DİN VE KADIN Yazılı tarih ötesi zamanlardan bu yana elde edilmiş bilgilere dayanarak o bilgiler üzerinden buluyoruz kadının yazgısını. Çok tanrılı dinler çoğunlukla mitolojik bilgiye dayalı argümanlardan ibaret.

DİN VE KADIN

Yazılı tarih ötesi zamanlardan bu yana elde edilmiş bilgilere dayanarak o bilgiler üzerinden buluyoruz kadının yazgısını. Çok tanrılı dinler çoğunlukla mitolojik bilgiye dayalı argümanlardan ibaret.

Ancak arkeologların yeni dönem bulguları, antropologların, tarih bilimcilerinin, sosyologların aktardığı yerlerden ipuçları yakalayarak sürüyoruz kadının çoğu kayıp tarihini.

Hem çok tanrılı dinler, hem de tek tanrılı dinlerde kadının konumunu irdelemek kadının bugünkü statüsüne nasıl evirildiğine ışık tutacaktır.

 

Daha çok somut yazılı tarihten beri var olan bilgi ve kanıtlara dayanarak tek tanrılı dinlerde kadının konumunu irdelemek daha objektif verileri yakalayabilmekti. Elli milyon yıla dayanan insanlık tarihi içinde minnacık bir zaman geçmişi olan tek tanrılı dinlerin üzerinden üç bin yıl geçmiş. Ve nedense üç dinin doğuş yeri aynı coğrafya üzerinden olup birbirinin taklidi olmakla birlikte, kadın üzerine kurulan imgeler aşağı yukarı aynıdır. Ve sanki üç bin yıl ötesi kadınların milyonlarca yıllık geçmişini derdest edip bir yaptırımlar kalıbına sokmak istemiş dinler.

 

Önce göksel bir gücün gümbürtüyle yarattığı kâinatın içindeki ateş topundan su ve toprağa dönüşen dünya kadına evren içinde hapishane yaratılacakmışçasına alelacele yeryüzünde topraktan bir adam yaratıp bir de onun kaburga kemiğinden kadın çıkarmıştır onca işin arasında.

 

Ki onca kâinata şekil veren tanrı, birazda dişili erkekli insan serpiştirememiş yeryüzüne de malzeme eksikmiş gibi topraktan yarattığı adamın kaburgasından kadın çıkartmış. Sonrası malum, üremişler ama üredikten sonra kardeş kardeşe evlenmelerin olacağının ensest durumların ortaya çıkacağına pek kafa yormamışlar. Sanki malzeme eksikmiş gibi ille de ilk yaratılan erkek olacak ve onun mütemmim cüzü ille de kadın olacak diye böyle dar alanda dar kafayla çalışmışlar…

Erkeğin ilkel yapısında olan zapt etme, işgal etme, sahip olma güdüsü müymüş? Erkeklerin kendilerini çok sevmelerinden kadına karşı duydukları nefret miymiş?

Yahut da tabiatı ve hayvanlara hükmeden erkekler diğer zayıflara uyguladıkları tahakkümü dişisine de mi uygulamış. Eşini paylaşmamak kıskançlığı dürtüsü müymüş? Ya da kadının etinden sütünden faydalandıkları hayvanlar gibi ehlileştirip ahıra mı kapatmakmış niyetleri? Bu mevzu üzerinde çok yazılar yazıldı, ama tam anlamıyla kadının üzerine bu kadar gidilmesindeki psikolojik ve sosyolojik açıklamalar pek de doyurucu ve yeterli değildi kanımca. Kimi kadının fizikken güçsüzlüğünden, kimi kadının doğurgan olmasından kaynaklanan kısıtlılığı ve insan evladının bakıma muhtaç olmasından kaynaklanan çocuğa bağımlılığı mıydı aslolan. Ya da türünü devam ettirmek isteyen, yayılmacı erkeğin dişisini eve kapatmak mıydı arzusu? Neydi dinler öncesi daha özgür olan kadının top yekûn mahkûm edilmesi? Göksel sesin sürekli ”kadınların neyi yapıp yapmaması gerektiği üzerine haber yollaması, onca evren işi varken kadınlara takması?

