta ve siyasette epeyce uzun bir süre olan beş yılın ne kadar hızlı geçebileceğini bizzat deneyimledik. Zaman biçim, alan ve içerik kazandırılabilen bir mefhum. Dolu, planlı, anlamlı, amaçlı yaşarsanız nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Bir esaret mekânıyla sınırları çizilemeyecek kadar akışkan, canlı bir zaman deneyiminden söz ediyorum. Öğretici, derinleştirici bir süreç oldu. Kamusal yaşam ve siyasette birçok kesime, eğilime ve kendi öz deneyimlerime dışarıdan bakabildiğim bir beş yıldı. Bundan sonraki siyasi mücadele hattına, ilişkilerine, yöntemlerine dair biriktirdim. Mahpus beş yılımdan süzülen çok önemli iki listem var artık: Yapılacaklar ve unutulmayacaklar…

İki ay kadar önce Sebahat Tuncel avukatı aracılığıyla hapishanede işkenceye varan uygulamalarla karşılaştıklarını, “cezaevinde baskılar arttı, şiddete maruz kalıyoruz” diyerek açıkladı. Selahattin Demirtaş da “cezaevi koşullarımızda ciddi sınırlama ve tehdit var” dedi. Sizin cezaevi koşullarınız nasıl? Son zamanlarda size yönelik uygulamalarda bir değişim var mı?

Son dönemde cezaevlerinin genelinde ciddi sorunlar ve hak ihlalleri yaşanıyor. Hasta tutsakların ölüme mahkum edilmesi, İnfaz Yasası’ndaki aleyhte düzenlemelerle hapiste kalış sürelerinin artırılması, pandemi bahanesiyle tecrit ve izolasyonun insanlık dışı bir seviyeye getirilmesi bunlardan bazıları. Doğal olarak içerideki herkes gibi bizler de ağırlaşan bu koşullara maruz kalıyoruz. Sebahat Başkan’ın şu günlerde geçici olarak bulunduğu Sincan L-3 gibi özel tip cezaevleri ve F tipleri, doğrudan iktidar güdümünde konuşlanmış baskı ve şiddet merkezleri durumunda. Tutsak siyasetçilerin özel olarak F tiplerine, sistematik baskı ve tecrit mekânlarına yerleştirildiğini kendi deneyimlerimizden biliyoruz. Son zamanlarda ise, ağır izolasyondan doğan sorunlar ve hak gaspları temel sorunumuz. Her taraf belli kriterler gözetilerek bu denli açılmışken, hapishanelerin artık hiçbir inandırıcılığı kalmayan gerekçelerle, ölçüsüzce kapatılması, bilinçli politik saldırıdır. Bu başka türlü yorumlanamaz. Diğer yandan ağır baskı ve tecrit koşulları, sağlık sorunları yaşayan arkadaşlarımızın hastalıklarını derinleştiriyor. Örneğin, Aysel Tuğluk arkadaşımız cezaevinde kalamayacak düzeyde sağlığını yitirmiş olmasına rağmen, iktidarın siyasi infaz şubesi gibi çalışan İstanbul Adli Tıp Kurumu tarafından verilen, düpedüz yalan raporla yeniden hapse mahkûm edildi. Son süreçte cezaevleri HDP’lilere, Kürtlere, devrimci-demokratlara karşı işlenen nefret suçlarının ve intikam saldırılarının kurumsal mekânlarına dönüştü. İktidar cezaevi yönetimlerini, Adli Tıp Kurumu’nu, infaz hâkimlik ve savcılıklarını, tıpkı yargı organlarını kullandığı gibi, özel siyasi operasyonlar için kullanıyor.

Sizce kamuoyu mahpusların koşullarının insanileştirilmesi konusunda neler yapabilir?

Öncelikle hapishanelerdeki hak ihlâlleri sorunu gündemin alt sıralarındaki yerinden kurtarılabilir. Bunlar gündem önceliği haline getirilmezse, tek tek ya da genel olarak sorun saymak, tespit etmek fazla bir şey ifade etmiyor. Yaşanan bazı hak ihlâlleri hakkında hızlı ve yaygın kamuoyu refleksi geliştirilmesi sonuç almada etkili oluyor. Bu nedenle somut ve spesifik olay ve durumlara karşı açık bir kamuoyu algısı geliştirmek önemli.

