Söyleşi Gazeteci Serdar TAŞ 

İSTANBUL ÖTEKİLERİN GÜNDEM: Ud… İnsan evladının icat ve icra ettiği en kadim telli, mızraplı, kısa saplı, perdesiz, üç oktavlık bir ses aralığına sahip, insan hançeresine yakınlığıyla maruf çalgılardan biri. Kadim Mısır’dan zamanımıza erişen bu Ortadoğu menşeli çalgıya dair ustasından haber almak istedim ve Burhan Usta’nın eşiğine vardım. Burhan Çeşni’nin otuz yedi yıllık tecrübelerinden süzülen katıksız bilgileri okurlara takdim etmek benim için onurdur. Burhan Çeşni yerini giderek montajcılara bırakan, nesli tükenme tehlikesindeki bir zanaatın son temsilcilerinden. Misafirperverliği, dürüstlüğü, meslek ahlakı, ince işçiliği için ona müteşekkirim.

S: Her mesleğin başı meslek ahlakıdır deyip meslek ahlakıyla alakalı tutumunuzla başlayalım isterseniz…

Burhan Çeşni: Bazen Avrupa'ya da ud gönderiyorum. Fransa'da artık ne varsa bizi sevmiyorlar; gümrük olayı, bilmem ne olayı... Mesela bir gün yolladığım udu kırmışlar, kartonun içine koymuşlar. Ben özel çantalarla gönderiyorum tabii. O çantayı almışlar, udu bir kartonun içine koymuşlar, müşteriye o şekilde, kırık halde vermişler. Müşteriye, "Ben sana udun fotoğrafını çektim, gönderdim," dedim, "sen neden onu o halde aldın, almayacaktın," dedim. "Sizin Fransızlar bizi sevmiyorlar," dedim. "Doğru söylüyorsun, Türklere karşı bir şeyleri var," dedi. Ben yine müşteri mağdur olmasın dedim, "O kırık udu bana gönder, ben yenisini gönderiyorum," dedim. Bu sefer postayla değil de Aramex'le gönderdim, daha iyi bir kargo şirketiyle. Eline vardı, mutlu oldu. Ne oldu: Ben zarar ettim, olsun! O müşteri beni bilmiş, benden bir ud istemiş, benim udumu çalmak istiyor. Ben o zarara bakmıyorum. Müşterinin memnuniyeti benim için önemli.

Serdar: Bence Türkiye’de meslek ahlakı denilen şey ciddi bir düşüşte, krizde.

B: Çok kötü! Hele hele şimdi. Şu ortamda çok kötü. Yani ben gerçekten üzülüyorum. Ben bunu şeye bağlıyorum: Herkes çocuğunu iyi yetiştirirse bu olaylar olmaz. Çocuk ahlaklı, terbiyeli, merhametli, paylaşımcı olsa hiçbir sorun kalmaz, değil mi!? Bir çocuk eğer bir suç işliyorsa ben önce onun ailesini suçlarım.

Bizim ud yapanlardan biri var. Savcının biri tamire udunu getirmiş. “X bey, bu udu tamir eder misin?” demiş, o da tutmuş satmış.

S: Bir dakika! Tamire getirilen udu satmış, öyle mi!?

B: Satmış! Savcının hem de!

S: Aaa! Hiç yapılmayacak bir şey! Bir de savcının…

B: İyi bir müşteri bulmuş, satmış.

S: Korkunç bir şey!

B: Korkunç bir şey! Böyle kişiler de bizi beğenmiyor. 80 sonlarıydı, onlar konservatuardaydı, iki kardeşti, ikisi de ud bölümünde. Cafer Açın vardı onların hocası. Geliyorlardı, “Ya Burhan Usta bize tekne yap!” diye. Tekne yapmasını bilmiyorlardı. “Burhan Usta bize sap yap, burguluk yap, kapak yap!” “Lan oğlum,” dedim, “her şeyi bana yaptırıyorsunuz, mezun oluyorsunuz!” Şimdi de beni beğenmiyorlar. Bir gün üniversiteliler geldi onun oraya, ben de o ara bir tambur teknesi yapıyorum. Öğrencilere, “Bu bizim tekneci,” diyor, “Bizim tekneyi yapan arkadaş,” diyor.