 

Cennet ve cehennem gibi iki kurum icat edip cehennemle terbiye edip cennetle mükâfatlandırılması ve ayrıca cennet mekânına erkekleri oyalayacak onların şehvetine araç olacak ödül olarak konulması, sor sor bitmez…

Dogma bir inancın doğurgan ve esir cinsleri, nerede hata yapmışlardı da boyunduruk altına alınmışlardı? Elbette dinler öncesi insan toplumları dünya üzerinde homojen değildi. Çin’deki adet, Yunanistan’daki ile aynı değildi. Hindistan’da kadının toplum içindeki yeri ile Mısır’daki aynı değildi. Her ne kadar tek tanrılı dinler öncesi de kadınların coğrafyalara göre kaderleri değişmekte idiyse de üç dinin ortaya çıkışı ile neredeyse kaderleri ortaklaşmıştı.

 

Dinlerin kültürleri de benzer şekilde etkileyip değiştirdiğini varsayarsak Hristiyan dinlerini yaşayan her toplumda kadınlara yaptırımlar benzerdi. Keza Müslüman toplumlarda da aynıydı. Ortak nokta kadınların ikinci sınıflığı. Erkekten sonra gelen ve hatta gelmeyen durumlarda olmuştu. Kadın ve kölelerin aynı statüde sayıldığı yerler ve zamanlarda olmuştu. Kadının din kuralları altında gördüğü baskıya bir de özel

 

Mülkiyetçiliğin yaygınlaşması ile emek sömürüsü katlanmıştı ki kadın iki türlü sömürü aracı haline gelmişti.

Dinler ile birlikte gelişen tarım ve hayvancılığın Özel mülkiyeti özendirmesi sermaye birikimi erkeklerin dışarıda ticarete kadınların ev içinde her türlü ağır işçiliğin altında ezilmesi bir de miras yoluyla biriken malın babadan oğula aktarılması kadını iyice zayıf, korumasız bırakmıştı. Kadınlar ve köleler efendilerinin hükmü ile yaşamaya çalışmaktaydı. Dinlerin yoz ve katı kuralları kadınları insanlıktan çıkarmış meta statüsüne koymuştu. Metalaşmak yetmemiş gibi attıkları her adım denetlenip cezalar ve baskılar uygulanmış, yeri geldiğinde cadı, yeri geldiğinde şeytan statüsüne atanmışlardı.

 

Her kötülüğün her felaketin altından çıkan onlardı. Ancak kiliselerde rahibe olarak kadınlığından feragat edenler kendilerini biraz daha kurtarmışlardı. Din kurumlarında çalışanlar kendilerini kadınlıktan soyutlamış olanlar ancak günahkârlık tan biraz azade oluyorlardı. Ne ki, şarkı söyleyen, yüksek sesle konuşan, sahibinden habersiz dışarı adım atan kadınlar aforoz ediliyor toplum dışına itiliyordu. En makul kadın, doğuran evinden dışarı adımını atmayan gece gündüz erkeğinin ağzına bakan ve onun emirlerinden çıkmayan kadındı. Bunun dışına çıkan kadınlar hafifmeşrep, dik başlı cadılardı. Ve cezalarını en ağır biçimde ödüyorlardı. Ah o cenneti karıştıran şeytanlar çok fenaydılar. Kötülüğün baş ebeleri başları ezilesi yılanlar ve nankör kedilerdi. İşte böyle, din kadınlar için yaptırımlar silsilesiydi. Elbette kutsal kadınlarda vardı. İsimleri ”anamız’ diye çağrılan Meryem, Ayşe, Fatma, Rabia, Hatice… Bu kadınlar Yüksek mertebelerin eşi bacısı ve anası olan kadınlardı.

