ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Carmen Boullosa’nın Cristina Peri Rossi ile yaptığı söyleşiCristina Peri Rossi, Latin Amerika’nın El Boom (Patlayış) Kuşağı’yla ilişkili tek kadın yazarıydı. Uruguay’ın en sivrilmiş ve saygın yazarlarından biri olan Rossi, diğer El Boom yazarlarının muadili olmak için gereken her şeye sahipti. 60’lar ve 70’ler boyunca onların desteklediği tüm davalara iştirak etti, politik tutumu hasebiyle iki defa sürgünlüğe mahkûm edildi. Öte yandan Julio Cortazar’la yakın arkadaştı. Ancak her şeye rağmen Boom kuşağıyla olan ilişkisi kısıtlıydı. Boom kuşağını Marquez ve Cortazar gibi temsil ve karakterize eden birkaç mensubunun fantastik, büyülü gerçekçi edebiyat tutkusunu paylaşmadığı için değildi bu durum. Maria Vargas Llosa da bu türle ilgilenmemişti, ancak buna rağmen her zaman Boom’un en önemli edebiyatçılarından biri oldu. Rossi oldukça yaratıcı ve üretken bir yazar. 37’yi aşkın romanı, kısa öykü koleksiyonu ve şiir kitabı yayımlandı. Catalunya Radio isimli halk radyosunda gazeteci ve politika yorumcusu olarak çok daha politik ve çok daha az siyasal bir toplum için sesini ortaya koymakta.

Rossi’nin sahifeleri daima beylik lafızlara, klişelere, formüllere, edebi geleneklere meydan okudu. “Sahip olmak aldatıcıdır sevgilim. Sahip olduğumuz her ne varsa başkalarınca belirlenir. İşte bu yüzden hayal kurmayı öneriyorum.” Ve olası tahrikine cevaben şunu tartışıyorum: “Dişil bir yazar olduğunu söylemiyorum, çünkü değilsin. Eserlerinizin icra edilişinde, nesriniz erkeklikle bezenmiş. Şiirleriniz ve onların izlekleri çift cinsiyetli niyette, arzuda tezahür ediyor.”

Carmen Boullosa: “İtalyan göçmeni bir ailenin kızı olarak Montevideo’da doğdunuz, öyle değil mi!?

Rossi: Annem ve babam İtalyan göçmenlerin torunları; ancak evde yalnızca İspanyolca konuşulurdu. Montevideo bir göçmenler kentiydi: 2. Dünya Savaşı esnasında bulundukları ülkeleri terk eden Yahudiler ve İtalyanlar, İspanya İç Savaşı’ndan kaçanlar ve Ermeni Tehciri’nden sağ kalanların çocuklarından ve torunlarından müteşekkil bir kenttir Uruguay.

C.B. : Okuyan bir ailede mi büyüdünüz?

Rossi: “Annem –ki hâlâ hayatta, ortalıkta olan, doğrusu çok talihliyim, o 92’sinde- bir öğretmendi ve hanemizin tek kitap okuyanıydı; evet, bana çok kitap okurdu. Bana hamileliğinde yüksek sesle kitap okuduğunu ve yekvücut olarak müzik dinlediğimizi söylemişti. Müziği bunca sevmemin nedeni belki de budur. Ancak bu yüzden yazar olduğumu söylemek şüpheli, emin olamayacağım bir şey. Kesin olan şu: Bana bir gün bir otobüse bindiğimizi, onu çok şaşırttığımı, çünkü bir reklamı yüksek sesle okumaya başladığımı anlattı. Çok erken yaşlarda akıcı bir şekilde konuşmaya başladığımı söylerdi bana. Ve kendi kendine, benim hakkımda, “Ne talihsizlik ama! Korkarım yazar olacak!” derdi.

C.B. : O vakitler edebiyatın bir nevi altın çağı mıydı? Yazar olduğunuz ya da genç bir yazar olarak oluşmaya başladığınız yılların Montevideo’sundan bahsedebilir misiniz?

Rossi: Montevideo, benim doğumumun biraz öncesine değin ihtişamlı zamanlar geçirmiş. Uruguay’ın güya patlama, atılım yılları; Uruguay pezosunun Amerikan dolarına eşit olduğu 2. Dünya Savaşı yıllarına karşılık gelir. Daha sonra savaş sona erdiğinde, Uruguay’ın başlıca ihracat kalemleri olan sığır eti ve yünün değeri düştü; çünkü ithalatçı ülkeler, üretici oldu; ABD de onlardan biriydi. İşte bundan sonra Uruguay’ın endüstriyel gelişimi durdu. Hükümet, IMF’ye yüklüce borçlandı, enflasyon oranı %100’e ulaştı ve nihayetinde yoksullaşmış orta sınıf tamamen ortadan kayboldu.

C.B. : Yani dünyanın ahırı ve ambarı olarak hizmet veren Uruguay ve Arjantin’in ekonomisi tıkanma durumuna geldi.