S: Sizin için! O nasıl bir takdim ediştir yahu! Öyle bir tanıtma şekli olabilir mi!?

B: (Gülüyor) Benim teknemi gösteriyor millete, “Burhan Usta bak, tekne böyle yapılır!” diye millete gösteriyor.

S: Ama ben bunu anlayamıyorum. Ne oluyor da daha dünün tazesi, fidanı, bugün geliyor kavak ağaçlığı taslıyor!? Bizim kültürümüz hangi ara böyle oldu!? Güya tevazuyu, hoşgörüyü aşılayan bir kültürümüz olduğu söylenir.

B: Şimdi öyle bir şey ki, inan ki, bizim bu udiler arasında olsun, saz yapanlar arasında olsun, birbirini çekememezlik var.

S: Neden çekemezlik var? Bir insan neden bir başkasının başarısını çekemez!?

B: Kıskançlık mı desem…

S: Hayır, kökenine inmeye çalışıyorum. Ben bir ud yapımcısı olarak sizin başarınızı neden istemem mesela!?

B: Bakın beni o kadar kişi arıyor ki; adam yetmiş yaşında ud ustası. Gerçi vefat etti, Allah rahmet eylesin, Saadettin Sandı diye biri, Çankaya Müzik’in sahibiydi. İzmir’den Barış Yekta var, çok iyi ud yapıyor, o arar beni. Yani çok arayan var beni. Görüş soruyorlar: “Burhan Usta şunu nasıl yapıyorsun? Biz bunda zorlanıyoruz,” diyorlar. Bildiğim her şeyi söylüyorum. Hiçbir saklama, gizleme yok. Yardımcı oluyorum. Belki ben sorsam -gerçi bana söylerler, söylemezler değil de- başka birisi onlara sorsa kesinlikle söylemezler. Ben öyle tahmin ediyorum.

S: Bir devlet sırrı, meslek sırrı gibi saklarlar yani!

B: Aynen öyle yani. Yahu ben bunu mezara mı götüreceğim!? Şu an Kastamonu’da yetiştirdiğim biri var, Antep’te biri var, Bahreyn’de biri var, Kuveyt’te biri var. Şu an yanımda iki kişi var yetiştirdiğim. “Ya oğlum,” diyorum, “bakın, biz bu işe girdiğimizde kimse bize göstermiyordu.”

S: El yordamıyla tabiri caizse, deneye yanıla…

B: Gözle, deneye deneye, gözlemleyerek… “Ben sizin gözünüze sokuyorum, öğrenemiyorsunuz ya! Ben sizden hiçbir şey saklamıyorum, şunu öğrenin yahu! Bana da yardımcı olun, bakın ben altmış yaşına geldim,” diyorum yani.

S: Ömrünüz uzun olsun bu arada.

B: Sağ olun. Cümlemizin. Yani bende öyle kıskançlık yok; yok onu saklama, bunu saklama… Her şeyi oluruna bırakacaksın.

S: Sizin neslinizin kültürel değerleri, ortamı farklı sanırım. Şimdiki dünyada sanki herkes birbirinin rakibi, düşmanı. Öyle azılı bireyci bir kültür yaratıldı.

B: Doğru diyorsunuz. Benim bir ustam vardı, dört dörtlük bir insandı. Allah rahmet eylesin! Tabii ki benim her işi öğrenmemi istemiyordu, o da haklıydı kendine göre. Mesela, “Sen tekne yapmayacaksın, sen orta işi, kapak, sap yapacaksın,” diyordu. Neden? O da kendini korumaya alıyordu. Öğrenen kişi hemen ayrılıp bir atölye açıyor. Fakat iyi niyetliydi aslında, tam öğretmemesinde ben ona hak veriyorum. İnsan hiç mi kızmaz ya!

S: Genellikle bizim Şark toplumlarında da ustalar çıraklarına kızar, çıkışır.

B: Yok, o Bulgaristan muhaciri Tatardı, İstanbul’daydı. Yani o olmasa ben bu işe belki de devam etmezdim. O sevdirdi bana bu işi.

S: Sevdirdi…

B: Tabii.

S: Yani sizin en başta tam anlamıyla uda karşı yoğun bir sevginiz yoktu, öyle mi?