 

Üst sınıfa vakfetmiş ve güçlü erkeklerin zevceleri kutsanmış kadınlardı. Alt kademelerden bu tür kadın çıkmazdı. Yahut bir efsane uydurulup acı çekmiş, sürünmüş, ama asla ”ah” dememiş kadın isimlerine de yer verilmişti. Bu efsanevi kadınlarda diğer kadınlara haddini öğretecek acı çekmiş zavallılardı… Sonuç olarak geldiğimiz çağda her canlı gibi kadının konumu da evrimsel süreçten ayrı düşmemiştir. Her ne kadar dinlerin ilk çıkışındaki kadar acı bir süreç olmasa da bugün gelinen noktada biraz Hristiyan dinlerin yaygın olduğu Avrupa kültürlerinde kadınlar daha modern yaşayabilmekle beraber gene de erkek -kadın eşitliği statüsüne gelememişlerdir. Hele Müslüman dinin yaşandığı toplumlara baktığımızda neredeyse ilk dönemlerinden bugüne gelinen süreçte kadın çok daha az haklara kavuşa bilmiştir. Hala Ortadoğu kültürlerinde ortaçağı yaşatan anlayışların olduğu kültürlerin devam etmekte olduğu görünmektedir.

 

Kadın hala eşinden icazetsiz kamusal alanlarda varlığını gösteremeyen birer mal statüsündedir. Arabistan’da kadının kimliği bile yoktur erkeğin üstüne kayıtlı tepeden tırnağa kara çarşafın içine hapsedilmiş bir köledir. Alınıp satılan maldır. Ve ne yazık ki, kültürlerin etkisi ile gelenek görenekleri kadınların çoğu içselleştirip bir kader gibi kabul etmiştir. Sanki kadın ve erkeğin doğuştan gelen, yaradılışlarından kaynaklanan özel durumlarıymış gibi kabullenmişlikleri vardır. Bırakın durumlarının farkına varması, sorgulamanın dahi günah olduğu kaderciliğin en ağır yükünü onlar çekmektedir.

 

Din gibi varlığı tartışılması sorgulanması olmayan inançların kadınlara verdikleri acı ve keder dinler var olduğu sürece de devam edeceğe benziyor… Nedir bu insanlık tarihinin varoluşuyla beraber artarak gelen kadın düşmanlığı ve ayrımcılığı?

Niye biyolojik farklılığı toplumsal için de farklı boyuta getirilir?

Birçok araştırmacı, birçok yazar kadın sorununu irdelemiş, kimi sınıf meselesi ile kimi cinsiyet, kimi dinlerin bağnazlığına bağlı olarak ezilen kadın profili çizmiş.

 

Elbette, toplum ve sosyolojinin ruhunu oluşturan insanın diğer yarısı ve hatta insanın tümünü doğuran kadını; insandan bıçakla ayırır gibi ayıramayız. Bu iç içe geçmişliği pirinçten taş ayıklar gibi ayıklayamayız. Sanki koca bir erkek heyulası uzakta kocaman sesler çıkararak kadına sürekli ”yap, et, öl” komutu veriyor gibi algılayamayız. Erkeklerin tümünü şiddet makinesi olarak ta göremeyiz. Tarihler boyunca kültürlerin kuralların dayatmasını sanki doğalarında olması gerekenler gibi kabullenmiş kadınların, bu kabullenişe itiraz etmemeleri, etseler bile seslerinin cılız kalması, erkekler tarafından bastırılıp susturulması olduğunu da kabul edelim.

İnsan davranışlarını doğadaki diğer canlıları örnek alarak geliştirmiştir. Fillerin dişileri maymunların dişileri erkeklere karşı birlik olup onları gerekirse sürü dışına atmışlar.

 

Neden kadınlar kendi aralarındaki dayanışmayı yeterince ciddiye almamışlar?

 

Kız kardeşlik dayanışmasını niye kuramamışlardır?

 

Kadın ezilmişliğinin ne kadar bilincinde olursa o oranda kendisine biçilen rollere karşı çıkabilir ve bu ayrımcılığı dayatan sistemin erkeğe tanıdığı üstünlüklerle insanın insan üzerindeki egemenliğine karşı çıkışını sağlayacaktır.

 

Bilinç sıçraması toplumsal aydınlanmadır. Dolaysıyla cinslerin aydınlanması mücadele de başarı kazanmayı getirecek ve eşitliğe giden yolu kısaltacaktır.

 

Bunun için kadının kadın olmasından kaynaklı tüm sorunlara karşı kendi özgün araçlarını oluşturması, toplumsal sorunlara karşı politik, pratik mücadelesini vermesi zorunludur.