SOYKIRIM... Özgür akıl, tutsak akıl... Los Angeles, 2 Nisan 2011. Kafamda birkaç gündür aynı soru: Konuşmamda soykırım diyecek miyim, demeyecek miyim? Los Angeles, 2 Nisan 2011 Kafamda birkaç gündür aynı soru: Üniversitedeki, UCLA’daki konuşmamda soykırım diyecek miyim, demeyecek miyim? Kendi kendimle itişip kakışma hali... İstanbullu Ermeniler Derneği, Hrant Dink Konferans Salonu. Sevgili Hrant’ın yakışıklı bir fotoğrafının altında akşam vakti sıralanmış oturuyoruz. Biri kulağıma eğiliyor: Çoğumuzun içinde bir burukluk vardır, neden buralara geldik diye. Bir köşede açık büfe. Ağızda dağılan pastırma, sucuk, beyaz peynir, fıstıklı, çikolatalı helva... İstanbul özlemini dinliyorum. Ama bir de İstanbul öncesi var. Yani 1915 öncesi... Kökler Anadolu’nun her yanına uzanıyor. “Kesim öncesi, Kesim sonrası!” Kulağıma eğiliyor: Anadolu’dan gelenler öyle der. Kesim... Ermenicesi Çart. ‘Soykırım’ın kibarcası yani... Adı Garabet. İstanbul’dan Amerika’ya göç etmiş ama bir de öncesi var. “Memleket neresi?” diye sorunca gülüyor: Neresi mi? Annemle babam Malatya’nın Arapgir’inden. Babamın annesi de, babası da 1915’te yok olur. Babamla amcam çocukken kendilerini Pötürge’de, Aluşlu Köyü’nde Kürtlerin arasında bulur. Ben de o köyde, ahırda dünyaya gelmişim. Oradan Malatya’ya göçmüş aile. Malatya’da okula başladığımda Kürtçe konuşuyordum. (Gülüyor) Bugün bile doğru dürüst Ermenice bilmem. Malatya’da ayakkabıcılık öğrenmeye başlıyor. 1959’da İstanbul’a, 1985’te Amerika’ya göç. Soruyor bana: “Şimdi söyle bakalım, ben nereliyim?” Garabet, gülerek devam ediyor: Hep göç! Hayatım göç etmekle geçti. Allah göçü kimseye nasip ettirmesin. Doktor Murat. Kayseri’nin içinden, 1957 doğumlu. Babası Sivas, annesi Yozgat, Küçük Çat’tan. İstanbul’a göç eder aile. 1 969’da, Üsküdar’daki Surp Haç Ruhban Okulu’na gider, anlatıyor: Hrant Dink iki sınıf büyüğümdü, Nazar Büyüm de abilerimizden... Babam 1915’te yetim kalıyor. Anne tarafımda kesim olmamış, baba tarafımda olmuş. Göç 1975’te... Agop. 1961 Kayseri doğumlu. Dede Yozgatlı. Bir tek dedemle kardeşi kurtulmuş, herkes Kesim’de gitmiş. Aile 1961’de İstanbul’a gelmiş, sonra da ver elini Amerika. Nubar. İstanbul doğumlu. Annesiyle babası, Kayseri’nin Gemerek köyünden. 1952’de İstanbul, 1983’te Amerika... Onnik. 1935 İstanbul doğumlu. Balyan’lardan... Annem Kayseri Talas’ta doğmuş. Babası İstanbul Beşiktaş’ta... 1963’te Amerika... Agop. Baba tarafı Kayseri’den, Yozgat Çat’tan. “Annem Boğazlıyan’dan,” deyince, biri açıklık getiriyor: “Hani o kaymakamın yeri...” 1956 İstanbul doğumlu. Anlatmaya başlıyor: Baba tarafım Edirneli, anne tarafım Sivas Zara’dan... 1915’te kesim başlayınca, amcam Bulgaristan’a kaçıyor. Babam İstanbul’a geliyor. Edirne’de kesim yok. Haberler ulaşınca kaçıyorlar. Amcamdan bir daha haber yok. Onun kızlarını ben Florida’da buldum. Kayseri’nin Develi’sinden. Ermenice adıyla Everek’in Yeğya’sında doğmuş... Bedros. Almanya doğumlu. Anayla baba, Malatya Pötürge’den... Aret. İstanbul doğumlu. Baba tarafı Yozgat, ana tarafı Amasya... Rupen. Anlatıyor: Annemin babası Silivri’den... Babamın annesi Konya’dan... Babamın babası Eskişehir’den... Doktor Ruben Sevak Çilingiryan, şair. 24 Nisan 1915’te İstanbul’dan toplanarak sürülen ve 105’i bir daha geri gelmeyenlerden... Babam Der Zor’a gitmiş, tekrar geri gelmiş... Doktor Arto. 1937 doğumlu. Babası Edirne, annesi İzmit Bahçecik doğumlu. Anlatıyor: 1915’te bütün aile kesime gitmiş... Babam eczacı subay olduğu için kurtulmuş... Bir başkası: Babam Gemerekli, annem Karadeniz’den, Çarşamba’dan, Rum. Benim babamla, Dr. Murat’ın dedesi 1915’te birbirlerini kaybedip 1950’de Kayseri’de tekrar buluyorlar. Osep. Tüccar, babası Bingöllü: 73 kişilik ailesinden 1915’ten tek kurtulan babam... Bingöl’den Kanada’ya göç... Dikran. 