C.Rossi: Oldukça mütevazı bir aileden geliyorum. Annem öğretmen, babam ise işçiydi; hem de yerinden yurdundan edilmiş birçok çiftçinin müşterek dramıyla kente göç etmek durumunda kalmış biriydi. Babam topraklarını, köyünü özlemekten asla vazgeçmedi ve asla tamamen şehirli olamadı. Hatırlarım da, o dönemler ekonomik endişelerimiz vardı, ancak her şeye rağmen eğitim alabilmiştim, çünkü sosyal demokrat hükümet herkese eşit ve laik bir eğitim sunuyordu. Vaktimi okumak istediğim kitapları not düşerek ve kitapçıları ziyaret ederek geçirirdim, ne var ki parasızlıktan çok az kitap satın alabilirdim. Daima kütüphanelerin müdavimi ve çok iyi bir kütüphane okuyucusu oldum. Milli Kütüphane'de Simone de Beauvoir'ın İkinci Cinsiyet’ini okuduğumda yaşım on altıydı.

C.B. : Peki Montevideo’daki kütüphaneler nasıldı?

C.P. Rossi: Mili Kütüphane fevkalade bir kütüphaneydi, aynı zamanda kitapçılar da harikaydı. Benim için her zaman büyüleyici olan ve aynısını sadece New York’ta gördüğüm bir durum geçerliydi: Kitapçılar bütün gece açıktı; plak dükkânları ve kafeler de hakeza öyleydi. Annemin de dediği gibi bir gece kuşu olan ben, bütün geceyi satranç oynayan fahişelerle karşılaşabileceğim kafelerin göbeğinde ya da onları istismar eden sarhoş adamların arasında veya Baudleaire’i Fransızca olarak ezberinden okuyan bir satranç ya da matematik öğretmeninin yanında geçirebilirdim. Bu, beni mütemadiyen büyüleyen bohem bir dünyaydı, aynı zamanda bir kaybedenler dünyasıydı, zira Uruguaylı olmak çok tuhaf bir şeydir. Gemilerden karaya inen Uruguaylıların İspanyolca konuşan ama Fransız kültürüne, kapitalist bir ekonomik birikime, öte yandan Arap cömertliğine sahip İtalyanlar olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle oldukça farklı bir karışımız biz. Oysa benim için Uruguay’ın o büyük kitapçılarında, asla satın alamayacağım kitaplara iki üç saat boyunca bakmak büyüleyici bir şeydi. 17’mdeyken bir İspanyol sürgünün kitabevine giderdim. Günlerden bir gün, vitrinde ilginç isimli bir kitap keşfettim: Carson McCullers, Küskün Kahvenin Ezgisi. İçeri girdim ve ederini sordum, o anda bana ulaşılamaz görünmüştü. O vakitler elimden gelebilecek en büyük fedakârlıkta bulundum: O kitabı satın alabilmek için bir ay boyunca sigarayı bıraktım, -o yıllarda sigara içiyordum ve o bir ay, hayatımın en kötü ayıydı-. Ayrıca o ay, üniversiteye yürüyerek gidip geldim. Kitap hâlâ favorilerimden biridir.

C.B. : Bildiğim kadarıyla Montevideo’dan ayrıldığınızda üç bin ciltlik bir şahsi kitaplığınız vardı…

Rossi: Maalesef onları yitirdim. İlk kütüphanemin tamamını ardımda bırakmak zorunda kaldım, çünkü askeri darbeden kısa bir süre önce 24 saat içinde çok hızlı bir şekilde kaçmak zorunda kaldım. Ordu, evimde kalan bir öğrenciyi kaçırmıştı. Dairemi öylece, olduğu gibi terk ettim ve sonra satmak zorunda kaldım, çünkü diktatörlük firarilerin evlerini kamulaştıran bir kararname çıkarmıştı.

C.B. : Ama daireyi kurtarmayı başardın.

Rossi: Evimi İspanya’dayken çok ucuza sattım. Aslında onu vermek zorunda kaldım, zira vermezsem orduya devredileceğini biliyordum. Ailem kütüphanemi korumadı. Korkuyorlardı ve ordu hakkımda arama kararı çıkardığı ve yurttaşlığımı iptal ettiği için kütüphanenin onları tehlikeye düşüreceğini düşünmüşlerdi.

C.B. : Bir yazar için kıymetli bir şeyleri kurtarmak, aynı zamanda ardında bırakmak çok önemli olsa gerek.

Rossi: Yazmayı sürdürebilmek için yazdıklarımı unutmam gerekiyor. Bu o kadar doğru bir durum ki, bazen bir radyo programında ya da bir makale kaleme alırken insanlar bazı kitaplarımın satırlarından alıntı yapıp bana yazarının kim olduğunu soruyorlar ve ben, bilmediğimi söylüyorum ve sonra bana ait oldukları ortaya çıkıyor. Ancak bu bir tür bilinçsiz arındırma mekanizmasıdır; şayet yazdığım her şey bilincimde olsaydı yazmayı bırakırdım. Toplu Şiirler’imi ve Toplu Öyküler’imi yayımladıktan sonra depresyona girdim, çünkü bu metinleri aynı şekilde tekrar yazmak istedim, tıpkı Borges’in Pierre Menard hakkındaki öyküsü misali. Yitirdiğim zamanı kurtarmak istedim, lakin bir daha asla 25’imde olamayacağımı idrak ettim.