B: Hiçbir sevgim yoktu. Şimdi ben size şöyle söyleyeyim: 1980’lerin başında bir siyasi olarak tutuklandım. Beni üç dört gün dövdüler. Neymiş, bildiri bulundurmuşum, kitap okumuşum, işte bilmem ne filan. Deniz Gezmiş’in idam anıları falan, işte öyle kitaplar… Beni doğduğuma bin pişman ettiler. Ondan sonra beni sıkıyönetime gönderdiler. Sıkıyönetimde de bir müddet yattım, orada da dayak attılar. Fakat ben yine kendimi şanslı hissediyordum, çok ağır işkence görenler vardı. Neyse, gel zaman git zaman, ben maliye sınavına girdim, kazandım, “Kusurlusunuz,” dediler. Hâlâ ne olduğunu bilmiyorum.

S: Sakıncalısınız.

B: Sakıncalıyım. Hava astsubaylığına girdim kazandım, “Sakıncalısınız,” dediler. Bak kazanıyorum. Cağaloğlu’nda 86’da polislik sınavına girdim, kazandım; “Kusurlusunuz,” dediler. En sonunda tepem attı, Cağaloğlu’na gittim, bir bayan komiser yardımcısı mıydı neydi, “Hanımefendi, bu nedir ya!” dedim, “Her imtihana girip kazanıyorum, bana böyle bir şey geliyor,” diye. “Siz hiç suç işlediniz mi?” dedi. Dedim, “Vallahi kitap okumak suçsa, bildiri bulundurmak suçsa ben işledim,” dedim. “Sıkıyönetimde de yattım, çok da dayak yedim,” dedim. “Sen fişlenmişsin, haberin yok,” dedi. “O ne demek ya!” dedim. “Hiçbir devlet dairesine giremezsin,” dedi. “Aaa, demek ki ne babamın ne de devletin bana hiçbir faydası yok,” dedim. Dört elle bu mesleğe sarıldım. Zaten polisliği kazandığımda da Hayrettin Usta, “Senin için sevindim, kendim için üzüldüm, senin gibi bir elemanı kaybedeceğim için,” dedi. Polislik işi olmayınca, “Senin için üzüldüm, kendim için sevindim bu sefer,” dedi. Ondan sonra neyse ki bu işe sarıldık. Baktık ki hiç kimseden fayda yok, ya gidecen ya da gidecen dedim kendime.

S: Bir can havliyle de tutunmak denilebilir yani…

B: Tabii, sekiz nüfusa bakıyordum. Tabii ilk girdiğimde, “Sen lise mezunusun, seni alamam,” dedi. Abim sanat okulu mezunu, abim için gitmiştik. Gazete ilanında “Sanat okulu mezunu alınacaktır,” diye yazıyordu. Abimi kabul etti, bana da, “Sen lise mezunusun, ben seni alamam,” dedi.

S: Ehliyetin yetmiyor yani.

B: Dedim, “Ya usta ben bu işi sevdim, hoşuma gitti, bu ortamı çok sevdim, bir geleyim, belki beğenirsiniz,” dedim. “Tamam, gel, bir ay deneyelim seni,” dedi. Bir ay daha dolmadan, yirminci günde, “Tamam,” dedi, “hemen fotoğraf, kimlik getir, seni sigortalı yapalım,” dedi. Ama yarı maaşla başladım. Şimdiki asgari ücretin yarısı gibi düşünün. Ben ona da razı oldum. Vallahi o sanat okulu mezunlarının hepsi bıraktı gitti. Bir ben kaldım, hiçbiri sabredemedi, ben de sabırsız bir insandım aslında. Bu işte sabrı öğrendim.

S: Çok ilginç ve çok güzel! Siz de cayabilirdiniz.

B: Tabii, tabii, cayabilirdim, ama ben tutundum bir yere, çünkü belimi yaslayabileceğim arkamda hiçbir şeytu.

S: Var olma mücadelesi insanı hiç tahmin edemediği noktalara savurabiliyor.

B: Annem, “Oğlum, et istemiyoruz, yalnız ekmek getir yeter,” derdi. Ve ben zaman oldu, talep geldi, Kuveyt’e gittim.

