kırmız bir mürekkep gibi dağılıyorum Gülnigar Canan’a…

elmayı yaralayan kurdun içindeki düştür. yoksa elma razıydı kendisini yiyip bitiren gerçeğe. sonra günlük bir hayat olduğunu öğrendim, günlüklerine bakınca senin…

tövbesiz oluşum buradan başladı, o gün yani… gözaltı annelerinin çocuklarını gözaltında nasıl büyüttüklerini öğrendim. bazı çocuklar gözaltında doğarlarmış ve bazıları da orada büyürlermiş, göz üstüne çıkmadıkça! demiştin. o gün inandım ki bu topraklarda devlet ve tanrı birlikte doğmuş, birlikte yaratılmış ve birlikte çalışıyorlar. sana o günü bir yaz sıcağının yorgun sözleriyle ellerinden tuttuğum oğlumun gözlerinde inandım. bazı insanların gözleri tövbesidir.

Yalanı da yüzüdür. söz suda çürürmüş yosun gibi dedi tembel bir bahçenin en yaşlı ağacı. sonra, boynumu çiçeklere uzattım… en son gülnigar’ı Elazığ otogarının en vurgun yerinden, susmuş bir bankın üzerinde oturan yolcularından duydum. biz zaten en vurgun yemiş yerlerde otururduk o zamanlar…

kimseyi bulmasak kaderimizi yolcu ederdik… duyduklarım, gördüklerim, inandıklarım ve saçların şimdi anlamsız bir boşluğa akıyordur, bir yağmur suyu gibi sonsuz ve zamansız bir boşluğa…

kızgın bulutlu kadınlar tanıdım ama sen anneme akıyordun hep… nasıl olduysa suyun mitolojisinde durdu zaman. mekân katı bir halden ibaret.

Doğduk, öldük dedi dağ. öldük dedi, de bunca kısa mı olmalı ölüm demiştik en son! ağzımda balgam, kırmızı bir mürekkep gibi dağılıyor kaç gündür sabahların fayanslarına, unuttuğun günaydının bir ölüm gülü gibi açıyor gözlerimde şimdi sevgilim…

ben en çok çocuklara büyüdüm, bu yüzden boyum kısa kaldı dedim. sonra sustu dağ! annem eksik bir hapishane koluna sarıldı o gün…

(dağ suskunlu’ndan)
Editör: Haber Merkezi