C.B. : Yazar, kendi kitaplarıyla okuyucunun yapabileceği gibi yakın bir ilişki kuramaz. Bir okuyucu olarak bir kitaba tapıyorsanız, ona her zaman geri dönebilirsiniz, ancak bunu bir yazar olarak yapamazsınız. Yazdığı kitaplar mühürlüdür artık. Söylediğiniz bir şey çok ilginç: Yazdığın kitapları unutuyorsun. Edebi formüllerin yazarı değilsiniz, kendi icat ettiğiniz bir formülün yazarı bile değilsiniz.

Rossi: Hayır. Benim formülüm asla karakteristik, tipik bir tarza sahip olmamaktır. Neden? Çünkü Kafka'nın fazla Kafkaesk olduğu bir an gelir. Karakteristik bir tarz, hayatın kaleydoskopuna sadece tek bir açıdan bakıp lensi asla çevirmemektir. 19. yüzyılın ve 20. yüzyılın başındaki en büyük edebi hırs olan kişisel bir stile sahip olmak, hiçbir zaman benim tutkum olmadı. Yazarken büyük bir tazeliğe sahip olmalıyım, bu yüzden yazdığım her şeyi okumuyorum ve her şeyden önce yazdığım son kitabın tarzını unutuyorum. Özgürlüğe sahip olmak istiyorum ve ayrıca her hikâyenin kendi tarzını hak ettiğine inanıyorum.

C. B.: Ve şimdi Barselona'ya gitmeden önce bir an için Montevideo'ya dönmemizi istiyorum; ait olduğunuz bu edebi dünyaya. Felisberto Hernández, Onetti ve Benedetti, ilk edebiyat eleştirmeniniz… Sizin için önemli olan, yakın olan başka hangi yazarlar vardı? Gerçek bir edebi hayat, insanların sohbet ettiği bir alan var mıydı?

Rossi: Kendimi her zaman bir âsi olarak görmüşümdür. Karşılaştırmalı edebiyat okuduğum ve “liceo” dediğimiz yerde ya da liselerde çalışmaya başladığım andan itibaren –henüz çok gençken, çünkü üniversitede paramı ödemek zorunda kaldım- hiçbir Uruguaylı yazarın halefi, varisi olmadığımı açıkça anladım. Etkilendiğim yazarlar çok çeşitliydi, ancak mutlaka Uruguay edebiyatından gelmiyorlardı. Şöyle bir baktığımda bana istisnai gelen Felisberto Hernández'e büyük hayranlık duyuyordum, onu hâlâ seviyorum, ama onu okumaya başladığım vakitlerde kimse onu okumuyordu. “El Boom” henüz olacağı gibi olmadığı zamanlarda yazmaya başladım. Daha sonra en çok satanlar haline gelen kitapların çoğu, daha önce çok az beğeni toplayanlardı. Borges'in ilk kitabı yalnızca 23 nüsha satmıştı mesela.

C.B. : Angel Rama ile de tanıştın mı?

Rossi: Tabii ki! Sana ondan bahsetmek istiyorum, çünkü Angel Rama, edebi serüvenimde çok belirleyici oldu. Arca isimli bir yayınevinin yöneticisiydi. 30 yaş altı yazarlar için bir yarışma tertiplemişti. Ben o sıralar 22 ya da 23’ümdeydim. Yarışmayı Metruk Müzeler (Los Mueseos Abandonados) adlı romanımla kazandım. Onunla gayet samimi ve mesafeli bir ilişkim vardı. Sanırım "La Rimbaudcita" olarak adlandırılmamdan sorumlu olan oydu. Gariptir, Rimbaud şiiri, benim gözde, favori şiirim değildir; bana ergence kotarılmış bir şiir dalı gibi gelir. Bu “takma isim” yazdıklarımdan ziyade başkaldıran ve ikona kırıcı tavrımdan kaynaklanıyor olmalı. Kim bilir, belki de hem eserlerim hem de kişiliğim öyleydi. Metruk Müzeler henüz ikinci romanım olmasına rağmen Rama onun özgünlüğünü, tarzının ve yapısının karmaşıklığını övmüştü. Yaşam ve kültür arasındaki çatışmayı, yani ölüm dürtüsünü uç noktaya taşıdığı için Metruk Müzeler’in sınıflandırılamaz olduğunu düşünüyordu. Bir denemede geliştiremeyeceğim kadar çok Freudyen bir şeydi, ancak onu bir romanın konusu ve üslubuyla temsil edebiliyordum, onu bir roman kurgusu, konusu ve üslubu içinde temsil edebildim. Rama aynı zamanda benzersiz olduğumu düşünüyordu çünkü o zamanlar ortalıkta karşılaştırılabileceğim başka bir kadın yazar yoktu. Latin Amerika Patlaması kadınları içermiyordu.