1961 İstanbul doğumlu: Babam İstanbul Erenköy, annem Kumkapılı. Kumkapı’daki kendi adını taşıyan meşhur meyhanenin sahibi Kör Agop ise annemin dayısı... Adı Kurken. 1955 İstanbul doğumlu. Anne baba da İstanbullu, anlatıyor: Annemin babası, dedem 18 yaşındayken, kesimden kurtuluyor ailesi. Kesim’de ölenler baba tarafımdan... Kulağıma eğiliyor, “Her Ermeni’nin hayatı bir roman” diyor Kurken, “Annem 80 yaşında, kendi başına yaşıyor Los Angeles’ta... Hep dertlenir, ‘Oğlum, şu pencerenin altından geçenlerden Allah için biri çıkıp da bir kere olsun selam vermez ki,’ diye İstanbul özlemini dile getirir.” Diğerinin sözü kulağımda: Çoğu içinde bir buruklukla yaşar, neden buralara geldik ki diye... Acılarla, acıları içine bastırarak yaşayanları dinliyorum bütün gece, Hrant Dink’in fotoğrafının altında. Not defterime yazıyorum: Ermeni diasporasında 1915 daha dün olmuş gibi... Hrant Dink der ki: Şu bir gerçek ki, her iki taraf da birbirine karşı duruşunda huzursuz ve sağlıksız. Saptama ağır gelse de, itiraf etmek gerekir ki: Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla birbirlerine nazaran iki klinik vaka konumundadırlar. Her ikisinin de kimliğinde diğeri ‘öteki’dir ve ‘ötekilik’ bir tür vazgeçilemez varlık halidir. O nedenle, Ermeni kimliğindeki ‘Türk’ün, Türk kimliğindeki ‘Ermeni’nin yadsınamaz rolü üzerine analiz yapmadan, Türk-Ermeni ilişkileri üzerine sağlam öneriler geliştirmek hayli güç. Bugün Türk olgusu Ermeni kimliğinin şekillenişinde önemli bir rol oynar. Ancak Türk’ü algılamak açısından da Diaspora Ermenileri, Ermenistan Ermenileri ve Türkiye Ermenileri arasında ciddi farklılıklar gözükür. Bu üç kesimde travmanın yarattığı hasar ve etki; ağır, orta ve hafif olmak üzere değişik yansımalar gösterir. Türkiye Ermenileri halen Türklerle beraber yaşar, Ermenistan Ermenileri Türklere komşudur, ama Diaspora Ermenilerinin büyük bölümü Türklerden uzaktır. İşte bu, Türk’le tanışıklıktaki mesafe, kimlikte yaşanan travmayı da farklılaştıran temel nedendir. Diaspora Ermenileri için Türk, o tarihte bırakıp gittikleri Türk’tür. O tarih, soykırıma uğradığı 1915’dir. O tarih, Varlık Vergisiyle ‘ekonomik soykırım’a uğradığı 1942’dir. O tarih, kendisine karşı vandalizmin yeni bir versiyonunun yaşandığı 6-7 Eylül 1955’dir. Onun nezdinde Türk ‘hiç değişmez’dir, o Türk’le geçmişte nasıl bir birliktelik kurulmadıysa, bugün de, gelecekte de işbirliği kurulamaz. Ermenistan Ermenileri için de Türk, o tarihteki Türk’tür, ancak şimdi ise yanı başındadır. İstese de, istemese de onunla yarın yan yana yaşamak zorunda. Türkiye Ermenileri için ise Türk zaten birlikte yaşadığıdır. Bu haliyle de Türk olgusu, Diaspora Ermenileri için ne denli olumsuz etki yaratırsa Türkiye Ermenileri açısından aksi yönde bir etki yaratır. Türk olgusu, Diaspora Ermenisi için öfkeyi kabartan bir işlev görse de, Türkiye Ermenisi için travmayı azaltan bir ilaçtır. Diaspora Ermenileriyle Türkiye Ermenilerinin tarihsel bakımdan Türk’le ilişkilerinde bir farklılık yoktur. Aynı şeyleri yaşadılar, ancak sonrasında Türklerin içinde yaşamak ve Türklerle diyaloglar, beraber yaşamayı becerebilen