'Mahalledeki AKP, Parti işleyiş, taban mobilizasyonu ve siyasa yabancılaşma' kitabının yazarı Sevinç Doğan, 23 Haziran seçim sonuçlarıyla ilgili Artı Gerçek’ten Rıfat DOĞAN'a konuştu.








Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu’nun zaferle ayrıldığı 23 Haziran seçimlerini Artı Gerçek’e değerendiren sosyolog Sevinç Doğan AKP’li bir kesimin susarak köşede beklediğini ve ‘bırakalım onlar kazansın’ diyerek sandığa gitmediğini belirtti.

Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu, YSK’nın iptal kararı sonrası yenilediği İstanbul 23 Haziran seçimlerinde Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım’ı  800 bin oy farkla geçerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi.

İstanbul’da 25 yıl sonra ortaya çıkan bu tablonun sonuçları konuşulmaya ve tartışılmaya devam ediyor. Seçim sonuçlarını değerlendiren “Mahalledeki AKP” kitabının yazarı sosyolog Sevinç Doğan, ilk süreçte insanların krizin sorumluluğunu ve sonuçlarını iktidara bağlamadıklarını ancak zaman geçtikçe ekonomik sorunların çözülmesine dair gerçek niyet ve somut adımlar görmedikleri için kendi iktidarını ve koltuğunu korumayı düşünen, kendi sermaye çevresiyle işleri çekip çevirmeye çalışan bir yapı gördüklerini ifade ediyor. Doğan buradan hareketle, Üsküdar’da konuştuğu bir AKP seçmeninin söylediğini aktararak anlatıyor: “Bir işportacı ‘AK Parti döneminde zengin daha zengin fakir daha fakir oldu, yalan yok” diyordu.

23 Haziran seçim sonuçlarını, AKP’nin elinde bulunan ilçelerde Millet İttifakı adayı Ekrem İmamoğlu’nun zaferle çıkmasının nedenlerini, Kürt seçmenin tavrını, MHP ile CHP arasındaki oy geçişindeki faktörleri “Mahalledeki AKP, Parti işleyiş, taban mobilizasyonu ve siyasa yabancılaşma” kitabının yazarı sosyolog Sevinç Doğan ile   Artı Gerçek'ten Rıfat DOĞAN konuştu.

Doğan’ın Artı Gerçek’in sorularına verdiği yanıtlar şu şekilde:

FARKI ANLAMAK İÇİN NİCELE DEĞİL İNSANLARDAKİ MORAL ÜSTÜNLÜĞÜNE BAKMAK GEREKİYOR

31 Mart’ta ortaya çıkan 13 bin oy farkının 23 Haziran seçimlerinde 800 bine çıkmış olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Bu değişimi nicel olarak ölçülemeyecek, bir moral üstünlüğe, yani insanların bir şeylerin değişebileceği inancına ve siyasal potansiyeline bağlamak daha önemli geliyor. Son iki üç yıldır yapılan seçimlerde iktidar sayısal olarak çoğunluğu elde edememişti. 16 Nisan 2017’de, başkanlık sisteminin onandığı anayasa referandumu bu açıdan çok simgeseldi. Büyük kentlerin tümü kaybedilmiş, muhafazakâr-İslami tonu baskın olan semtlerde bile muhalefet ile oy oranları birbirine yakın olmuştu. Biraz daha geriye gidersek, 7 Haziran 2015’ten beri iktidarın ancak olağanüstü haller altında ve kriz koşullarında oy çoğunluğunu elde edebildiği bir konjonktürdeydik. 15 Temmuz sonrasında devlet içinde derinleşen kriz ile birlikte ‘beka söylemi’, Suriye savaşı ve sürekli dış güç tehdidine referans veren ‘teyakkuz havası’, iktidarın süreci kendi lehine manipüle etmesine zemin oldu.