C. B.: Ángel Rama’nın sınıflandırılamaz olduğunuza dair fikrini destekliyorum, ancak Montevideo’nun inkâr edilemez erdemlerinden birisinin de müstesna kadın yazarlar var etmek olduğuna inanıyorum (neyse ki kelimenin önyargılı anlamıyla “kadınsı” yazarlar değil). İşinizle hiçbir ilişkileri yok ama şehrinizi paylaşıyorlar. Marosa di Giorgio, her zaman aynı kitabı, Los Papeles Salvajes'i (Vahşi Sayfalar) yazmış gibi görünse de olağanüstüdür. Yine sıra dışı bir şair olan Ida Vitale var. Ve Armonía Somers, Un retrato para Dickens (Dickens için bir portre) adlı eseriyle anılmayı hak ediyor.

Rossi: Katılıyorum. Uruguay daima olağanüstü kadınlar yarattı. Şüphesiz feminist hareketin Uruguay'da çok erken tarihlerden itibaren başlaması buna katkıda bulundu. Öyle ki annemin kuşağı, evlilik ve ev işlerinden nefret ettikleri için çalışmaktan zevk alan ve bekâr anneler olmayı yeğleyen kadınlardan oluşuyordu.

C. B. : Ya Delmira Agustini?

Rossi: Delmira Agustini figürü ise biraz karmaşık, çünkü Delmira Agustini, Modernista arzusu olan orta sınıfta mensup bir genç kadındı.

C. B. : Hane içinde küçük bir kız, imgeleminde bir vampir…

Rossi: Piyano çalan, orta sınıfın yaptığı her şeyi yapan ama şiir yeteneğine sahip, gurur duyduğu ve gıpta ettiği Modernista şairlerine hayranlık duyan bir küçük kız… Ama ya sonra!? Gitti ve şiirsel ilgi alanlarını paylaşmayan bir işadamıyla evlendi, değil mi!? Ve çok bahtsızdı. Evlendiği adama karşı gerçek bir fizikî çekim hissetti, ancak iki aylık evliliğin ardından takdire şayan bir ifadeyle ailesinin evine döndü: "Evlilik bir kabalıktır." Ama sonra kocasını genelevde görmek için bahaneler, gerekçeler uydurmaya başladı. Başka bir deyişle bir eş olmaktan sevgililiğe geçti. Çift, boşandıktan sonra birbirlerini görmeye devam etti. Nihayetinde eski eşi, yeni sevgilisi bir genelevde Delmira’yı vurdu. Belki de Delmira’nın aşılamaz çelişkisi, asla özgürleşmiş bir kadının “sapkın yolunu” takip etmemesiydi. Küçük burjuva ile bohem yaşam üslubu arasında kalakalmıştı. Kadın olarak geleneksel rolünü yerine getirmeye çalıştığını söyleyebilirdiniz ve bu ters gitti. Korkunç bir ters yüz, tepetaklak oluştu bu. Zavallı kadın!

Bir de María Eugenia Vaz Ferreira’dan bahsetmeli. Kadın olmanın, üstüne üstlük “tuhaf” olmanın sonuçlarına katlanmak zorunda kaldı, çünkü hiç evlenmedi, hiç çocuğu olmadı, şiir yazdı ve onu akıl hastanesine kapattıran bir felsefeci kardeşi vardı. Yüzyılın başında başlayan bu kuşakta kadınlar geleneksel rollerden koptu, ancak diyeceğim o ki kesin kopuş, benim kuşağımla birlikte mümkün olabildi.

C. B. : Örneğin evde kalmak ya da bir manastıra kapanmak…

Rossi: Politik olanlar da dâhil başkaca seçenekler de vardı.

C.B: Sizin kuşağınız aslında hem entelektüel hem de politik faaliyetlere adanmış bir nesil.

Rossi: Evet, tabii ki. '68 kuşağına aitim ben ve o zamanların değerlerini savunmaya devam ediyorum: cinsel özgürlük, üni kültür, işçiler ve öğrenciler arasındaki ittifak, otorite karşıtı isyan, hayal gücünün üstünlüğü...

C.B. : Büyük feminist devrimin faydalarını da gördünüz.

Rossi: Çok doğru! Feminizmin Avrupa ve ABD’den yayılan ikinci dalgası, geleneksel militanlık tarafından yutulmuştu. Zaten çoktandır Uruguay’da mevcut olan feminizmin gelişimi, gerilla hareketine ya da radikal sola katılarak biz kadınların henüz erişemediği güç seviyesine ulaşacağımızı bizlere vaaz ve vaat edenlerce akamete uğramıştı. Elimizdeki yegâne şey, kadınlara erkeklerden daha fazla baskı yapmaktı. Birçok erkek hapsedildi; kadınlar da nitekim öyle, ama kadınlara sistemli şekilde tecavüz edildi. Başka bir deyişle, baskı Uruguay'da hüküm süren maçoluğu daha da pekiştirdi.