Türkiye Ermenilerinin kimliğindeki travmayı önemli ölçüde yok edebildi ve ilişkilerin normalleşebileceğini gösterdi. Aynı duruma, son zamanlarda Ermenistan’dan Türkiye’ye iş için gelen Ermenistanlıların Türklerle kurdukları diyaloglarda da raslamak mümkün. Ermeni dünyasında bu travmanın yarattığı farklı etkinin yansımaları, her yıl 24 Nisan’da yapılan anma etkinliklerindeki farklı dozlarda görülebilir. Diaspora’da bu gösteriler Türk bayraklarını yakmaya kadar varan, Türkiye aleyhindeki sert anma toplantılarıyla, Ermenistan’da ise çoluk çocuk herkesin sessiz bir şekilde soykırım anıtına gidip vakur bir şekilde çiçek bırakmasıyla gerçekleşir. Türkiye Ermenileri ise isteseler de, istemeseler de en garipleri. Ne bir anıtları var, ne de 24 Nisan’ı anabilecekleri takatleri! (Hrant Dink, İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları, Haziran 2008, s. 15-21) Los Angeles, 31 Mart 2011 Kısa adı UCLA olan University of California, Los Angeles’ın Broad Hall’ünde akşam vakti yapacağım konuşmayla uğraşıyorum otel odamda. Soykırım diyecek miyim? Kafamdaki soru bu. Hazırladığım konuşma taslağımın başında bir cümle var: Sizin acınızı biliyorum, sizin acınızı anlıyorum ve bu acınızı paylaşmak için buradayım. Peki ama hangi acınızı? Soykırım acınızı mı? Yoksa sadece acınızı mı? Dilim neden böyle tutuk ki? Sanki bilmiyor muyum, Anadolu’daki etnik, düşünsel, kültürel her türlü farklılığa, çoğulculuğa son vermeyi amaçlayan o Türkleştirme ve Sünnileştirme siyasetinin İttihat Terakki döneminde başlatıldığını... "İç düşman"lardan arındırılmış bir Anadolu istendiğini... İttihat Terakki’yle cumhuriyetin kuruluşu arasındaki devamlılığı... Ve bu açılardan 1915’in tarihi bir dönüm noktası olduğunu bilmiyor muydun da, dilin hâlâ tutukluk yapıyor? Biliyorum tabii. Yıllar içinde ağır aksak öğrendim. Peki o zaman, düşündüğünü neden söyleyemiyeceksin ki? Tutukluk sürüyor! Konuşma metnimin başındaki o cümleye soykırım sözcüğünü bir ekliyor, bir siliyorum. Erivan’da da öyle olmuştu 2008’in Eylül ayı başında. Ermeni Soykırımı Anıtı’na gidecek miyim, gitmeyecek miyim? Sonunda gitmiş, Hrant Dink’in acısına beş sap beyaz karanfil koymuş, fotoğraf çektirmiş ve Milliyet’te yazmıştım. Ama soykırım anıtını ziyaret fotoğrafımı 2008 yılı Eylül ayında yayınlamamıştım. Soykırım diyecek miyim? Bir yazıyor, bir çiziyorum üstünü. Neden? Sorunum nedir bu sözcükle? Ermeni Soykırım Anıtı’nı ziyaret ettim. Ermenilerden Özür Bildirisi’ni imzaladım. 24 Nisan 2010 tarihli Milliyet’teki yazımın başlığı, “Ermenilerin 24 Nisan acısını paylaşıyorum”du. Ayrıca, 24 Nisan’ın soykırım olduğunu düşünüyordum. 1915’de Osmanlı devletini yöneten İttihat Terakki diktasının, onun derin devleti sayılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın Ermenilere yaptıkları planlı programlıydı. Bunun da insanlığa karşı gerçek bir suç oluşturduğuna inanıyor ve bu kanlı mirasın günümüzde artık reddedilmesinin Türkiye’yi büyüteceğini düşünüyordum. Ama soykırım tartışmalarına girmiyordum. Hrant’ın dediği gibi: Atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz. Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi. Bir devlet kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir? "Buna soykırım mı desek, göç mü desek?" diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi parçasını kurtarmış olacağız?” Aklıma Hrant’ın bu sözleri geliyor. Kelimeler arasındaki kıvrantı. Soykırım mı? Tehcir mi? Trajedi mi? Kıyım mı, toplu kıyım mı? Katliam mı? Kesim mi? Soykırım kelimesiyle derinlerine giden bir meselem olduğu için mi otel odamda kıvranıp duruyorum? Ne düşünüyorsam, neye inanıyorsam apaçık söylemekten, yazmaktan beni alıkoyan ne? Tabular? Korkular? Mahalle baskısı? “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!” 