İKTİDARA YAKIN KESİMLERDE ALTTAN ALTA ELEŞTİRİLER VARDI…

İktidar aslında çoğunluğu yitirmiş ve ciddi bir hegemonya krizi içine yuvarlanmış olsa bile, muhalefetin siyasete sıfır toplamlı bir oyun olarak bakması, moralsiz olması iktidarın aslında sahip olmadığı bir ‘kudret’le bir süre daha hareket etmesini kolaylaştırdı. Sokakta insanlarla konuştuğumuzda şuna çok rastlıyordum: ‘Oy vereceğiz ama ne olacak ki? Ne değişecek ki?’ Muhalif kesimler, artık bir şeylerin değişeceğine inanmıyordu. Seçimlere olan güvenin kaybedilmesi en büyük etkenlerden biri kuşkusuz burada.

Oysa iktidara yakın olan kesimlerde de alttan alta eleştiriler söz konusuydu. Huzursuzluklar vardı ancak ‘şimdi sırası değil; kol kırılır yen içinde kalır” tarzında refleksleri vardı. Bu kesimler, milliyetçi söylemlerin kendisini daha güvenilir bir alan olarak gördüler. Yoksa örneğin Üsküdar’da konuştuğum kendisi AKP seçmeni olan işportacılar da durumun farkındaydı ve “AK Parti döneminde zengin daha zengin fakir daha fakir oldu, yalan yok” diyorlardı.

İYİ PARTİ-SP’NİN ÇIKIŞLARIYLA MİLLİYETÇİ MUHAFAZAKAR TABANDAKİ ELEŞTİRİLER AYYKUKA ÇIKTI

Moral üstünlüğü yanında AKP karşısında bir seçenek de yoktu aslında…

AKP karşısında seçenek yoktu denebilir evet. CHP alternatif politikalar üretemeyen,  sokakta güncel siyaseti takip edemeyen bürokrasisini aşamıyordu, parti tabanı ise kendisini yukarıya anlatamıyordu. Kutuplaştırma siyaseti altında, HDP müthiş bir dışlamayla kriminalize edildi ve sistem dışına atılmak istendi. Diğer yandan, AKP kendi cenahlarından çıkacak Has Parti gibi oluşumları yutmuş, içerideki eleştirileri bertaraf etmeyi başarmıştı. Fakat İYİ Parti ve SP’nin çıkışlarıyla birlikte milliyetçi-muhafazakar-İslami tabanda vücuda gelmiş eleştiriler ayyuka çıktı. Bu tabanda da bir kriz vardı ve insanlar bunun farkındaydı. 23 Haziran sonuçları, bir sürecin sonucu olarak görülebilir. İnsanlar, özellikle 31 Mart akşamı seçim sonuçlarıyla şunu gördü: ‘Aslında olabilir ve bir şeyler değişebilir. Biz oy veriyoruz ama bu oylar boşa gitmeyebilir ve daha da önemlisi manipüle edilmeyebilir.’ Sonraki günlerde, muhalefet nezdinde inanılmaz bir özgüven kazanıldı.

AKP VE MHP’Lİ GENÇLERİN İKİ ÖNEMLİ ELEŞTİRİSİ: LİYAKAT VE İŞSİZLİK

AKP seçmeni nasıl bir tavır sergiledi?

Son bir kaç yıldır MHP’li ve AKP’li gençlerle görüştüğümüzde liyakat ve işsizlik sorunundan bahsediyorlardı ve bundan rahatsızlardı. “İş bulmak için illa belediyede ya da partide bir tanıdığımızın olması mı gerekiyor, biz iş bulamayacak mıyız?” diyorlardı. “Hep kendi çevrelerine, yakınlarına yediriyorlar” söylemi de dillendiriliyordu. Ekonomik krizle birlikte ‘topyekun enflasyonla mücadele, dış güçlere/lobilere karşı mücadele’ gibi dirençler gösterildi. Ancak insanların hayatlarındaki somut sorunlar devam ediyor. İktidarın bütünlüklü bir şekilde bu sorunu ele alıp program üretmediği günü kurtarmak adına yaptığı,  gelip geçici çözümler yeterli gelmiyor. İnsanlar bir şekilde krizin sorumluluğunu ve ilk sonuçlarını iktidara bağlamadılar, ancak zaman geçtikçe ekonomik sorunların çözülmesine dair gerçek bir niyet ve somut şeyler de görmediler. Onlar nezdinde şu algı arttı: Sadece kendi iktidarını ve koltuğunu korumayı düşünen, kendi sermaye çevresiyle bu işleri çekip çevirmeye çalışan bir yapı var. Bu açıdan, 23 Haziran’da ifade bulan sonuçlar, bir arayışın işaretleri olarak da görülebilir. İktidarı destekleyen kesimlerin yaşadıkları şey iktidardan ciddi bir kopuş değil ancak ciddi bir eleştiri sürecinde olmaları. Öne çıkardıkları motivasyon da şu oldu: “Bir burunları sürtsün ve günlerini görsünler. Yanlışlarını düzeltsinler. Bu açıdan rekabet iyidir.”