C.B. : Evet, tecavüzler…

Rossi: Ordu elbette erkeklere dayak attı, işkence yaptı; ancak kadınlara karşı da bunu uyguladı ve tecavüz vakaları yaşandı. İşte o an, biz kadınlar, hiçbir yerde, cezaevlerinde bile eşit olmadığımızı öğrendik. Ayrıca sol parti ve örgütlerin içinde iktidar ilişkileri hâlâ oldukça yapısal bir vaziyette. Feminist devrimlerin Latin Amerika’daki sol devrimlerle çok az ilgisi var. Farklı bir iktidar mekanizması önerdiler, ancak bu hâlâ iki cinsiyet arasındaki hiyerarşiyi, asimetriyi muhafaza eden bir yapı. Bir tür erkek ordu yerine bir başkasını ikame ediyor. Sürgündeki eski Tupamaro gerillası kadınlarına rastladım; ciddi bir düşünce sürecinden geçip militan feministler haline geldiler ve bu durumun onları daha eksiksiz ve saygın, daha az baltalanmış hissettirdiğine tanık oldum.

C.B.: Ayrılmak zorunda kaldığınız Montevideo'dan başlayalım, tercihiniz haricinde değildi bu durum, ama kendi derinizi kurtarmak için, bir sonraki kadın kurbanın büyük olasılıkla siz olabileceğini bilerek. Ve Barselona'ya neredeyse hiçbir şeyiniz olmadan geldiniz.

Rossi: Uruguay’daki gerilla hareketlerinden bahseden ilk kitabın, kaleme aldığım Libro de mis primos (Kızenlerimin Kitabı) olduğunu hatırda tutmalı. Ayrıca Metruk Müzeler’in ilk baskısında daha sonra düzelttiğim gerillaya bir ithaf bile vardı. Kitap gerillaların temel çatışmalarını, burjuva kökenlerini, entelektüellere karşı duydukları nefreti ve kadınları aşağılamalarını işliyordu. Cortazar kitabımı okuduktan sonra kendi romanı olan A Manuel For Manuel’in ilk versiyonunu çöpe yollamak zorunda kaldı, çünkü romanlarımız fena halde birbirine benziyordu. Ben Metruk Müzeler’i yazdığımda Cortazar’la henüz tanışmamıştık. Bu meseleler, 68 Kuşağı’nın semalarında süzülüyordu; LA Habana, Montevideo ve Paris gibi muhtelif kentlerde yaşayan insanların gündelik yaşantısının bir parçasıydı.

C.B. : Barcelona’daki politik aktivizminiz nasıl geçmişti?

Rossi: Kendi derimi kurtardığım için hissettiğim suçluluğa karşı koymanın tek yolu -öğrencilerimi, yoldaşlarımı, siyasi mahkûmları terk ettiğim için kendimi çok suçlu hissettim - kendimi diktatörlüklere, Uruguaylılara ve Franco’ya karşı savaşmaya adamaktı. Arkadaşlarımın akıl yürütmesini takip ettim: "Uruguay dışında bir mezarda veya hapishanede olduğundan daha değerlisin." Bunu kabul etmek benim için çok zordu çünkü öğrencilerim için büyük bir dayanışma, büyük bir sorumluluk duygusu hissettim.

C.B. : Demek Franco’nun Barcelona’sına vardınız önce.

Rossi: Evet, yaptığım ilk şey, Franco karşıtı direnişle bağlantı kurmaktı. Barcelona’da iki politik cephede mücadele verdim: Hem Frankoculuğa karşı, hem de Videla ve Pinochet gibi ismi az bilinen diktatörleri olan küçük bir ülke olarak Uruguay’daki siyasi durum hakkında halkı bilgilendirmek.

C.B. : Bu da sizi 1974’te kovmalarına sebep oldu.

Rossi: Beni sınır dışı ettiler ve Paris’e gitmek zorunda kaldım.

C.B. : Peki bu ikinci sürgünlük ne kadar sürdü?

Rossi: Yaklaşık dokuz ay sürdü. Bu sadece bir sürgünlük değildi, aynı zamanda vatandaşlığım iptal edilmiş ve bütün resmi evraklarımı yitirmiştim. Esasında Fransa’da yurtsuz ve gizli saklı tutulmuştum, bu da beni bir ‘akut kaygı bozukluğu’ durumuna sokmuştu.

C. B. : Peki bu şaşkınlık verici hikâye içinde İspanyol yurttaşlığını nasıl edindiniz?

Rossi: İspanya’daki yoldaşlarımın dostluğuna müracaat ettim ve bir koca edindim. Cesurduk, ne de olsa sadece kilisede evleniliyordu ve boşanmak diye bir şey yoktu. İspanya’ya gizlice girdim ve bizi evlendirecek solcu bir rahip buldum. Böylece İspanyol vatandaşlığını kazandım. Bereket versin ki kocam eşcinsel çıkmıştı.

CB: La última noche de Dostoievski (Dostoyevski’nin Son Gecesi) hakkında anlattığınız bir anekdot var: Kitapta kimi değişiklikler yapmanız karşılığında yayıncılar size yüklüce para değerinde sulu bir ödül teklif ettiler, ki bunu yapmayı reddetmişsiniz.

