"KADINA YÖNELİK ŞİDDET SARMALI VE PARTİYARKA “DEVRİMCİLİĞİNİN” ELEŞTİRİSİ" Fahişelik, insanlık tarihi kadar eski bir meslektir. Sınıflı toplumlar tarihi kadının özellikle de kapitalizmde cinsel obje olarak kullanılması ile içseldir.

 

 

 

"KADINA YÖNELİK ŞİDDET SARMALI VE PARTİYARKA “DEVRİMCİLİĞİNİN” ELEŞTİRİSİ"

Fahişelik, insanlık tarihi kadar eski bir meslektir. Sınıflı toplumlar tarihi kadının özellikle de kapitalizmde cinsel obje olarak kullanılması ile içseldir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, kadının cinsel metaya dönüştürülmesi, yalnızca kadın cinselliğinin bir "meslek" olarak para karşılığında satılması ile alakalı değildir. Toplumda kadınlar çoğu zaman sevgiye dayalı olmayan ilişki ya da evliliklerle kocaları tarafından cinselliğe zorlanmaktadırlar. Bu durumda erkek, kadını cinsel meta olarak kullanmış olmuyor mu? Toplumda yüzbinlerce kadın bu şekilde yaşamak zorunda bırakılmıyor mu? Erkeğin kadına bakış açısı, objektif olarak ve biçimsel olarak, cinsel ihtiyaçları karşılayan bir obje değil mi? Ve dolaysıyla, günlük yaşamda milyonlarca evli kadın ortada hiç bir sevgi bağı olmadan erkekler tarafından cinselliğe zorlanmıyor mu? Binlerce kadın, başlık parası karşılığında ve berdellerle evlenmeye zorlanmıyor mu? Bunun adı kadının aleni bir şekilde köleleştirilmesi değil mi? Kadın bedenine yönelik bir kölelikten ve tecavüzden söz edecek olursak, bu kadar devasa bir sorun karşısında, “namus” ya da "fahişelik" adına, nasıl bir tutum sergilenmesi gerekiyor?

O halde sorunumuz bireysel değil, toplumsal bir sorundur.

Kadına toplumda biçilen rol ile alakalı bir sorundur: bir bütün olarak toplumun “şiddet” yoluyla değil, barışçıl yöntem ve enstrümanlarla dönüştürülmesi sorunudur. Devrimciliğin erkek egemen biçiminin sistemle olan çelişkilerini hangi programla çözeceği elbette her şeyden önce anlayış sahiplerinin bakış açısı ve çizgileriyle içsel bir durumdur. Diğer yandan da hiç kimse ya da kurum, ben yaptım mutlak doğrudur ve herkes bu mutlak doğruyu itirazsız kabullenmek zorundadır, diyemez. Devrimci olarak toplumsal bir mücadele içinde olduğunu iddia edenler, herkesten daha çok bu toplumun eleştiriler denetimine açık olmak zorundadır. Devrimci kurum ya da örgütlerin pratiklerinin ve politikalarının toplumsal sonuçlarının doğru olup olmadığını bu halk eleştiri ve önerileriyle denetlemesi gerekiyor. Olması gereken de zaten budur.

Konumuza dönecek olursak:

Evlilik kurumuna dayanarak kadına tecavüz eden, kadını para karşılığında satın alarak evlenen, her gün açık şiddet ya da psikolojik baskı yöntemleriyle bir şiddet sarmalı içine sokan erkek egemen anlayışa ne demek gerekiyor? Toplumun bu denli derinliklerine nüfuz etmiş bu egemen kültürü, anlayışı, şekillenişi ve bunların toplamının pratik uygulamaları nasıl değiştirilecek ve tüm sorunlar çerçevesinde topluma nasıl bir çözüm önerilecek?

Daha somut olarak:

Toplumu dönüştürmek için doğru politikalar oluşturmak ve bu politikaları yaşama geçirmek yerine, tek tek kişilerle uğraşarak, onları cezalandırma yöntemi seçiliyorsa, burada bir sorun var demektir.