Mahpuslarla yeteri kadar dayanışma gösterildiğini düşünüyor musunuz?

Gerektiği kadar dayanışma, sahiplenme gösterildiğini söyleyemem. Oysa, hiç aklının ucundan geçirmeyenler de dahil, herkesin yolunun bir gün hapishaneden geçebileceği böylesi politik koşullarda empati yapmak daha kolay olmalı.

Sizce bu neden yapılmıyor?

Bu dayanışma eksikliğini dışarının da büyük ölçüde hapishaneye dönüştürülmesine bağlıyorum. Siyasi iktidar hapse girme korkusu yayıp hem toplumu genel olarak pasifize ediyor hem de mahpusları yalnızlaştırıyor. Politik kitle ise epeyce ağır saldırıların, gündemlerin arasından fırsat yaratıp hapishanelerdeki zulme ve ihlâllere yönelemiyor. Elbette bu konuda mevcudun kabul edilmesi doğru olmaz. Siyasi mücadele verip yolu cezaevinden geçenler bilir: Mahpuslar çoğu sıkıntıyı, saldırıyı yansıtmaz. Deyim uygunsa, “kamuoyuna ağlamaz.” “Durum budur” der ve hapishanelerde yaşamak ile direnmenin eş anlamlılığını kendi deneyimiyle bilir.

Ama bu gerçek ve gelenek de fazla zorlanmamalı. Özellikle hasta tutsakları insani düzlemde sahiplenmek, sonuç alıcı hareket ve siyaset geliştirmek çok önemli. İnsan hakları kuruluşlarının, ailelerin bu yönlü çaba ve çalışmaları kamuoyu, siyasi partiler tarafından yüksek düzeyde benimsenip ileri taşınmalı. Hapishanelerdeki koşulların insanileştirilmesi makro siyasetin konusudur. Mahkemeler ve hapishaneler üzerinden siyaset yapan bir iktidar karşısında hak ve adalet mücadelesini ne ölçüde verdiğiniz, ne kadar başarı sağladığınızın da aynası sayılır.

Türkiye’deki muhalefetin genel eğilimi, AKP iktidarının bir ayağının çukurda olduğu yönünde. Siz nasıl bir öngörüye sahipsiniz? Sizce gidişat ne yönde?

Uzun zamandır bilinen anlamda bir AKP iktidarı yok aslında. Ayağı altı yıl önce, 7 Haziran seçimini kaybettiğinde çukura düşmüştü. MHP ve Susurluk artığı kontra güçlere, ırkçı-faşist çetelere dayanarak çukurdan çıktığını sandı, ama bu kez de bir ayağının olmadığını gördü. Bugün AKP-MHP’den oluşan Saray merkezli acayip bir iktidar yapısı var. Koalisyon desen değil, tek parti iktidarı desen, o da değil. Halka ve demokrasi güçlerine karşı alabildiğine tekçi, dediğim dedik, ama kendi içinde sayısız çıkar öbeğini besleyen ve onlara mahkûm olan, aslında kendine ait bir ayağı bile olmayan bir iktidar yapısından söz ediyoruz.

Zaten yerel seçimlerden sonra günlük taktik manevralarla, al takke ver külah usulü pazarlıklarla, şeriatçılarla milliyetçiler arasında mekik dokuyarak ömür uzatma mesaisiyle durumu idare ediyorlar. Tabii korku ortamı yaratarak yönetme politikaları, faşist saldırılar ve ırkçılığın iktidar eliyle kullanılması ya da kışkırtılması, iktidarın hayatını borçlu olduğu en önemli unsurlar. Karşısındaki muhalefetin gıdım gıdım ilerlemesi ise, iktidarın bir ayağı çukurda da olsa yerini korumasının asıl nedeni. Geri dönüp baktığımızda, “gitti-gidecek” muhalefeti refakatinde ömrünü uzatan bir iktidar görüyoruz. Türkiye’de değişim için iktidarın bir ayağının çukurda olması yetmez, muhalefetin ayaklarını yere sağlam ve güvenle basması gerekir. Yoksa iktidar dayanacağı baston, başını üstünde tutabileceği ayak bulmakta çok zorlanmaz.

Muhalefetin son dönemki adımlarını, ataklarını nasıl görüyorsunuz?

Merkez muhalefet son dönemde bir açılım yapmaya yöneldi, ama oldukça yetersiz. Asıl taban hareketlerinin gelişeceği ve kilitlenmiş merkez siyaseti zorlayacağı, belki de aşacağı bir döneme girdik bence.