‘AKP DEDİĞİMİZ MEKANİZMA ÇOK ZAYIFLADI VE ESKİSİ GİBİ İŞLEMİYOR’

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en zor zamanlarında güvendiği sandık meşruiyeti de bu son seçimlerle birlikte elinden kaydı gitti. Onun için ciddi bir kriz anlamına geliyor değil mi?

Bir seçim sonucu var: Aynı sandıktan çıkan ilçe belediye başkanını, muhtarı ve belediye meclis üyelerini kabul ediyorsunuz ama büyükşehir belediye başkanını kabul etmiyorsunuz. Çok saçma bir durumdu ve artık çok göze battı böylesi seçim manipülasyonları. İktidarı destekleyenler, memnuniyetsiz de olsa sonuçların kabullenilmesini ve olgunlukla karşılanmasını bekledi. Ama böyle bir tavır gösterilmedi ve insanlar bundan çok rahatsız oldu. Ekrem İmamoğlu için “O da bu vatanın evladı değil mi, o da bir yönetsin, göstersin kendisini” dediler. Aslında Erdoğan ve partililer de gelen eleştirilerin çok farkındalardı ancak AKP dediğimiz mekanizma çok zayıfladı ve eskisi gibi de işlemiyor.

15 TEMMUZ’LA BİRLİKTE KIRILMALAR DERİNLEŞTİ, EN ÖNEMLİ KRİTER LİDERE BAĞLILIK OLDU

Eskisi gibi derken, ne zaman işlememeye başladı?

15 Temmuz’la birlikte kırılmalar derinleşti. Artık en önemli kriterin her ne olursa olsun lidere bağlılık olduğu koşullarda, kadrolar değişti ve daha önemlisi işleyiş mekanizması da aksamaya başladı. Yukarıdan atanan kişilerle ya da ihtiyaç olmadığı halde kimi isimlerle devam edildi. Yerelin/aşağıda olanların öncellikleri gözetilmedi. Sadece yukarıdan gelen kararların uygulandığı, alttan gelen eleştirilerin üste ulaşmadığı ve ulaşsa bile göz ardı edildiği bir süreç başladı. Çünkü artık tek kaygı, 'her ne olursa olsun iktidarda kalayım' kaygısı oldu.

ERDOĞAN SEZARİST YÖNÜYLE BASKIN OLMAYA BAŞLADI

Erdoğan biliyorsunuz, bugünlere “ben sizdenim, halkın temsilcisiyim” imajıyla geldi ve bu popülist söylem çokça sahiplenildi. Ancak Erdoğan, kendisini her şeyin üstünde gören, sürekli ben diyen ve her şey hakkında konuşan lider figürü haline dönüştü. Erdoğan ‘gerisine bakmayan’, çevresi ya da danışmanlarınca uyarılmayan haberdar edilmeyen, halktan kopuk, koruma ordusuyla gezen bir lider olarak söz aralarında anılmaya başladı. Yani Erdoğan onlar için hala karizmatik bir lider olmakla birlikte, sezarist yönüyle baskın olmaya başladı.

ŞİRKETLERDEKİ PERFORMANS SİSTEMİ GİBİ ÇALIŞAN BİR PARTİ AKP, PRAGMATİST

Bu söyledikleriniz “Mahalledeki AKP”nin artık güçlü olmadığı anlamına geliyor, değil mi?