S: Kuveyt maceranız nasıl gerçekleşti?

B: Kuveytlinin biri geliyor, piyasada ud yapan biri var mı diye soruyor. Oradaki bir esnaf da, “Böyle böyle iki kişi var,” diyor ve bizi alıp götürdüler. Vesile olan arkadaş da Sivaslı, Okmeydanı’nda oturuyor. Ondan sonra yurt dışına gittik. Ben giderken tabii biraz da çekiniyorum. Yurtdışına ilk defa çıkıyorsun, annem zavallı tutmuş çantama iğne iplik koyuyor, “Oğlum, çöle gidiyorsun,” diye. Bir gittim ki küçük Amerika. O marketlere gittin mi kayboluyorsun içinde. Üç katlı, kocaman yerler.

S: Türkiye taşra kalıyor oranın yanında.

B: Çok taşra. Abim evlendi, para gönderdim, evlendirdim. Kız kardeşimi evlendirdim, küçük kardeşimi evlendirdim. Öyle öyle, biraz da para biriktirdim. Hayalimizde ev almak yoktu, ev aldık. Ben hep önüme bir hedef koyarım; işte, “Evleneceğim,” derim ve kendim evlendim, hiç kimse beni evlendirmedi. Ben biraz geç evlendim, otuz yaşında işte. “Hedefim ev almak,” dedim, ev aldım. “Hedefim atölye açmak,” dedim, atölye açtım. “Hedefim araba almak,” dedim, araba aldım. “Hedefim oğluma bir daire almak,” dedim, daire aldım. “Hedefim kızıma bir daire almak,” dedim, daire aldım… Bizim babamız yapamadı, bari biz yapalım dedik. İyi mi yapıyoruz, kötü mü yapıyoruz, onu da bilmiyorum. Ama onlara bırakacak olursak zor… Hayattayken hepsinin malını bölüştürüyorum, ben öldükten sonra da atölyeyi mi satarlar, arabayı mı satarlar, ne yaparlarsa yapsınlar. Hayat böyle devam ediyor yani! Şimdi tabii bir hedef daha koydum önüme: dükkân almak. Burası kira…

S: Geleneksel zanaatlarda ustalar el verecek, tecrübesini aktaracak bir çırak bulmakta zorluklar çekiyor. Peki sizin ud yapımcılığının geleceği konusunda bir endişeniz var mı? Yoksa ud yapımcılığı belirli bir merhaleye vardı, bir mesafe kat etti de bu meslek, gemisini sağlam bir limana yanaştırdı, demirledi diyebilir miyiz?

B: Şimdi şöyle söyleyeyim: Araplar kendi aralarında tartışıyor: Evvelden Iraklılar öndeydi, Musullular. Şu anda dünya Türkiye’ye bakıyor ud konusunda. Çünkü Türkler çok kaliteli şeyler yapıyor. Çok iyi yapanlar bir elin parmaklarını geçmez tabii. Yüzde doksan beşi de montajcıdır. Kendisi tekne yapmasını bilmez, tekneyi dışarıdan alır, kapağı birine yaptırır, sapı birine yaptırır, sonra da “benim udum el yapımı ud,” diye satıyorlar. Ben bu durumdan, montajcıların çoğalmasından korkuyorum. Dedim ya, Türkiye’de bu işi gerçekten a’dan z’ye hakkıyla yapanlar beş kişiyi geçmez. Bunlar da genelde yaşlı insanlar ama gençlerin bu işi yaşatması çok zor. Maalesef genelde montajcılar yapıyor.

S: Yani bu demek oluyor ki geleneksel ud yapımcılığı tehdit eden ana faktör montajcılar.