HDP Millet İttifakı içinde yer almıyor, daha doğrusu bu ittifaka çağrılmıyor. Millet İttifakı’nın, başta Kürt sorunu olmak üzere, HDP’nin önemsediği pek çok sorunu kulak arkası ettiğine veya bu konularda AKP’den farklı olmadığına dair değerlendirmeler var. Siz bu konuda ne düşünüyor, neler gözlemliyorsunuz?

Millet İttifakı’nın HDP ve Kürtlere yaklaşımı tam bir siyaset dersi aslında. İktidarla birlikte resmi ideolojinin, antidemokratik yönetim statükosunun yörüngesinde bir öcü yarattılar, şimdi de onunla korkutuluyorlar. Uzun zaman da korkuları ve demokratik değişime kapalı siyasi çizgileri tarafından yönetildiler. Artık, en azından seçim sath-ı mailine girilmişken, Kürt sorunundan somut bir başlık olarak söz ediyorlar. Ama asgari düzeyde ortaklaşılabilecek bir demokrasi programı olmadan söylemin ötesine geçmeleri zor.

Başta bugün Türkiye’ye dayatılan rejim olmak üzere, birçok sorunun düğüm noktasının Kürt realitesi olduğu, çözüm yolunun da buradan geçtiği kavrayışı ne kadar gelişti, göreceğiz. Ama AKP’ninki gibi palyatif, taktik ve dar siyasi çıkar odaklı kavrayışlara Kürt halkının bir kere daha tahammülü olmaz. Soruna artık reel siyasetin penceresinden değil, toplumsal ahlâkın, yeniden kurucu politik aklın ekseninden bakmak gerekiyor. Halk çok yaygın ve derin acılar, kayıplar yaşadı. Savaştan, zulüm altında yaşamaktan, düşman kuvvet muamelesi görmekten yoruldu.

Ama halk bilinçsiz ve iradesiz değil, her şeyin farkında. Bu nedenle Kürtlere AKP-MHP iktidarından farklı bakmayan, demokrasi ve özgürlük ortamında onurlu barış vaat etmeyen bir muhalefete de güven duymayacaktır. Millet İttifakı’nın somut, bağlayıcı bir demokratik çözüm paketi ortaya koyması, bağlayıcı, güven tesis edici siyasi çerçeve sunması gerekir.

Önümüzdeki seçimlerde, HDP nasıl bir konumda durmalı sizce?

Kısa süre önce açıklanan 11 maddelik deklarasyonda HDP nerede durduğunu net bir şekilde açıkladı. Bu tutum belgesi, HDP’nin iki ittifaktan bağımsız, üçüncü odak olarak irade beyanıdır. Bu aynı zamanda HDP’nin barışı, demokrasiyi, adaleti kazanmak için bütün muhalefete ve halklara yaptığı çağrıdır. Bu çıklamadan sadece HDP’nin parlamento seçimlerine ayrı gireceği, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak muhalefet adayını destekleyeceği anlaşılırsa, yine büyük bir hata yapılmış olur. Maalesef yer yer bu tür yorumlar öne çıkıyor.

HDP’nin “gelin demokratik ilkeleri tartışalım” çağrısı, ya da “Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda ne söylüyorsunuz” sorusu gümbürtüye gitmemeli. Memleketin “HDP meşru muhataptır”ın ötesine geçen tutum belgelerine ihtiyacı var. En yakıcı yerde duran Kürt sorunuyla birlikte, sistemin demokratikleştirilmesi, insanileştirilmesi gibi en acil sorunların çözümü için el birliğine ihtiyaç var. HDP, toplumsal kaygıları siyasi kaygıların üstünde tutarak, memleket sorunlarının çözümünde anahtar rol oynayabileceğini söylüyor. Ama bu iyi niyet beyanının doğru anlaşılması ve yanıtlanması önemli. Zira anahtar, adı üstünde, açabilir de, kilitleyebilir de…

HDP her durumda halk, kadın, emek, gençlik, ekoloji hareketlerine; Kurdî, Alevi, Müslüman demokrat ve ezilen tüm kimlik ve inançtan mücadele dinamiklerine dayanan geniş ittifak zeminini büyütecektir. Bugüne kadar kimsenin lütfuna muhtaç olmadan, üstelik olağanüstü ağır koşullar altında, kendisi de bir koalisyon partisi olan HDP’yi ve halklarımız için üçüncü seçeceği oluşturduk. Bugün tarihsel ve güncel olarak bu çizgiyi geliştirme ve yeniyi yaratma olanakları eskisinden daha güçlüdür. HDP’nin ana ittifak alanı da burasıdır. Gerisi ana sorumlulukların gerektirdiği oranda belirlenir.