Eskisi gibi işlemeyen bir parti yapısı var. Hem parti çevresinde hem de seçmenler nezdinde eleştiriler var. Ne olursa olsun, desteklerini sürdürecek bir çekirdek kadrodan elbette bahsedilebilir. Diğer yandan AKP işleyiş açısından inanılmaz pragmatist bir parti. Partinin en önemli ideolojilerinden biri pragmatizm. Örneğin siz partinin seçimlerdeki oylarını artırdığınızda veya partiye üye kazandırdığınız süre boyunca partide sevilen sayılan bir üyesiniz. Şirketlerdeki performans sistemi gibi yani siz parti şirketinin kârını arttırmıyorsanız, orada olup olmamanızın çok bir anlamı yok, yükselme şansınız da yok. Bazıları, “Eğer burası seçim kaybediyorsa, kendime yakın başka bir mekanizmayla devam edebilirim”i düşünebilir.

AKP ARTIK KİTLE SİYASETİ YAPAMAYAN BİR PARTİ

Yapısal nedenler de var. Artık kitle siyaseti yapamayan bir parti AKP. Bir mevkide durmanız ve oraya alınmanız en önemli kriteri deneyim ya da liyakatınız değil, bağlılığınız. Bunun sonuçları görünür olmaya başladı. O nedenle Erdoğan’ın şahsı çok fazla ön plana çıktı çünkü AKP’yi bir arada tutanın Erdoğan olduğu düşünülüyor.

İSTANBUL’UN KAYBEDİLMESİ, AKP İÇİN HEM EKONOMİK HEM SEMBOLİK ANLAMDA KIRILMA DEMEK  

Erdoğan bir konuşmasında “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” demişti. Sizin de bir söyleşinizde “2019’un alınmaması durumunda kaybedecek çok şeyi olanların sayısının fazla olmasını akılda tutmak gerekir” ifadeniz var örneğin. Kaybedenlerin sayısının fazla olduğu bir tablo bize neyi gösteriyor?

Belediyeler AKP için çok önemli. Büyükşehir belediyesini kazanarak iktidara gelen bir siyasal gelenek için İstanbul’un kaybedilmesi, hem ekonomik hem sembolik anlamda önemli bir kırılma demek. Bilindiği gibi, AKP-Refah Partisi dediğimiz çizgi bürokrasi içinden çıkan ya da devlet alanı içinden çıkan bir oluşum değildi. Yönetime önce 1990’ların başında ilçe belediyelerini alarak sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni alarak ortak olmaya başladılar. Ki Recep Tayyip Erdoğan 1994'te büyükşehir belediye başkanlığını yüzde 25 gibi bir oyla almış ve henüz meclis çoğunluğunu alamamıştı. ANAP ve SHP kavgasının, RP adayı Erdoğan’ın başkanlığa geçmesinde rolü olmuştu. Ama mesele, devam eden süreçte Erdoğan’ın kendisini anlatabilmesiyle ve partili kadroların gösterdiği performansla değişti. Elbette o dönem yapılan kadro tasfiyelerini bir kenara koyuyorum. Bugün ‘meclis çoğunluğu bizde belediye başkanı İmamoğlu bir şey yapamaz.’ gibi bir söylem dolaşımda ancak yakın dönem siyasal tarihe bakarsak da bunun bir anlamı yok. Sizin nasıl bir imajla nasıl bir yönetime sahip olduğunuz önemli. Siyaset sayılar demek değil her zaman. Siyaset aynı zamanda sizin gösterdiğiniz güçtür. Gerçekleştirebileceğiniz değişime insanları inandırabilme gücünüzdür. İktidar bunu iyi biliyor. İmamoğlu ile temsil bulan değişim gücünün yapabileceği çok şey var bu açıdan.

MUHALEFET DURUMUNA DÜŞSE DE AKP VARLIĞINI BİR SÜRE DAHA DEVAM ETTİRECEK

Ancak bir hatırlatma yapılabilir. Beğenelim beğenmeyelim, AKP bundan sonra iktidarı kaybedip bir muhalefet partisine de dönüşse, başka bir parti de kurulsa belli bir seçmen kitlesi (belki %25-30 tam bilmiyorum) AKP minvalinde partilere yüzünü dönmeye hazır olacak. Böyle bir gerçeklik önümüzdeki 4-5 yıl sonra da devam edecek. Dolayısıyla, siyasal alanda yaşananlardan farklı olarak toplumsal alanda herkesin kabullenmesi gereken şeyler var gibi duruyor: Bizden farklı düşünen farklı yaşayanlar da var, o yüzden bunları kabullenmeli. İktidar nezdinden, ne onları yok saymalı; muhalefet nezdinden, ne onlara rövanşistçe yaklaşmalı.

