MERHABALAR, 2002 YILINDA DİYARBAKIR'DAYKEN YAZDIĞIM YAZI. ÖZGÜR GÜNDEM YA DA ÖZGÜR POLİTİKA'DA YAYINLANDl. HEPİNİZE SELAMLAR, SEVGİLER.


 

ŞEYHİN KARISI


Kavramları harmanlayıp yeniden biçimlendirme eylemi olan düşünmeyi ilke edinip zaman ayırmayı pek sevmeyen bir toplumuz. ‘ Popüler kültüre’ ilgi duyuyor onunla yetiniyoruz. İnsanın kendini tanıması ve kişiliğinin bilincine varması, kendini eleştirmesi derin bir düşünme eylemini gerektirir. İnsan sürekli kendi adına karar veremiyor, başkalarından medet umuyorsa varlığının dumura uğrayıp bir araç durumuna gelmesi kaçınılmazdır.
Siyasi, ekonomik ve kültürel hamleyi yapamayan toplumların belirsizlik kuyuları çoktur, atmosferi sancılıdır... Düşünme denen sonsuzluk denizi sansürün beton dağlarına çarpar, bu çarpmanın dalgaları insanların içine işler, umutları karartır, düşünceyi felce uğratır. Böylesi toplumlarda, feodalizmin,ağalığın, aşiretsel çarkı işlerken, rehberlik görevini üstlenen şeyhler, hacılar , hocalar çoğalır. Eğitimsizliğin, yoksulluğun verdiği çaresizlikle birer yaşayan ölü durumuna gelen insanların adına düşünüp, karar verebiliyorlar. Tanrı ile kul arasına giren bu soyguncular, insanları iliklerine dek sömürüyorlar...
Yılardır yaşadığımız coğrafyada böylesi bir sistem işliyor da neden bunların kulakları bükülmüyor?..
Balkondan bakıp parmak sallayan bir yazar olmak istemiyorum. Bunun için sözü fazla uzatmadan beni oldukça rahatsız eden bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Kendince Tanrıya sevdalı, nur yüzlü, dingin insanları sever, saygı duyarım,ama dini paravan olarak kullanıp insanları ortaçağ karanlığına sürükleyen topluluklardan ürker, özgürlüğüme zehirli oklar fırlatırlar endişesi duyarım
Tesadüf bu ya bir şeyhin bulunduğu binaya taşındım. Şeyh efendi iki daireyi birleştirmiş;bir daireyi de bir şirket adıyla büro olarak kullanıyor. Her gün kapımı çalan umarsız kadınlar, kucaklarında çocuklarıyla Şeyh efendinin evini sorarken, yüzlerini duvarlara sürüyor, asansörün kapısını öpüyor, kıpır kıpır dudaklarıyla dualar okuyorlardı. Bir keresinde merdivenlerde rastladığım genç bir kadın, kucağındaki ağlayan çocuğunu susturmaya çalışırken. “ Nesi var, şeyhe mi götürüyorsun?”dedim. Kadın, “ Çocuk hasta, gece çok ağlıyor, biraz sakinleşsin istiyorum.”dedi.Yutkundum. Sesime yumuşak bir tını vererek, “ Bak !”dedim, “ Doktorlar var, oraya neden götürmüyorsun? Şeyh ne anlar hastalıktan!” dediğimde, kadının yüzü gerildi, sonra sesini alçaltarak “ Aslında kocam da aynı şeyi söylüyor, buraya geldiğimi duyarsa kızar.”dedi.
Ramazan aylarında ve kutsal günlerde binaya giren çıkanların sayısı belli değil... Bir düzine genç kız, evin temizliğini ve üç erkek çocuğunun bakımını üstlenmişler. Geçen yıl ,yetişmesi gereken bir dosyam için harıl harıl çalışıyordum. Gergindim. Binadaki hareketliliğin arttığını, kadınların tepsi tepsi içliköfteler,dolmalar getirdiğini gördüm. Sorduğumda, şeyhin oğlunun sünneti olacak dediler. Kitleyi düzene sokmakta öylesine etkililer ki...Aslında bu denli gidip gelmelerine karşın fazla gürültücü değiller.(di) Şeyhin sevgili hanımı gelen kadınların sağlık sorunlarına göre reçete de yazıyormuş...Ayrıca gelenler yardım diye (ne yardımıysa) gönlünden kopan parayı da veriyorlarmış... Sonunda çok merak ettiğim şeyhi gördüm. Modern giyimli ve şıktı. (kesinlikle Vakko dan giyiniyordur.)Şalvarlı yaşlı başlı insanlarımız önünde eğiliyor, el etek öpüyorlardı. Kapının önündeki Mercedes ve son model Jipine binerken de pek havalıydı.