B: Evet. Şimdi burada müşteriyi kandırma olayı var. Hepsi bir kalıp üzerinden gidiyor. Ne yapıyorlar? Ben de mesela öğrenci udu yapmıyorum. Niye? Çünkü talep çok. Ben a’dan z’ye profesyonelleri yapıyorum. Şimdi öğrenci udları için iyi bir tekneciye o da ben de ekmek yiyebilelim diye tekne yaptırıyorum. Ama ben yine onu profesyonel olarak yapıyorum. Yani öğrenci udunu bile profesyonelce yapıyorum, ellerimden çıkıyorum. Öğrenciler en çok neyde sorun yaşıyorlar? Burgular tutmuyor, akort tutmuyor, bozuluyor, ses yok, udun kavranması rahat değil. Böyle durumlarda ben devreye giriyorum. Şu anda aşağıdaki atölyede öğrenciler için ud yapıyorum mesela. Zamanımı yine de ayırıyorum, öğrenciler ve yeni başlayanlar için ud yok dememek için. Fakat ben sekiz ayrı kalıpta çalışıyorum. Kendimi övmek için söylemiyorum ama dünyada sekiz ayrı kalıpla çalışan başka biri yok. Hep sabit kalıplarla çalışıyorlar. Piyasadakilerin, İstanbul, Ankara ve İzmir’dekilerin kalıbı bellidir: Türk kalıbı. Ama benim öyle değil. Ben Arapların da ne istediğini biliyorum, hacme göre değiştiriyorum. Arapların udunun kimisi göbekli oluyor işte, basık ud yapıyorum rahatça kavranabilsin diye. Bayanlar için ayrıca bir kalıp yaptım, o da çok tuttu. Şimdi son bir kalıp yaptım: Arapların istediği büyük bir kalıp.

S: Daha tok ses vermesi için mi?

B: Adamların istediği o. “Derinlik şöyle olacak, eni şu olacak, boyu bu olacak,” diyor, adam ona göre ölçü veriyor. Ben baktım ki böyle isteyenler çok, öyle bir kalıp yaptım. Usta denilen adamın her türlü kalıbı yapması lazım. Müşterinin ne istediğini bilmesi lazım. Tabii benim Arapça bilmem de biraz avantaj. Orada Arapça öğrendiğim için. Müşteri, “İstanbul’dakileri arıyoruz, İngilizce konuşamıyor, Arapça konuşamıyor, derdimizi anlatamıyoruz, ama sen bizi anlıyorsun, nasıl bir şey istediğimizi biliyorsun,” diyor. Bir de beni seviyorlar. On kişi yüz kişiye, yüz kişi bin kişiye, bin kişi on bin kişiye ulaştırıyor. Mesela 2021’in taleplerini beş altı ay önce durdurdum, 2022’nin taleplerini almaya başladım, çünkü istek çok, kaliteyi tercih eden çok.

S: Peki şu anki talebi karşılayabilecek bir teknolojiye, çalışanlara sahip misiniz?

B: Mümkün değil. İki yüz kişi istiyorsa otuzunu karşılayabiliyorum, öyle söyleyeyim. Zamanı da uzun verince bazıları vazgeçiyor. Fakat birisi vazgeçse bile elimde hiç ud kalmıyor. Mesela adamın biri sipariş vermiş, deftere yazmışım, “Ya Burhan Usta, ben evleneceğim, talepten vazgeçsem olur mu?” diyor. Ben de, “Ne demek, isteyen zaten var,” diyorum.

S: İyi bir usta aynı zamanda ürettiği enstrümana, çalgıya kendi özgün dokunuşlarını da katabilmelidir, değil mi!? Mesela siz, bu bakımdan, “Evet şu Burhan Çeşni’nin yarattığı bir farktır, özgünlüktür,” denilen ne yaptınız?

B: Bir sefer işçilik çok önemli. Ben tüm süreçleriyle profesyonel olarak işçiliği kendim yaptığım için içim rahat. Defolu olduğu zaman yarı fiyata indiriyorum. Türk’ün nasıl bir tını istediğini, Arabın nasıl bir tını istediğini biliyorum, kapağın altındaki köprü ayarlarını ona göre yapıyorum. Ladin, köknar, sitka gibi kapak çeşitleri var. Müşteri hangi ağacı istiyorsa ona göre de göğüs yapıyorum.

S: Sizin ud çalgısına özgün olarak kattığınız bir şey var mı? “Benden önce şöyleydi ama ben şöyle bir şey yaptım,” diyebileceğiniz ne var?