AKP’Lİ OLUP STK AĞLARIYLA ÖRGÜTLÜ DURAN BİR KESİM VAR, ARAYIŞ ARTACAK

Bir kopuş olsa da AKP’de kalacak bir yüzde 25-30’luk tabanın olacağını söylediniz. Gül, Babacan ve Davutoğlu’nun kuracağı parti veya partilerden söz ediliyor. Bunların AKP içindeki tartışmalara etkisi olur mu? Türkiye siyasetinde yeni oluşumların şansı var mı?

Demin biraz değindiğim Erdoğan’ın büyükşehir belediye başkanlığına geçme sürecine, örnek olarak bakılabilir. Bununla birlikte, AKP bir parti olarak miadını doldursa dahi parti çatısı dışında STK gibi örgütlülük ağlarıyla bir arada duran bir kesim var. Bu insanlar “AKP kapansa da biz başka bir parti kurarız.” diyebiliyorlardı. Şimdi işlemeyen, güç kaybeden bir parti var. Arayışlar artacak. Değişen duruma dair nasıl yaklaşım gösterileceği kendi içlerinde cevabı kolay olmayan bir soru.

SON İKİ-ÜÇ SEÇİMDİR ERDOĞAN’IN İMGESİ VE DEVLETİN BEKASI DIŞINDA SÖYLEMLERİ YOK

Son yıllardaki seçim çalışmalarına, sokağa baktığınızda da AKP'nin eskisi gibi olmadığını fark ediyorsunuz. Son iki üç seçimdir, doğru düzgün bir çalışma yapıldığından bahsedilemez. Partinin sokakta dağıttığı broşürlerden, seçim vaatlerine kadar gerçekçi bir siyasal iddianın olmadığı görülebilir. Devletin bekası ve Erdoğan’ın imgesi/karizması dışında referans verilen bir şey yok. AKP’nin bir parti olarak akıbeti, Türkiye’deki siyasal dengelere bağlı ama artık eskisi bir parti mekanizması yok. Yeni kurulacak partinin AKP tabanında nasıl karşılık bulacağı, neler söyleyeceğine ve neler önereceğine bağlı aynı zamanda. Erdoğan’ın tabandaki yıkılması zor imajı düşünüldüğünde, bir lider olarak onun yeni denklemler içinde nereye oturtulacağı da  önemli.

ERDOĞAN FAZİLET KARŞISINDA BAĞIMSIZ ADAY ÇIKARDI, POTANSİYELİ GÖRDÜ AKP’Yİ KURDU

Geçmişe dönüp baktığımızda Refah Partisi kapatılıp Fazilet Partisi kurulduğunda, Erdoğan İstanbul il başkanıydı. Erdoğan ile birlikte hareket eden bir çevre ve bunların yeni parti girişimleri olduğuna dair söylentiler vardı. Erbakan dahil birçok kesim buna tepkiliydi ama onlar denediler. Erdoğan ve çevresi, Fazilet Partisi adayına karşı bağımsız aday çıkardılar. Baktılar bir potansiyel var sonra AKP’nin kurulma süreci başladı. O yüzden pratik denilen şey siyasette her an her şeyi açabilir, kapatadabilir. Denemek gerekiyor görmek için.

İKTİDAR TABANDAKİ HUZURSUZLUĞUN FARKINDA ANCAK BUNLARA DAİR ADIM ATAMIYOR

Seçimin önemli başka sonuçlardan biri de AKP’nin kalesi sayılan ya da onun yönettiği Üsküdar, Eyüp, Beykoz, Sancaktepe, Tuzla, Zeytinburnu ve Fatih gibi ilçelerde İmamoğlu’nun önde çıkması oldu. Özellikle Üsküdar, Fatih ve Eyüp gibi muhafazakar seçmenin yaşadığı ilçelerde İmamoğlu’na oy geçişlerinin temel nedeni ne? Karadenizli nüfusun yaşadığı Beykoz gibi ilçelerde Pontus tartışmasının  ne kadar etkisi oldu?