Rossi: Bu yüzden bir evim yok, ev kiralıyorum hep.

C.B. : Peki o halde Dostoyevski'nin Son Gecesi’nin kazanamadığı ödül hakkında konuşalım. Bu değişiklikleri yapmamak senin için neden bu kadar önemliydi?

Rossi: Çünkü nispeten gençtim ve pazarı tek başıma alaşağı edebileceğimi düşünüyordum (gülüyor). Bahsettiğimiz şey on beş yıl önce olmuş olmalı. Barselona Şiir Ödülü’nü kazandım. Edebiyat temsilcim Dostoyevski’nin Son Gecesi’ni yazdığımı biliyordu. Ve bana, “Baksana, insanlar aldığın ödül hakkında konuşuyorlar ve harika bir yayınevi arayıp bir romanın için ödülleri olduğunu söyledi. Bana "Romanı bitirdin mi?" diye sordu. “Evet, yeni bitirdim,” dedim. "Onlarla bir toplantımız var,” dedi. Onlara romanı verdim ve 15 gün sonra beni aradılar, nouveau riches gibi çek defterlerini çıkardılar ve dediler ki, "Eğer bazı değişiklikler yapmayı kabul ederseniz şimdiden size para ödülünü vereceğiz çünkü haliyle bu epey para olduğu için çok sayıda kopya satmamız gerekecek ve romanın daha ticari olmasına ihtiyacımız var,” denildi. Kendimi derinden gücenmiş hissettim. Her şeyden önce bunu bana söyleyen basın direktörü de bir yazardı çünkü. Ben de ona şöyle dedim: "Bir karışıklık söz konusu. Kitabımı bahse konu ödül için teslim etmedim. Eğer ödülü bana vermek istiyorsanız buyurun ama roman olduğu gibi kalıyor. Bu başarısız bir kalkışma da değil üstelik. Bu romanı başka bir şey yazmak isterken yanlışlıkla yazmış da değilim. Hayır! Bunu yazmak istedim.”

C.B. : Ne gibi değişiklikler yapılmasını istedi?

CPR: Yazara romanının nasıl akması gerektiğini söyleyen Anglo-editör figürünü çağrıştıran biriydi. Ona şöyle dedim: "İlk olarak sen Anglo değilsin, ben de değilim. Ve ikinci olarak eğer muhatabım bir Anglo-editör olsaydı ona da sana söylediğim şeyi söylerdim: Kitaplarımı kendim yazıyorum. Editör bunları düzenler, yayına hazırlar. Editör editördür, ama ben yazarım."

C.B. : Yapısal bir değişiklik miydi? Önemli mi, yoksa radikal mi?

CPR: Sadece belirli bölümlerin sırasını değiştirmeyi değil, karakterin kumar bağımlılığını biraz daha belirginleştirmek ve onu çekici kılmak için başkalarını da eklemeyi ima etti, ancak karakter aslında krizde ve kumarı bırakmak istiyor. Ayrıca önemsiz ve sadece örnekleme görevi gören aşk hikâyesinin de başından itibaren genişlemesini ve dâhil edilmesini istemişti. Bana göre psikanaliz seansları romanın önemli parçalarıdır: temel değerleri, okuyucuya terapistle olan ilişkinin geliştiği tüm belirsizliği iletmektir. Psikanaliz sayesinde karakter, gerçek arzusunu keşfeder. Ben de ona, “Farklı bir roman istiyorsunuz. Ödülü buna değil başka bir kitaba verin," dedim. Aslında gülünç bir durumdu.

C.B. : Şimdi olsa yine aynısını yapar mıydın?

Rossi: Edebiyat dünyasına karşı o kadar hayal kırıklığına uğradım ve dünyanın kapitalist yollarından o denli hüsrana kapıldım ki bundan bahsetmek istemiyorum. Hayal kırıklığına uğramış kelimesi yanlış bir isimdir: Pazara yönelik veya ticari literatür hakkında hiçbir zaman yanılsamalarım olmadı. Aslında şimdi ne yapardım biliyor musun?

C.B. : Ne yapardın?

Rossi: Ona, “Bana bak! O halde kendin yaz, tamam mı!? Kendin yaz, ben de imzalayayım!”

C.B. : Gerçek edebiyat dünyasıyla hayal kırıklığına uğramak bir şey; kitap işi, yazarların ve editörlerin küçük klikleri ile hayal kırıklığına uğramak başka bir şeydir.