B: Ben kalıp değişikliği yaptım. Sekiz ayrı kalıp yaptım. Kilolu insanlar için, minyon tipliler için, zayıf insanlar için ayrı ayrı kalıplar yaptım. Kolun udu rahat kavrayabilmesi için kavisler yaptım, udu arkadan basık yaptım, kol rahat edebilsin diye balık sırtı kolluklar yaptım; yani beş saat çalsa bile adamın kolu yorulmaz. Ses konusunda da kendime güveniyorum zaten. Bir de cızlama olayını çözdüm. Mesela cızlamadan çok şikâyet eden var. Hem teller çok alçak olacak, cızlamayacak, onun için de ayrı bir işçilik, özen göstererek, daha fazla zaman ayırarak onları da hallettim yani.

S: Şunu da merak ediyorum: Udun bugün rahatlıkla evrensel, ideal ölçülerine, standartlarına, formlarına kavuştuğunu söyleyebilir miyiz?

B: Kavuşmuştur. Udun en önemli özelliği onunla Batı müziği çalabilirsiniz, tasavvuf müziği çalabilirisiniz, Türk sanat müziği çalabilirsiniz, halk müziği çalabilirsiniz. İnsan sesine en yakın alettir ud. Ben bazen arkadaşlara ud çalıyorum, şarkı söylüyoruz. Bazen şarkıyı okuyanla udun sesini karıştırıyorum. İnsan sesine çok yakındır ud sesi. Arapların çalma stili başkadır, Türklerin, Yunanların başkadır. Önemli olan, müşterinin ne istediğini bilmek. Ama çok geliştirdim ve hâlâ da geliştiriyorum. 37 sene oldu ben bu işi yapıyorum, hâlâ tatmin olmadım, hâlâ geliştiriyorum. “Şunu da ekleyeyim, şunu da yapayım,” diye devamlı geliştirerek yapıyorum.

S: Zaten hem düşünce bakımından hem de bir eşyaya biçim verirken onu yetkinleştiren, daha iyi hale getiren şey, yetinmezlik, doymazlıktır herhalde.

B: Aynen öyle, doymazlık olacak. Mısır’da, Irak’ta, Kuveyt’te, Suriye’de taklitlerimi yapanlar var. Çok müşteriden işittim, “Seni yirmi senedir arıyorum, diyen var, “on beş senedir arıyorum,” diyen var. Diyorlar ki, “Suudi Arabsitan’dan, Kuveyt’ten, Bahreyn’den Burhan Usta’nın udunu almak için gidiyoruz,” diyorlar. Onlar da, “Burhan Usta burada,” diyorlar. “Burhan Usta nerede?” diye sorduklarında, “Çalışıyor,” diyorlarmış. “Görebilir miyim?” “Göremezsin, meşgul!” “Yahu kardeşim, ben 2000’de oradan ayrıldım geldim,” diyorum. “Bizi kandırıyorlar, bize ud gösteriyorlar, bu kesinlikle Burhan Usta’nın udu değil, olamaz diyorum,” diyorlar. Ben de “Doğrudur,” diyorum. Bazıları da tabii yanılıp alıyor. Yani öyle taklit edenler var. Ben öyle yapıyorum ki taklit de edemiyorlar. Fazla özen gösteriyorum, taklit de edemiyorlar. O yüzden o Arap ustalar beni sevmezler (Gülüyor).

S: Bir usta olarak çırağınızda aradığınız özellikler neler?

B: Benim ilk gözettiğim şey iş ahlakı. İş ahlakı çok önemli. İkincisi yeteneği olacak, azmi olacak, sabrı olacak, işi sevecek. Bütün bunlar olmadı mı usta olamaz, montajcı olur çıkar. Yani bu beş şey çok önemli.

S: Bunları bir alınlık gibi mıhlamak lazım kafamıza yani.

S: Patenti size ait olan bir ürün var mı?

B: Vardı, yapmıyorum daha. Ben bunların da patentini alabilirdim ama yalnızca elektro-udun patentini aldım. Onun da hiçbir anlamı kalmadı, çünkü elektro-udu Fransa’dan biri istedi. Meğerse ele geçirmek istiyorlarmış udu. Parasını da gönderdi. İşte, “Video çekip sana göndereceğim,” dedi. Bir Mısırlıydı, gönderdim. Mısır’da hırsızlık olayları çok fazladır, Kuveyt’te yaşasanız anlarsınız. Bu arkadaş alıyor benden udu –tabii udu Mısır’dan direkt istemiyor, Mısır’a gönderiyor- bir baktım piyasaya yapmışlar. Tabii ufacık bir değişiklik yapıyorlar, sen de bir hak iddia edemiyorsun. Yani her şeyini yaparsın, ufak bir aksamını yapmazsın, her şey biter, patent ölür, patentin bir anlamı kalmaz. O yüzden diğerlerinin patentini almadım.

