Annem Olsaydı Belki Böyle Olmazdı bir virgül gibi göğsümün ortasına yerleşen o şımarık hallerini bırak ömrümün ortasına. bırak da git… bak bu gün de ölmedim, bak bugün de yaşıyorum dedi, esmer tenime dökülmüş kurşunlara anlam yükleyen falcı kadın.

Annem Olsaydı Belki Böyle Olmazdı

bir virgül gibi göğsümün ortasına yerleşen o şımarık hallerini bırak ömrümün ortasına. bırak da git… bak bu gün de ölmedim, bak bugün de yaşıyorum dedi, esmer tenime dökülmüş kurşunlara anlam yükleyen falcı kadın. hayallerin diyor, hayallerin, ömrüne bol ve geniş geliyor artık. gitmekle gökyüzü arasında duruyorsun...

şimdi bir kapının yasıdır ardımda asılı duran yüzün, silinmek üzere olan bir yazgıdır sesinden suya düşen her şey. suda unutulan çocukların alınlarındaki o kutsal yazgıdır…
söz, beklemek, sonra umudun merdiveni olan parmaklarına tek tek çocukların adını veriyorum. gökyüzü koyuyorum hayatta kalan her şeyin adını…



bu gün de ölmemişim, dedi, ağır bir metalin altında bıraktığım bedenimi unuturum sanmıştım. olmadı. olmadı yine, ilk sabahın ilk yüzü, ilk sesi, ilk düşü, ilk ıssızlığı sen oldun şu yokuşlu kimsesiz yolda, bekler dururum. tanıdığım tüm artiz hallerini atmışsın sanki, kımıl kımıl sokulgan o haline bakıyorum, üstümdeki tüm yükü at diyorsun, at diyorsun yüzümdeki tüm kırıkların izini…

acıların içinde dimdik durulmaz. yoksulluğun ve yalnızlığın “marxzizt halleri” bir işçi evinde arabesk gibi dursa da, intiharlar gerçek, intiharlar gerçek, intiharlar, ölüm kuşaklı bu çağın gerçeği…

her sabah ölümün resmini başucuma çizerler, tanıyıp tanımadığımı sorarlar… tanımadığım herkes var da, tanıdığım hiç kimse kalmamış bu metal derinlikte boğulacak ömründe, susmayacaksın, konuşana kadar devam dedi elleri işkencecimin, ağır nasırlardan örülmüş elleri nasıl da bir işkence dedim içimden…

insan kendini asar benim yurdumda, asar da ardına bakmaz gider, bir miras bırakır “marxzizt” düşlerinize. siz insan değilsiniz der, biz de insan değildik zaten. boğuşun bu yamyam çukurunda. boğuşun ve varsa bir iziniz duvarlara çizin sizden kalanları, duvarlara çizin sizden sonrakiler için…
tarihimiz de hafızamız gibi ağır yaralı, bitkiselmiş…
günlerdir senin artiz hallerinle benim marxzizt hallerim uyuşmuyor dedi adam, elindeki ilmeğe bakıp, ölüm için atılmış her ilmek sağlamdır, kopmaz dedi. oğlunun yüzüne baktı sonra, döndü bizim yüzümüze de! bitkisel hayata dönmüş şu tarihin insanlarına baktı… bakmak neydi, gitmek neydi, ölmek neydi…
bir kavak hışıltısı arasında tanımadığı bir dalla bir rüzgâr konuşuyordu, tanımadığı bir yolla bir ev buluşuyordu, tanımadığı bir dağla bir gece karışıyordu sesine. ölüm bu, dedi, ne senin marxzizt hâllerine ne de benim artiz hâllarime benzer…

sonra oğlu büyüyecek adamın “silah altına” alınacak. intihar bu unutulur dedi… zaten bizi önce “silah altına” sonra da “toprak altına” alıyorlar dedi dağ.

uyanır uyanmaz perdeyi çektim, senin bana bıraktığın o acıyla tanıdığım o yokuşa baktım sevgilim, annem olsaydı belki böyle olmazdı!

Mazlum Çetinkaya
(Dağ Suskunluğu’ndan)