Köyler yakıldıktan sonra Diyarbakır’ın nüfusu ekşi hamur gibi kabardı;koskoca bir köy oluverdi. Mağdur olan yakınlarımı da binamıza girip çıkarken gördüm; bir akşam kapımı çaldılar. Kıs kıs gülerken. “ Biliyoruz sen böyle şeylere karşısın, ama biz şeyhin müridiyiz..”dediler. Seniha teyze sirozdu; toprak rengi yüzüne, ellerindeki kahverengi lekelere baktım;gidiciydi. Üzülmesin diye bu konuda konuşmadım. Sonra öğrendim ki simit satan oğlunun harçlıklarından biriktirdiği dört buçuk milyonu şeyhe vermiş. O da diğerleri gibi şeyhin karısının kirli terliğini vücuduna sürdü, ama iksiri onu iyileştirmeye yetmedi.
Şeyhin oğlunun sünnetine gelenler, hediye olarak keçi de getirmişlerdi. Keçiyi tam da çalışma odamın altına bağlamışlardı. Düşünce gemisinde yolculuk yapıp tümcelerle uğraşırken, keçinin acıklı ‘mee mee' diye meleyişiyle, pencereden baktım: müridleri tombul çocuklarını seviyorlardı. “ Bu keçi kimin?” diye bağırdım. Kadınlar sanki dünya yıkılacakmış gibi baktılar. “ Tövbe tövbe estağfurullah”sesleri geldi. Yaşlı dadıları elini ağzına götürüp hayret dolu ifadeyle gökyüzüne baktı. Az sonra keçiyi penceremim altından alıp götürdüler. Ertesi gün başı bağlı ergen bir kız, “ Annem size gelecek,”dedi. “ Anneniz kim?”dedim. “ Şeyhin hanımı”dedi.
Gökten zembille inen şeyhin mübarek hanımını tanıyacaktım nihayet. Uzun ince yapılı, modern Istanbul Türkçe siyle konuşan (İstanbul değil), kadın “ Merhaba !”diyerek, içeriye girdi, arkasından yaşlı dadısı. Keçinin sesine tepki göstermem işe yaramış olmalı ki, ertesi gün, hemen geliveren Şeyhiye hanım, “Kusura bakmayın, çocukların sünneti yapılacak, elimizden geldiğince gürültü yapmamaları için uyarıyoruz. Bizi anlayışla karşılamanızı istiyoruz.”dedi. Geri kalmışlığımızın nedenlerini konuşurken en önemli etkeninin bu sistemin yıkılmayışıdır...”dediğimde, Şeyhiye hanım politik bir tavırla duymazlıktan geldi. “ İnsanlara yardımcı olmak istiyoruz, bu yüzden tıp, hukuk bilmemiz de gerekiyor. ”dedi pişkince. “Bırakın bunları bu işin eğitimini alanlar yapsın, hem suçtur.”dedim. nezaketini bozmadı, bende bozmadım. Kalkıp gitti.
Tatil dönüşü bir de duydum ki şeyh evini satıp kent dışında müstakil bir eve taşınıyormuş. ‘ooh!’ dedim,binaya giren çıkan belli olacak, temiz kalacak, suyumuz bize yetecek diye bir sevindim.
Geçen gün merdivenlerden çıkarken,kapıları açıktı ; yaşayan ölüler cennete girmek için kirlerini, pasaklarını temizliyorlardı. Başörtülü kıza, “İyi akşamlar,”dedim. İçeriye buyur etti. Sonra şeyhin hanımı savunmaya hazır bir şekilde beliriverdi,başladı siteme. “ Bu apartmanda neler çektik,insanların gözüne battık! Bizim kime ne zararımız var?”dediğinde taşları bana atıyordu. İşi sert bir tartışmaya dökmemeye kararlıydım. Evin içinde el etek öpen müridleri vardı;ne yapacakları belli olmazdı. “Evet bu sisteme karşıyım, insanlara reçete yazıyormuşsunuz bu suç değil mi?”dedim. Şeyhiye hanımın ses tonu değişti, “ Tıp iki den terkim”dedi. “ Alırsınız diplomanızı, açarsınız muayehanenizi, kitlenize yardım edersiniz.”dedim. Yaptığı yanlışı anlamış olmalı ki “Tahsilime Şam de devam ediyorum.”dedi. Gülerek “ Türkiye de ki okullara ne olmuş?dedim. Şeyhiyenin cini tepesine çıktı, “Yumuşak konuşmalarınızla hakaret ediyorsunuz ,”dediğinde, “ Evet,”dedim. “ Bu yoksul insanlar ne diye sizden medet umsunlar ki, neden otorite sizler olasınız ki, Tanrı ile kul arasına neden giriyorsunuz?”dedim.
Şeyhiyenin sesi titredi, saz benizli yontu gibi duran genç kızı gösterdi, “Allah aşkına sizden bir bardak su bile istiyor muyum?”dedi. Kapının önünde cennete girmek için acele eden saftirikler bekliyordu. Şeyhiyenin elini kuvvetle sıktım. “Herkes sizin gibi düşünmek zorunda değil, değişik yüzler olduğu kadar değişik düşünceler de vardır.”dedim.
Açık gözlü şeyhiye İsrail’e gidip Lut Gölü’nden getirdiği çamuru, “Şifadır, yaralara iyi gelir ,”diye müridlerine dağıtırken, kendisi de ‘Sea Beauty’ ürünlerini kullanıyor. Helal olsun vallahi! El etek öptürmek, bu dünyanın güzel nimetlerinden yararlanmak da hüner ister, akıl ister...
Editör: Haber Merkezi