S: Ama o sorunu da yaptığınız enstrümanı çok orijinal, taklit edilemez bir şekilde yaparak aştınız, değil mi?

B: Aynen. Zaten elektro-udu bıraktım. Ben udun elektro olanına karşıydım. Ama yine de uda en yakın sesi buldum yani. Sahneler için yapıyordum, bıraktım onu da. Bırakmamın da bir sebebi var: Yirmi iki tane yapmıştım, aşağıdaki atölyede de çelik bir tele asmıştım. Çelik tel kırıldı, hepsini bitirmiştim, tellemiştim, hepsi birden yere çakıldı. On sekiz tanesi kırıldı yirmi iki taneden. Sekiz ay onlarla uğraştım. “Bir daha yapmayacağım,” dedim.

S: Bütün yapım iştahından, şevkinden de kesildiniz.

B: Evet, zaten karşıydım. Akustik en güzeli.

S: Ağaç tercihi konusunda ne söyleyebilirsiniz?

B: Bu gerçekten tecrübe istiyor.

S: Ağaç tercihi konusundaki tecrübeniz ustanızdan mı yadigâr kaldı, yoksa onun üstüne katarak, deneme yanılmayla mı hangi ağacı tercih edeceğinize karar verdiniz?

B: Ustamın zamanındaki udu ben şöyle söyleyeyim: Çok değerli bir ustaydı, ben buna bir şey demiyorum, şu anki sıra udu gibi bir şeydi o zamanki yaptıklarımız, yani tek kalıp ya da bir iki kalıp üzerine yapılıyordu. Üç dört kişi tekne yapıyor, üç dört kişi kapak, sap, burguluk yapıyor. Yani bir ud, on kişinin elinden geçiyordu. Ama kalıp olarak hemen hemen tek kalıp vardı. Şimdiki, mesela İzmir udları derler, piyasa udları, onlar gibi, onlardan biraz daha iyi bir kalitedeydi. Ama bizim usta şunu söylerdi: “Oğlum, burada kalmayın. Devamlı geliştirin.” O zamanlar oydu, o teknik yine iyiydi. Biz onu tabii geliştirdik. Dediğim gibi ben hepsi birbirinden ayrı on iki kalıp yaptım. Uzaklarda benim yetiştirdiğim elemanlar var, onlara kalıp veriyorum. “Aslında sizin yapmanız gerekiyor,” diyorum.

S: Uzaktan nasıl eleman yetiştiriyorsunuz?

B: Kuveyt’te yanımda bir çırak vardı, onu yetiştirdim, o şimdi ud yapıyor. Kastamonu’da birisi var mesela, ona kalıbı verdim, “Takozu, kapağı, köprü ayarını, kalınlığını böyle yapacaksın, şöyle yapacaksın,” diye gösterdim, çocuk yaptı.

S: Haliyle uzaktan nasıl iletişim kurulabilirse o yollarla kuruyorsunuz.

B: Tabii, sosyal medyayla, video çekerek, fotoğraflarla, bir de numune yollayarak. Aslında benim yaptığım kalıplar bana ait, ben başka bir kalıpla yapmıyorum. Mesela şekil olarak hiçbir yerde olmayan bir ud bana getirilsin ve “Bana bu udu yap,” denilsin. İşte o ud kalıptır, şablondur. Ben ondan bir kalıp çıkarırım. Zaten hemen onun ölçülerini alırım, kalıbını yaparım.

S: Bu hiçbir özgünlük taşımayan, fabrikasyon bir şey olur.

B: Ama usta budur aynı zamanda; gördüğünü alır, kalıp çıkarır ondan.