İktidar, tabandaki huzursuzlukların farkındaydı. Hatta 31 Mart’tan sonra yaptırdıkları araştırmalar, köşe yazarları tarafından da konu edildi. Burada ekonominin yönetilememesi, genç kuşakların mesafeleri, liderin imaj düzeyinde değil ancak pratik olarak hayatın her alanında çok fazla öne çıkması, Karadenizlilerin oylarının kaybedilmesi gibi bir dizi farkındalık mevcuttu. Ancak bunlara dair adım atacak bir yapı mevcut değil artık. Bugün AKP’den çok ciddi bir oy kopuşu olduğunu söylemek zor, şimdiden böyle bir kopuşu beklemek gerçekçi de değil. Fakat yaşanan değişimin önemi ortada.

AKP’Lİ BİR KESİM PARTİSİNE TEPKİ OLARAK ‘BIRAKALIM ONLAR KAZANSIN’ DEDİ

İktidar bu kez tabanını mobilize edemedi, 'ya ben ya onlar' kartı karşısında sıkıştırmayı başaramadı. Bazı kesimler susarak köşede bekledi ve ‘bırakalım onlar kazansın’ dedi. Bazıları oy vermeye gitmeyerek tepkilerini gösterdi. AKP’nin seçim stratejilerinden biri de seçmeni sandığa gitmeye ikna etmekti ama bunu başaramadılar. Eli İmamoğlu’na oy vermeye gitmeyenler, sandığa da gitmedi. Eleştirel bakanlar arasında küçük bir kesim de İmamoğlu’na oy verdi. Bir aileden kimi oy verdi, kimi gitmedi kimi başka bir adayı desteklemiş oldu. Oysa eskiden bu oylar daha bütünlüklüydü.  Ciddi bir hoşnutsuzluk var ve biri diğerine artık “nasıl partiye oy vermezsin” diyemiyor. Bu önemli bir değişim. Siyasetteki gücünüz, ikna ve inandırıcılığınızla ilgiliyse, daha da önemlisi geleceğe dair vaatlerinizle ilgiliyse demek ki AKP eskisi gibi vaat etme gücüne sahip değil. Olan tam da bu. Sorunlara gerçek çözümler üretmeyen, sadece aynı ezberleri tekrar eden, iktidar kaygısına düşmüş bir yapının geleceğe dair bir şey vaat edememesi. Bazı kesimler de bir şekilde AKP ile geleceklerini göremiyorlar ve o yüzden yeni bir arayışa girdiler.

31 MART’TA SANDIĞA GİTMEYEN HDP SEÇMENİ 23 HAZİRAN’DA SANDIĞA GİDEREK FARKI AÇTI

İstanbul seçiminin önemli bir faktörü Kürt seçmeniydi. Bu çok net görüldü. 31 Mart’ta sandığa giden ve İmamoğlu’na oy veren bir Kürt seçmen vardı. İktidar, 23 Haziran’dan kısa bir süre önce Öcalan mektubuyla Kürt seçmenin sandığa gitmesini engellemeye çalıştı. Bu açıdan HDP ve Kürt seçmenin bu tavrını nasıl değerlendirmek gerekiyor? 

Bir parti olarak HDP’nin aldığı seçim kararıyla, kitle tabanının gösterdiği refleks farklıydı aslında ilk başta. İmamoğlu’nun oy farkını arttırmasının en önemli sebebi Kürtlerden gelen destek. İstatistiksel veriler, 800 bin oy farkının yarısının Kürt mahallelerinden geldiğini gösteriyor: Yani 31 Mart’ta sandığa gitmeyen HDP seçmenlerinin 23 Haziran’da sandığa gitmesiyle İmamoğlu oy farkını büyük oranda arttırdı. Sistemin dışına itilen, oy verse de kazandırdığı belediyelere kayyım atanan Kürtlerin, seçim sistemine olan inançları ciddi tahribat aldı. Örneğin İstanbul’da milletvekili seçimlerinde oy verdikleri Sebahat Tuncel, belediye başkanlığı seçimlerinde oy verdikleri Sırrı Süreyya Önder, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy verdikleri Selahattin Demirtaş gibi siyasetçiler bugün cezaevinde. Fakat Kürtler de 31 Mart’tan sonra oyların kolayca manipüle edilemeyeceğini gördüklerinde, sandığa gitmeye ikna oldular.