301’ler? ‘Vatan hainliği’ damgası? “Dün Ali Kemal, bugün Hasan Cemal?” Kaç yaşına geldim, kaç yıldır demokrasiyi, ifade özgürlüğünü savunuyorum, ama hâlâ bazı düşüncelerimi kendime saklamaya devam mı edeceğim? Hâlâ dokunamayacağım kendi tabularım mı olacak? Ya da hâlâ özgürleşemeyecek miyim? Ayıp değil mi Hasan Cemal? En nihayet soykırım sözcüğünü ekliyorum konuşmamın girişindeki o cümleye: Sizin acınızı biliyorum, anlıyorum ve soykırım acınızı paylaşmak için buradayım. UCLA’nın Broad Hall’ü dolmuş. İki sivil polisle arka kapıdan giriyorum. Güvenlik önlemleri biraz abartılmış. Yerde oturan gençler de dışarı çıkartılıyor, itfaiye öyle istemiş... Dikkatler üstümde. “Cemal Paşa’nın torunu ne diyecek?” Kuliste vozurdayanlar olmuş: “1915’te bizi kesenlerin torununu ne diye davet ettiniz?” “Benim için hiç de kolay bir akşam olamayacak,” diye başlıyorum konuşmama, “Bakıyorum hep tanıdık yüzler... Anadolu’dan hepinize selam getirdim. Köklerimiz aynı topraklara uzanıyor,” dedikten sonra da birkaç kelime Ermenice konuşup ekliyorum: Soykırım acınızı biliyorum, paylaşıyorum. Alkış kopuyor. Uzun ama güzel, biraz da hüzünlü bir akşam. Devam ediyorum: Ben buraya Ermeni gençlerine elimi uzatmak için geldim. Acılar elbette unutulmayacak. Ama acıların barışa giden yolları tıkamasına da izin vermeyeceğiz. Onlara arkadaşım Bahadır Demir’i anlatıyorum, 1973 yılı Ocak ayında, Los Angeles’ta yaşlı bir Ermeni’nin cinayetine kurban giden ilk Türk diplomatını... Sessizce dinliyorlar. Bir başkası, bir Ermeni genci, 1980’lerin başında Beyrut’tan Amerika’ya okumak için gelmiş. Üniversite kafeteryasında sıra beklerken yanına biri gelmiş. Türk olduğunu öğrenince duygularını şöyle anlatıyor: İlk kez karşımda bir Türk... Elim ayağım boşaldı. Bir Türk! Ne yapacağımı, ona nasıl davranacağımı şaşırdım. Bu duvarlar hâlâ yıkılmayı bekliyor. Türkiye’nin, Ermenistan’ın, Ermeni Diasporası’nın ve iki tarafta da sivil toplumun yapması gerekenler var bunun için. Diyalog kanallarının çoğaltılması, genişletilmesi lazım. Türkiye-Ermenistan sınırı mutlaka açılmalı. Ankara, Ermeni Diasporası’nın bir öcü olmadığını anlamalı. Ders kitapları yeniden yazılmalı... 1915’in, Türkiye’de çok daha özgürce tartışılması şart. 1915 demek artık soykırım demek. Yalnız Ermeniler değil, neredeyse bütün dünya için öyle. Soykırım gerçeği değişmez! Ama bu gerçek, Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını, ilişkilerin normalleşme rayına oturmasını, Ermeni Diasporası’yla diyalog kanallarının açılmasını, sivil toplum ilişkilerinin geliştirilmesini engellemez. Engellememelidir de. Eğer engellerse, araba atın önüne konmuş olur ki, bu da kimseye yarar sağlamaz. Ve sözü ‘tutsak akıl’lara getiriyorum: Dünyanın her yerinde ve insanlık tarihinin herhangi bir diliminde tutsak akıllardır, barış ve demokrasiye açılan yollardaki en büyük engeller. Türkiye’de de bu tutsak akıllardan kurtuluşun yollarında yürünüyor artık... (Hasan Cemal, 1915: Ermeni Soykırımı, Everest Yayınları, sayfa 170-182) Kaynak: Hasan Cemal T24 Köşesinden yazdı: https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/soykirim-ozgur-akil-tutsak-akil,30743