Kadının kendi cinselliğini para karşılığında satmasını kimse meşrulaştıramaz. Elbette ki buna yönelik politikalar olmak durumunda. Ancak, bu politikalar ahlak bekçiliğine gidecek ve buradan da kadına yönelik şiddet uygulayacak bir yöntemi ve anlayışı meşrulaştırmamalı.

Aslında tartışılması gereken diğer bir nokta da, bu uygulanan “şiddetin” kendisinin insanlık onuruna yönelik bir saldırı ve bu saldırının adının “işkence” olarak tanımlanması gerektiğidir. Dayak, bir işkencedir. Bunun böyle tanımlanması gerekir. Karakollarda polis aynı dayağı atınca, işkence oluyor, ancak devrimciler yapınca devrimci şiddet oluyor. Tam da bu paradoks, “şiddet” uygulayanların içinde bulundukları zeminin nasıl bir ideolojik yozlaşma ile içsel olduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir. Çünkü genel anlamda bireyin ve özel olarak da kadının eylemini “şiddet” uygulayarak cezalandırma ve o eylemde vaz geçirme yöntemi, uygulayıcıların kimliklerinin (devlet ya da devrimci örgütler olması gibi) yer değiştirmesi farklılığı ilgi çekici ve aynı zamanda kendi kendisiyle çelişen bir durumdur. Kimliklerin yer değişmesi, uygulayıcıların uyguladıkları şiddetin benzer olup, sadece şu kimlik kullanınca “meşru” bu kimlik kullanınca meşru değile kadar uzanan basit ve biçimsel bir indirgemecelik düzeyine düşürülmesi, aslında nasıl bir akıl tutulması olduğunu, toplum üzerinde koruyucu kabadayı rolünü kendisine biçtiğini göstermesi açısından da ilgi çekicidir. Bu rolü kimi zaman kâh devlet kimi zaman ise kâh devrimciler oynayabiliyor. Devletin insana yönelik şiddet yöntemini, el değiştirince yani devrimciler bu yöntemi kullanınca “meşrulaştırma çabası ise, kabahati özründen büyük dedirtircesine, örgütün ve devletin kendisini amaçlaştırdığı bir kör noktayı işaret ediyor. Bu cehalet, çok yüksek ton da keskin söylemler ve propagandalarla gerçekliğin üzerini incir yaprağı ile örtmek istiyor.

Tüm bu gerçekler ışığında, kadının kocası tarafından şu ya da bu gerekçelerle dövüldüğünde, yarın sizin söyleyecek hiç bir sözünüz olamaz. Neden mi? Çünkü erkek egemen küt, zihniyet, erk kendisini ve uygulamış olduğu şiddeti şu ya da bu şekilde meşrulaştırıyor. Sıradan bir erkeğin kendisinin açıklamaları (inanın ki ironi olacak), daha “akla yatkın” ve “ikna edici” oluyor.

Çünkü onların “sığındığı” bir liman var; devrimci bilinçleri yok, bu anlamda hayli hayli bir gerekçe üreterek kadına yönelik “şiddet” uygulayabilirler(!) Kadın eve geç gelmiştir, kadın erkeğinin cinsel ihtiyacını karşılamak istememiştir, kadın pencereden bakmıştır, kadın erkeğinin konuşmasına karşılık vermiştir vb. O halde (devrim erkek şeklini aldığı için) “bay devrim”: sıradan erkek aklının kendisini çeşitli versiyonlarda meşrulaştırması karşısında sizin ne gibi bir “itirazınız” olabilir? Hangi “insan merkezli” siyasetinizle bu paradoksal çelişkiyi açıklayabilirsiniz?

“Diğer bir nokta da, feminizm hakkında en küçük bilgisi olmadan, kadına yönelik şiddete tepki gösterenlere karşı söylenen “sizi gidi feministler” klişe argümanında ki yanlış bakış açısıdır. Bu kör cehalet karşısında elbette ki işimiz hiç de kolay değil.”

Femin, nedir?

Dişil demektir. Feminizm ise dişil, yani bir kadın hareketidir. Komünist harekette önce doğmuş, mücadele saflarında yerini almış, Fransız krallığına karşı direnmiş bir tarihsel gelenektir. Ne olmuştu o tarihte?