SEÇİM SONUÇLARI BİR NEFES ALANI AÇTI

Seçim sonuçlarının, HDP için farklı bir anlamı daha olduğu söylenebilir. Son birkaç yıldır ağır baskılar altında bırakılıp kriminalize edildiği ve seçim çalışması yaptırılmadığı bir süreçte, HDP meşruluğunu bir kez daha teyit etti. HDP flamalarıyla tekrar görünür olurken, uzun zamandır sosyal medyada yapılamayan paylaşımlar tekrar gündeme geldi. Demirtaş’ın cezaevinde çıkarılmasına dair çağrıların yükselmesi bunun bir örneği. Dolayısıyla, seçim sonuçları bir nefes alanı açtı.

MHP’DEN CHP’YE OY GEÇİŞİ ÇOK ZOR DEĞİL

MHP seçmeni de sonuçlardan anlaşıldığı kadarıyla İmamoğlu’na oy verdi. O seçmen grubunun tavrını nasıl açıklıyorsunuz?

Geçen sene KONDA ile yaptığımız CHP araştırmasında, seçmenlere sorulan ‘asla oy vermem dediğiniz parti var mı?’ sorusu üzerinden partiler arası mesafe ve yakınlaşmayı anlamaya çalışmıştık. CHP’li seçmenlerin diğer partilere göre MHP’ye daha ılımlı baktıkları bir sonuç vardı. Oy geçişleri açısından, Milli Görüş çizgisindeki biriyle, MHP kökenli biri karşılaştırıldığında ikincisinden CHP’ye oy geçiş olasılığının daha yüksek olduğu biliniyor. Yani MHP’den CHP’ye oy geçişi çok zor değil. Bu partilerin ideoloji, gelenek, temsil gibi nedenleri dışında İmamoğlu’nun kendi özgünlüğünden de bahsedilebilir. Biliyorsunuz İmamoğlu seçim sürecinde kendi ekibiyle çalışma yürüttü. İmamoğlu kendisini CHP’nin içinde fakat aynı zamanda belediye başkanı olarak partiler üstü gibi de konumladı ve başarılı oldu.

İTTİFAK SİYASETİYLE BİRLİKTE CHP TABANI DA DÖNÜŞMEYE BAŞLADI

İmamoğlu, CHP bürokrasisinin yıllardır uygulamadığı aslında çok basit gerçekleri hayata geçirdi. CHP toplumun farklı kesimleriyle bir araya gelmek adına ne parti içinde ne de politikalarında adım atmaya istekli bir partiydi. Yine de son iki üç yılda kimi değişimler oldu, ittifak siyaseti ile birlikte CHP tabanı da dönüşmeye başladı. Parti bürokrasisi değişimlere ne kadar açık bunu göreceğiz ancak kimi ezberler bozuldu ve bu önemliydi. İmamoğlu CHP’nin bilindik seçim söylemlerini geride bıraktı ve particilik yapıyorum imajı vermedi. Bunlar, MHP’den de oy geçişini mümkün kıldı.

MHP İÇERİSİNDE AKP VE ERDOĞAN ALERJİSİ OLAN BİR KESİM HEP VARDI

Bir de, MHP içerisinde zaten AKP ve Erdoğan alerjisi olan bir kesim hep vardı. Bahçeli Erdoğan’ı en sert şekilde eleştiren siyasetçilerden biriydi biliyorsunuz. Aynı zamanda, MHP içinde Erdoğan’ı karizmatik bulan ancak AKP’yi hiçbir zaman onaylamayan bir MHP kitlesi de vardı. Dolayısıyla Erdoğan’ı karizmatik bulsunlar bulmasınlar, İmamoğlu’na oy vermekte beis görmediler. Yine de MHP ile ilgili seçmenlerle ilgili daha derli toplu incelikli analizlere ihtiyaç var. Maalesef parti kapalı kutu, araştırma yapamıyorsunuz.