S: Ya onun üstüne sonradan bir şeyler katmak…

B: Sonradan eklenir, geliştirilir tabii ama o kalıptır benim için. Hemen onun ölçüsünü alır, kalıbını çıkarırım. Bende on iki tane kalıp vardı, şimdi sekiz dokuz tane kaldı. Piyasaya bakıyorum hep aynı, normal Türk kalıbı, başka bir kalıp yok.

S: Tabiri caizse aynı torna tesviyeden geçmiş kurşun askerler gibi birörnekler.

B: Aynen öyle. İzmir’dekinin kalıbı da aynı, İstanbul’dakinin kalıbı da aynı.

S: Bu zamanımızın sorunlarından biri zaten. Her bir üründe neredeyse tektipleşme var.

B: Bende o yok. Mesela geçen bitirdiğim partide beş ayrı kalıp yaptım.

S: Üniversitelerin konservatuvarlarından, çalgı yapım bölümlerinden öğrencilerin yanınızda stajyerlik eğitimi aldığı oluyor mu?

B: Bahsettiğim Kastamonulu arkadaş zaten çalgı bölümünden. Bazen beni arayıp udla, malzemeleriyle, işçiliğiyle ilgili sorular soruyorlar; bazen yanıma geliyorlar, yaptığım işleri görüyorlar. Yanıma gelip de, “Ya usta, yanında durayım da öğreneyim,” diyenler çok az. Gerçi şu an yanıma gelenlerden biri üniversite mezunu. Şöyle ki ahlak var, efendilik, dürüstlük var ama yetenek yok, yeteneği bulamıyorsun bu sefer. Hem azim, hem yetenek, hem istek; bunların hepsini bir arada zor buluyorsunuz. Bütün bunlar bir insanda olursa işi devam ettirmesi, geliştirmesi daha kolay olur.

Bazen konuşmam için seminerlere çağırıyorlar. Yine teklif gelmişti ama araya korona girince vazgeçtiler. Yoksa üniversitelerde seminerlere de çağırıyorlar beni; öğrencilere udla ilgili bilgiler bilgi vermek, sorularını cevaplamak için. Hatta ben Abu Dabi’ye seminer vermeye gittim. Gerek müşterilerim olsun, gerekse de ud severler olsun, sorularını cevapladım. Katar’a, Kuveyt’e çağrıldım, yine Korona girdi araya.

S: Ud yapımcılığını hep meslekî boyutuyla konuştuk, ancak ben bir de rehabilitasyon, ruhun iyileşmesi, sağlık boyutunu sormak istiyorum: Ud yaparken, o ahşaba, ağaç kütüğüne şekil verirken, tabiri caizse hayat üflerken o sürecin ruhunuzu fazlalıklarından arındırma yanı var mı?

B: Var, terapi oluyor benim için. İnanın evde hiçbir sorunum yok ama evde bile bu kadar rahat etmiyorum. Ben atölyeme girdiğim an benim için bir terapidir bu. O ağaçlarla uğraşmam, işimi sevmem, müşterimi memnun etmem, sanat müziğini ve halk müziğini dinlemem benim için terapidir. Hele o udu bitirdikten sonra karşısına geçip şöyle bir seyrettiğim zaman yorgunluğum, döktüğüm ter, yuttuğum tozun hiçbir hükmü kalmıyor, rahatlıyor insan.

S: Bir de şu da sizin için çok büyük bir mutluluk kaynağı olsa gerek: Sizin elinizden çıkan bir udu bir konservatuvar öğrencisinin, bir akademisyenin, bir udinin icra etmesi, onun kaydıyla karşılaşmak da çok memnuniyet verici olsa gerek.

B: Çok memnun ediyor, bu benim için anlatılamaz bir mutluluk. Yalnız Türkiye’dekilerin değil tabii yurtdışındakilerin de memnuniyetlerini bildirmeleri, teşekkür etmeleri, yaptığım işi beğenmeleri tabii ki çok hoşuma gidiyor, beni memnun ediyor.

S: Hangi müzik türlerini dinlersiniz?

B: Daha önceleri daha çok halk müziğini dinler ve severdim, şimdi bu işin içine girince daha çok sanat müziğini seviyorum.

S: Çok teşekkür ederim.

B: Sağ olun, tanıştığıma çok memnun oldum.

S: Ben de çok memnun oldum.

Editör: Haber Merkezi