1789 Fransız Devrimi’nden iki yıl sonra Olympe de Gouges “Kadın Hakları” başlıklı bildiriyi kaleme aldı. Olympe, Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 10. Maddesinin ana fikrini “Kadınlara darağacına çıkma hakkı tanınıyorsa, kürsüye çıkma hakkı da tanınmalıdır!” diye haykıran sözleri oluşturuyordu.

“Devrim Bastille’in köklerine saldırmamış, despotizmi olduğu gibi bırakmıştır. Devrimle Tiranlık yer değiştirdi. Ey Kadınlar, gözlerinizi ne zaman açacaksınız? Bu devrimden ne kazandınız? Daha pervasız bir aşağılanma, daha aleni bir küçümsenme. İmparatorluğunuz yıkılıyor, geriye ne kalıyor? Erkeğin adaletsizliklerinin mahkûmiyeti ” diyen Olympe de Gouges’un şu cümleleri de tarihin hafızasına kazınıyordu:

“Bu devrim ancak bütün kadınlar kötü kaderlerinin farkında olurlarsa ve toplumdaki haklarını alamadıklarının bilincine varırlarsa tamamlanacak”

1793 yılında Fransa’da kadın kulüplerinin faaliyetleri yasaklanır ve Olympe de Gouges giyotinle idam edilir. Daha sonra da birçok feminist aktivist karşı-devrim tarafından giyotine götürülür. Feminizm, bizim parti yarka “devrimciliğinin” anladığı şekilde bir erkek düşmanlığı değil, erkek egemen anlayışı, sistemi, devleti, bireyi, kurumları eleştiren ideolojik ve politik bir çizginin adıdır. Fransız devriminin ilk büyük kurbanlarının politik tercihi ve bugüne bıraktıkları mirastır. Sizler, feminist akımın burjuvazi tarafından içeriği en boşaltılmışlarıyla karşılaşıp, feminizmi anlamadan ve bu noktada da hiç bir bilgi sahibi olmadan toptancı ve cahilce bir şekilde “femin” düşmanlığına girerek, aslında teorik olarak sorunların neresinde durduğunuzu da kanıtlamış oluyorsunuz. Çok yazık!

Toplumun bir bütün olarak dönüştürülmesinde, mahallelere sıkışıp kalan lümpen proletaryanın ideolojik yansıması olan bu tür politikaların, hiç bir geleceği yoktur. Marksist bilim karşısında hiç bir karşılığı yoktur. Dolaysıyla sorun, devrimci hareketlerin bulunmuş oldukları zeminden şu kadar ya da bu kadar kayması ile alakalı bir sorundur. Böylesine ciddi bir konuya daha derinlikli yaklaşmak gerekmektedir. Kadına yönelik şiddeti lümpen argümanlar kullanarak meşrulaştırma çabası ve sonra da Marksist literatürle bunu alakalandırmaya çalışmak, zorlama bir yaklaşım değildir yalnızca, aynı zamanda saçmalamak da olur. Bu anlamda bizim, felsefeye, politikaya, sanata, çok yönlülüğe ve özet olarak bilime ihtiyacımız var. Bizim kadın sorununa bakışta değil yalnızca, bizim bir bütün olarak toplumsal soruna karşı yeni politikalar üretebilmemiz için, her şeyden önce yeniden öğrenmeye ihtiyacımız var. Bizim en çok ezilenlerin, en çok hor görülenlerin, zulme tabi tutulanların mütevaziliğinden ve sabırlarından öğrenmeye ihtiyacımız var. Bizim, toplumun en can alıcı sorunlarını, en çok sistemin bataklığına itilenlerin nasıl oradan kurtarılacağına dair yeni ve devrimci bir perspektife ihtiyacımız var. Parti yarka “devrimciliğinin” projeden, bilimden, tarih ve gelecek ilişkisinden ve felsefeden kopuk pratiği aklığının yaratacağı şey, eskinin ancak farklı bir varyanta kopyası olur. Bizim böyle bir kopyaya ihtiyacımız yok.

Seher Yeğin,25.07.2014 Güney Sanat Edebiyat Dergisi