Sizin dışınızdaki muhalefetin başta mülteciler ve Kürtler olmak üzere pek çok konudaki yaklaşımını sağ ideoloji belirliyor. İktidar namzeti bu muhalefet, Türkiye’nin geleceği için ne vaat ediyor?

Bölge ve çağ gerçeklerini gericilikle, sağcılıkla kavraması, AKP-Saray-MHP iktidarına gittikçe kaybettiren unsurlar. Bu stratejiye o kadar taşkınca bağlanmışlar ve buna öyle büyük yatırım yapmışlar ki, vazgeçemiyorlar. Ama Türkiye’de demokratik gelişim ve kurumlaşma yoksunluğundan dolayı muhalefet de iktidar yörüngesinden çıkmıyor, çıkamıyor. Kutuplaştırma ve artık kokuşmuş terör taktiği karşısında ne kadar milliyetçi, muhafazakâr olduğunu kanıtlamaya çalışan bir muhalefet, zaten iktidar tarafından manipüle ve dizayn edildiği için iktidar ehliyeti kazanamaz.

Ama mülteci ve Kürt sorunu gibi temel meselelerdeki yaklaşımın sağ-milliyetçi refleksle belirlenmesi, Türkiye’deki çok daha köklü bozuklukların sonucu. Hangisine sorsanız, 100. yılında cumhuriyetin kendisiyle devridaim olacağını savunuyor. Ama 21. yüzyıl dünya ve bölge realitesinde, demokratikleşmeyen bir cumhuriyetin geleceği ve devridaim güvencesi olmadığını kavrayamıyorlar. Biz “demokratik cumhuriyet, ortak vatan” derken, demokrasi kavramının sağ ideoloji ve türevleri tarafından araçsallaştırılmasına karşı kökten, tutarlı ve gelecek odaklı bir demokratik değişimi kastediyoruz.

Muhalefetin başkaca bölükleri, sadece kendisine yetecek kadar demokrasi arıyorsa, cumhuriyetin neden demokratikleşmediğinin kaynaklarına inip oradaki faşizmle, otoriterlikle, acımasızlıkla hesaplaşmıyorsa, yine AKP gibi günü kurtarır, geleceğe kalmaz. Siyasetin doğal akışına baktığımızda, iktidar dahil bütün politik merkezler için esas hedef yeni yüzyılı kazanmak. İddia ve pratiğin de buna uygun olması gerekir.

Milyonların bulunduğu mitinglerde halka hitap ettiniz, çok sevilen bir siyasetçisiniz. Yarın hapisten çıktığınızda kaldığınız yerden devam edecek misiniz?

Görev ve sorumluluk bilinciyle siyasete girdiğimiz, bu kültürle şekillendiğimiz için, ihtiyaç halinde yine siyasi görevler üstlenirim elbette. Bu bir mücadele ve en önemli olan süreklilik, işbölümü. Hapisten çıkarsam payıma hangi işin düşeceğini bilemem, ama mücadele sürekliliği konusunda peşin konuşabilirim. Tabii aradan uzun zaman geçti. Siyasi koşullar, toplumsal yapı bıraktığımız yerde değil. Cezaevi koşullarında olabildiği kadar canlı bir ilişki kurmaya çalışıyoruz, ancak sorunuzun cevabını tam verebilmek için hapisten çıkmamız gerekiyor galiba.

Şu anda bir mitingde, kürsüde olsanız, sizi dinleyen halka neler söylerdiniz?

Kavuşmalara inancınızı hiç yitirmeyin. Büyük hasretlerin kavuşması büyük olur. Her zamankinden sıkı kenetlenin ki, hiçbir güç bileğinizi bükemesin. Dün de bugündür, yarın da bugündür. Tarihi yazan sizlersiniz, bizleriz. Direnerek kazandık, yine kazanırız…

Kaynak HDP Genel Merkez sayfasından alınmıştır

Editör: Haber Merkezi