Rossi: Biz yazarların edebiyat dünyasının bu dönüşümünü kabullenme derecesinden ötürü hayal kırıklığına uğradım. Bu hedefi kabullenme derecemiz ise kendimize ait bir daire, Hawaii’de tatil, gıcır gıcır bir araba ve televizyon ekranlarında görünmek oldu. Referanslar değişti: Bu yaygın bir din değiştirme hali sanki. 30 yaşında bir gencin arzu ettiği şey, ticari bir roman yazmak, ancak daha da garip olanı, 60’lı yaşlardaki çocukların da aynı şeyi istemesi. Herkes edebiyattan para kazanmak istiyor. Mesela hayatım boyunca farklı mesleklerim de oldu: Tercümanlık ve gazetecilik yaptım. Maalesef burada, Barselona’da öğretmenlik yapamam… Eğer diplomam geçerlilik kazansaydı hayatımı farklı bir şekilde kazanırdım. Ve işte o zaman da edebi eserlerimin parayla bağı olmazdı, değil mi!? Çünkü öte yandan, haliyle, ticari bir roman yazma hususunda kendimi tamamen yetersiz hissediyorum.

C.B. : Senin haklı olarak çok kızgınlaştığın şey; bir meydan okuma ve varoluşsal bir olarak değil de bir muamma, kafa karışıklığı yaratma türü olarak edebiyat fikri.

Rossi: Bir bilgi biçimi olarak…

C.B. : Bundan emin değilim.

Rossi: Edebiyat bir bilgi biçimidir. Ancak konusu duygular, hislenmeler, çatışmalar olan, ona yalnızca öznel bir kadrajdan erişmemize izin veren bir bilgi biçimidir.

CB: Aynı zamanda bir tür cehalettir. Yine Elena Garro'yu düşünüyorum da: o bir çılgın gibi deliydi ve örnek bir figür olmak dışında her şeydi, ama edebi dünyası, hayatın asla anlayamayacağı o karanlık alanlara ışık saçıyor.

CPR: Çılgın insanlar pek çok yeteneğe sahip olma eğilimindedir. Bir çeşit tazminat olmalı.

CB: Sanat eserinin, vazgeçilmez bir işe yaramazlık alanı olarak edebiyat. Aptallıktan nefret ediyorum. İnsanların bir şeyleri şekerle kaplamasından, aldatmalardan, yanlış yanıtlardan tiksiniyorum. Edebiyat rahatsız edicidir, iyi bir film de öyle. Ve benim için en rahatsız edici olan şey, benim için en eğlenceli ve büyüleyici bulduğum şeydir.

Rossi: İşte bu! Bilginin rahatsız edici olduğuna inanıyorum ve eğlenmek istediğimde internet oyunları oynuyorum. Kendimi müzikle, filmlerle veya resimlerle eğlendirmiyorum. Bu sanatsal mecralara gelince aslında acı çekiyorum. Ancak acı çekmek de bir tür bilgidir. Bir biyoloji kitabı bana çok eğlenceli gelebilir. İyi yazılmasını istemiyorum; bilgi sağlamasını yeterli buluyorum. Edebi bir metnin ustaca, iyi yazılmasını her zaman talep ederim, çünkü edebiyata yaraşan, ondan beklenen budur, değil mi!?

CB: İyi yazmak, taklit edilebilir bir şey olmasa gerek. Tarz, biçim denilen şey, yazarı destekleyen emsalsiz ve farklı bir sestir. Sen buna sahipsin Cristina. Pek çokları bunu beceremiyor; bunun neredeyse zamanla, sonradan kazanılamayan bir şey olduğunu söylemeliyim. Vatandaşınız Felisberto Hernández'in hikâyelerini nasıl kaleme aldığını izah etmediği ya da açıkladığı ya da yanlış bir açıklama yaptığı olağanüstü bir hikâyesi var.

Rossi: Evet, evet, biliyorum

C.B. : Hikâye doğar ya da doğmaz; kendiliğindendir ya da değildir. Edebi bir metnin yaratımı; işte bu karmaşık şeydir. Aynı zamanda çok da basittir, değil mi!? Ancak şiir, roman, tiyatro ve denemelerin gerektirdiği bir nitelik vardır; o da özgünlüktür.

Rossi: Bereket ki eğlence fikrinin ikincil olduğu kitaplar hâlâ mevcut. Görüntülere kolayca dönüştürülebildiği için eğlence çok fazla kitleselleşiyor. Büyük şiirler imajlara dönüştürülemezler. Öyle inanıyorum ki edebiyatı tanımlayan şey, görüntülerin, imajların dünyasından bağımsız oluşudur. Kafka’nın herhangi bir hikâyesi, imajlar haline getirilemez; Dava ile bunun denenmesine rağmen… Her halükarda satılan kitap sayısının kendileri için hiçbir şey ifade etmediğini düşünen yazarlar hâlâ var. Ancak hukuki olarak korumasız olduğumuz, emekli maaşından yoksun olduğumuz, sosyal güvenceden mahrum olduğumuz da doğrudur. Her şeyi alım-satımlık bir ürüne dönüştüren bir sektör karşısında savunmasız durumdayız.

CB: Şüphesiz. Ve artık İspanya’dasınız. Çifte vatandaşlığa sahipsiniz ve en azından şimdi devletin korumasına sahipsiniz. Ama Latin Amerikalı yazarların durumunun nasıl bir şey olduğunu bir düşünün!