ERDOĞAN LİDERLİĞİ GARANTİYE ALDIĞI SÜRECE AKP’SİZ FORMÜLE DE ‘EVET’ DİYEBİLİR

Başkanlık sistemi de tekrar tartışılmaya açıldı. CHP ve HDP’den yanı sıra AKP içinden de başkanlık sistemine dönük eleştiriler geliyor. Başkanlık sistemi tartışmasına nasıl bakıyorsunuz? Bununla birlikte Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığından istifa edip Cumhurbaşkanı olarak sınırlarına geri çekilmesini savunan AKP’ye yakın yazarları dar var. Hepsini bir arada düşündüğümüzde bu tartışma bir krize dönüşür mü?  

Erdoğan her an her türlü manevra kabiliyetine açık bir siyasetçi. Kendi devlet başkanlığı ve liderliği garanti altında olduğu sürece partisiz, AKP’siz bir formüle de evet diyebilir. Bunu bir çözüm olarak görmezse AKP içinde dönüşüm stratejisini de uygulayabilir. Bunların nasıl gerçekleşeceği siyasal aktörlere, hamlelerine ve toplumsal alandaki değişimlere bağlı.

BAŞKANLIK SİSTEMİ NE AKP NE DE ERDOĞAN İLE SINIRLANABİLECEK BİR MESELE DEĞİL

Bununla birlikte başkanlık sistemi, ne AKP ne de Erdoğan ile sınırlanabilecek bir mesele gibi duruyor. Önümüzdeki süreçte AKP’nin bir parti olarak çözülüp çözülmemesinden çok, belki başkanlık sistemi etrafındaki tartışmalarla hemhal olacağız. Sonuçta devlet alanında bir kriz var,  toplumsal alanda hegemonya krizi var. Kriz devam ettiği sürece Erdoğan siyasal bir figür olarak denklemde durmaya devam edebilir. Çünkü mesele AKP’nin akıbetini de aşan bir yerde duruyor.  Başkanlık sistemi AKP’den çıktı ama unutmayalım MHP de parlamenter demokrasiyle ülkenin yönetilemeyeceğini düşündü. Devlet alanında, parlamenter sistemin kendisini artık Türkiye toplumları için ‘fazla’ bulan başka kesimler olduğu da anlaşılıyor. İlla başkanlık sistemini desteklemese de parlamenter demokrasiyle işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini düşünenler var. Hatırlayın, 7 Haziran sadece AKP için değil statükoyu destekleyenler için de bir alarm durumu yaratmıştı. Kürtlerin, batıdaki toplumsal muhalefetin ve alternatif dünya görüşüne sahip kesimlerin mecliste yer alması, üstelik seçimlerde milletvekili sayılarını arttırmaları ve arttırma ihtimalleri var olan sisteme dair şüpheleri arttırdı. Dolayısıyla başkanlık rejimi tartışmaları devam edecek. Burada başkanın yetkilerine ve gücünün sınırlarına dair hukuksal ve pratikteki tanımlar ve mücadeleler de devam edecek.

BU SÜREÇTE POLİTİZASYON ARTTI VE İNSANLAR BUNU GÖSTERMEKTEN KORKMADI

Yıllarca AKP’ye göre konum alana bir muhalefetten, muhalefete göre konum alan bir AKP’ye geldi süreç. Bunda seçmenin önemli bir rolü var. Slogan onlardan çıktı. Seçmenin siyasetçiler üzerindeki etkisi hakkında neler söyleyeceksiniz?     

31 Mart’tan sonra çok görünür biçimde bir mobilizasyon, hareketlilik vardı. İnsanlar bir şeylerin değişebileceğine inanmaya başladı. Bir suskunluk havası varmış gibi görünse de, herkesin algısı oldukça açıktı. Bu süreçte de toplumsal alanda politizasyon düzeyi inanılmaz arttı ve insanlar bunu göstermekten korkmadılar. Bu belirleyici oldu. Bundan sonra açık ki, kendi gündemini belirleyen ve yaşanan sorunlara dair sahici yaklaşımlar geliştirip, çözümler bulmaya çalışan üretici bir toplumsal muhalefete çok daha fazla ihtiyaç olacak

Editör: Haber Merkezi