Türkiye ekonomik çöküşün eşiğine doğru hızla ilerliyor. Hayat pahalılığı nerede duracak sorusu her şeyin önüne geçmiş durumda.

Ben bugün, 40 yıldan fazla bir süredir devam eden Kürt çatışmasının yarattığı sorunlardan birine ilişkin, bir yıldır süren bir çalışmadan söz edeceğim.

Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik kriz ile Kürt çatışması birbiriyle doğrudan ilişkili iki konu.

Kürt çatışmasının Türkiye’nin ekonomik gelişmesini ve refah seviyesinin yükselmesini nasıl etkilediğini anlamak için, İzzet Akyol’un 2021 Haziran’ında Demokratik Gelişim Enstitüsü için hazırladığı “Düşük Yoğunluklu 40 Yıllık Savaşın Türkiye’ye Maliyeti” başlıklı çalışmasına https://www.democraticprogress.org  sitesinde göz atmak yetecektir.

Daha fazla uzatmadan konuya döneyim. Ölüye Saygı ve Adalet Platformu’ndan ve çalışmalarından söz edeceğim.

Türkiye’de ölülere karşı uygulanan fiziki ve sembolik şiddet, Kürt savaşı sonrası daha bir sistematik hal aldı. Ölülerin sokaklarda sürüklenmesi, işkence yapılması, mezarlıkların tahrip edilmesi yaygınlık kazandı.

Kürt siyasetçisi Ayşe Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine ve mezarına karşı girişilen, başkentte devlet destekli olduğuna ilişkin ciddi bulguların olduğu ırkçı, faşist saldırılar sonrası bir grup duyarlı, hak savunucusu avukat, siyasetçi ve kayıpların evlatları harekete geçti.

Bir yıl önce “Ölüye Saygı ve Adalet Platformu”nu kurdular. Platform üyeleri amaçlarını “bu topraklarda ölülere yönelik uygulanan katmanlı şiddetin kamusal alanda konuşulması, şiddetin son bulması ve adaletin yerini bulması” olarak tanımlamaktalar.

Bu amaç doğrultusunda bu güne kadar İstanbul ve Diyarbakır’da iki geniş katılımlı toplantı yapmanın yanı sıra dört ayrı başlıkta çevrimiçi panel türü toplantı gerçekleştirildi.

İlki 10 Nisan 2021’de “Türkiye’de Ölülere Yönelik Şiddet” başlıklı panel oldu. Bunu 8 Mayıs 2021’de “Farklı İnançlar Cenazelere ve Mezarlıklara Yönelik Saldırıları Konuşuyor” ve 27 Haziran 2021 tarihinde “Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor” başlıklı paneller izledi.

18 Aralık 2021 cumartesi günü ise ölülere yönelik yürütülen çok boyutlu saldırıyı adli tıp ayağından ele alan  “Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet”  başlıklı panel düzenlediler. Yöneticiliğini İHD Eşbaşkanı avukat Eren Keskin’in yaptığı çevrimiçi toplantının konuşmacıları,  TİHV yönetici ve Adli Tip uzmanı doktor Ümit Biçer,  bu alanda uzman avukat Rengin Ergül ve babasıyla birlikte üç yakını evinden alınıp kaybedilen Diyarbakırlı Adnan Orhan’dı.

Platformun isminin kendisi, Türkiye’nin “medeni” ve “uluslararası insancıl hukuk” kriterlerinden ne derece uzak bir ülke olduğunu anlatmaya yetiyor.

Doktor Ümit Biçer ile avukat Rengin Ergül’ün ve panelin katılımcısı olan konunun uzmanlarının anlatımları; Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk’un 5 yıldır tutulduğu cezaevinde İstanbul Adli Tıp Kurumu kararı doğrultusunda ölüme terk edilişini ve son bir aydır cezaevlerinde ölen 5 hasta tutsağın öldürülme hikâyelerini anlamamızı kolaylaştırdı.

1991 yılında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan  “Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Önlenmesine ve Soruşturulmasına İlişkin Minnesota Protokolü”nün, Türkiye’yi yönetenler için yok hükmünde bir belge olduğu anlaşılıyor. Mahkeme kararlarının tek dayanağı olan Adil Tıp Kurumlarının raporlarının hazırlanmasında, bu protokol hiç dikkate alınmıyor.

Adli Tip Kurumu tek otorite olmamalı

Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve BM; birçok defa bu belgeye gönderme yapan kararlar verdiler. Buna rağmen, Türkiye’deki Adli Tıp Kurumlarının raporları bu belgenin hiçbir temel ilkesine uygun hazırlanmıyor, özellikle siyasi ve kamuya ait suçlamalarda hiçbir zaman dikkate alınmıyor.

Yargı ve kamu kararları için tek tanınmış, resmi otorite olan Adli Tip Kurumu’nun siyasi bir mekanizma işlevi görmesini engellemenin; platformun dikkat çekmeye çalıştığı konularda toplumsal duyarlığı geliştirmekten, acıları paylaşmaktan geçtiği çok açık. Adli Tip Kurumları yeniden yapılandırılmalıdır.

  1. yüzyılda “ölüye saygı ve adalet” konusunu konuşmak, insan haklarının yazılı metinlerde kalmasına izin vermemek demektir.

Bunun “insanlık” adına ne kadar utanç verici olduğu kavranmalıdır. Aksi takdirde, birlikte, barış içinde “insan” gibi yaşayabilmemizin zeminlerini güçlendirmemiz çok zor. Her şey bir tarafa 40 küsur yıldır yaşananlar bunu bize öğretmiş olmalı. İnsan hakları, her yerde herkes için, her koşulda düstur edinilmelidir.