Rossi: Uruguay'da, bana geçenlerde parlamentonun yazarlara emekli maaşı verilmesine dair yasa teklifinin kabul ettiğini bildirdiler. Bu, İspanya'nın yaptıklarının ötesinde bir adım olurdu doğrusu.

CB: Harika! Meksika'nın büyük sorunu, İspanya'daki gibi yayıncılık endüstrisinin büyümesi değildir, bu daha çok müellifler ve devlet arasındaki bir ilişki. Devlet çok cömert; yazarlar ondan yaşıyor ve bu tabii ki edebiyat dünyasını yozlaştırıyor. Bizimse hâlâ çok az okuyucumuz var; okuma yazma bilmeyen bir ülke burası.

Rossi: Evet, kesinlikle. Katalonya’da bu çok sık oluyor, Katalancanın devletçe sübvanse edilmesiyle.

CB: Neden Katalanca konuşmuyorsun? Üzgünüm; bu soruyu cevaplar mısın? Catalunya Ràdio'da İspanyolca konuştuğun için sorun yaşadığını biliyorum.

Rossi: Çünkü İspanyolca olmayan hiçbir dile kulağım yok. Diğer dillerin iyi bir okuyucusuyum. Fransızcadan tercüme yapıyorum ama Fransızcam berbat; İtalyanca ve Portekizcem de benzer durumda. Katalanca okuyorum ama konuştuğumda utanıyorum. Dinlemek için iyi bir kulağım var ama sesleri yeniden üretmek için çok kötü bir kulağım var. Ayrıca, Katalonya - bu bölge, ülke ya da ne demek isterseniz - resmen iki dilli! İnsanların İspanyolca konuşmasını istemiyorum. Dillerini konuşsunlar; onları anlıyorum ve benimkiyle cevaplıyorum. Bana bir arada yaşama modeli gibi göründü - neredeyse mükemmel bir model, ekleyebilirim - sence de öyle değil mi!? Katalan radyosunda benimle röportaj yapabilirler ve bana kusursuz Katalanca sorular sorabilirler.

CB: Kusursuz bir İspanyolcayla cevap verebilirsin.

Rossi: Sadece Katalanca konuşulan bir toplumu arzulayan insanları tamamen anlıyorum ama bunun bir kayıp olacağına inanıyorum. Katalan vatanseverliği adına Katalan olan ancak kusursuz bir İspanyolcayla yazmış çok sayıda yazarı dışlamalarını anlamıyorum: Mendoza, Juan Marsé, Ana María Matute, Jaime Gil de Biedma ...

CB: Belki de kaçınmayı tercih edeceğiniz farklı bir tür tartışmaya giriyoruz. Ancak gerçek şu ki, yaşamın bu aşamasında, herhangi bir çizginin vatanseverliği istenmeyen bir durumdur.

Rossi: Tamamen katılıyorum. Ancak sana bunu söyleyecek olursam bu, kendimi yurdunu seven insanların yerine koyduğum içindir. Başka bir deyişle bana, “Daha çok hangisisin; Uruguaylı mı İspanyol mu?” diye sorulduğunda ben, “Dünya vatandaşıyım,” diyorum. Dünyanın herhangi bir yerinde de aynı şeyleri, değerleri savunuyorum. Berlin’de yaşarken de aynı şeyleri savundum. Buraya geldiğimde de, tıpkı Şili’de olsaydım Salvador Allende için Pinochet’ye karşı mücadele edecek olmam gibi, Franco’ya karşı mücadele verdim. Ancak bu, bütün ülkelerin benim için aynı değerde olduğu anlamına gelmiyor. Yakınlık hissettiklerim; adaleti, insan ve hayvan haklarını savunanlardır. Hakiki vatan, işte budur.

CB: Meksikalı olduğuma dair en ufak bir şüphem yok, çünkü o benim çocukluğumdu, ancak bu beni Meksikalılığın sadık bir savunucusu yapmıyor. Vatanseverlik daima dışlayıcıdır. Meksika örneğinde olduğu gibi; ulus projesinin haricinde tutulanlar, yani yerliler, onun esas parçasıdır aslında. İşte bu beni rahatsız ediyor. Ve şimdi New York’ta yaşıyorum; bu şehirde yaşayanların %30’u İspanyolca konuşuyor. Burada yaşıyorum, çünkü buranın dünyanın bir parçası olduğunu duyumsuyorum.

Rossi: New York'tan daha az Kuzey Amerikalı yoktur.

CB: Sınırda olmak istiyorum. Mesafede, uzaklık içinde yaşamak istiyorum; bu arada yazarın bir konumu olduğuna inanıyorum. Şiirlerinden birinde “doğru mesafe”den bahsediyorsun: “Aşkta ve boksta her şey bir mesafe meselesidir.”

Rossi: Evet, kesinlikle.

CB. : "Çok yaklaşırsan heyecanlanırım, korkarım, şaşırırım, saçma şeyler söylerim, titremeye başlarım; şayet uzaklaşırsan üzülürüm, bütün gece uyurum ve şiirler yazarım.”

( Düzenleyen ve tashih eden: Serdar Taş )

Editör: Haber Merkezi