ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ: CRİSTİNA PERİ ROSSİ İLE SÜRGÜNLÜK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ

Cristina Peri Rossi, Uruguay’daki darbe öncesinde ülkesini terk etmeye zorlandı ve sürgünlük, bütün ömrünü kat eden kahredici bir tecrübeye dönüştü. Her şeyi, kitaplığını, Ulusal Kütüphane’yi, bütün gün açık olan kitabevlerini, öğrencilerini, yoldaşlarını, hatıralarını ansızın ardında bırakmak zorunda kaldı. Sürgün olma deneyimi Rossi için o denli belirleyici olmuştu ki onu “sürgün şairi” olarak tanımlamakta sanırım bir sakınca yoktur. Hoşçakalsız gitmelerin efkârını bir ömür sinesinde taşıyan Rossi’yle yapılmış sürgün temalı bu kısa söyleşi melalden anlayanlara çok şey söylüyor…

Soru: Edebi bir tür olarak sürgün hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Rossi: Sürgünlük ve edebiyat arasında yakın bir ilişki mevcut. İncil (Eski Ahit) Yahudi diasporasını anlatır. Deliler Gemisi romanımın girizgâhında epigraf olarak ondan bir bölüm alıntıladım: "Ve bir yabancıya eziyet etmeyeceksiniz; çünkü Mısır ellerinde birer yabancı olduğunuz için yabancı olmanın ne menem bir duygu olduğunu kendiniz de biliyorsunuz." (Exodus, 23: 9) İspanyol edebiyatının başat, kurucu epik şiiri olan "El Cantar de mio Cid” ya da “El Poema de mio Cid" sürgünlüğü hikâye etmektedir. Antik Grekliler için en kötü şey ölüm, ardından da sürgündü. Virgil bir sürgündü, Dante de hakeza. Sürgün, kovulma, aforoz, göç: tüm kültürlerin edebiyatında büyük ve önemli konular, aynı zamanda evrensel sanatın çok yönlü sembollerinden biri olan derin bir metafor. Yazar kendisinden ve doğduğu yerden taşınmasa bile şu veya bu şekilde ve ölçüde daima sürgündür. Dostoyevski borçlarını ödeyemediği için Moskova'dan kaçmak zorunda kaldı. Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri sansürlendi ve halkın huzurunda yakıldı. Franco rejimi esnasında İspanyol edebiyatı, tıpkı Sovyetler edebiyatının ülke dışında oluşması gibi sürgün yazarlara aitti. Şu anda aynı durum, Çinli yazarlar ve Çin edebiyatı için geçerli; Çin'in en etkin ve yetkin yazarları sansürden kaçınmak için Çin sınırları haricinde yazıyorlar. Yazarın yeri, gerek kapitalist serbest piyasa diktatörlüğü olsun, gerekse de proleterya diktatörlüğü olsun, genellikle sistemi eleştirmektir. Sanat için düşünce ve ifade özgürlüğüne duyulan ihtiyaç, toplumda barış içinde varoluşu kolaylaştırmak için belirli sınırlara uyması gereken bir kişinin ihtiyaçlarından farklıdır.

Soru: Sizi 2003 yılında uzun yıllar önce yazmış olduğunuz şiirleri "Sürgün Durumu" adlı kitapla yayımlamaya iten şey neydi?

Cevap: O şiirleri kaleme aldığımda, yani 1973 ila 1974 aralığında, İspanya'da yayımlatabileceğim bir yayıncı bulamazdım, çünkü Franco hâlâ baştaydı ve şiirlerim sansürü aşamazdı. İspanya dışında İspanyolca konuşulan dünyada da şiirlerimi yayımlama riskini göze alabilecek hiçbir yayıncı yoktu. Ancak şahsi, öznel bir duygu vardı üstümde: ihtiyat, çekincelilik duygusu. Oldukça acı veren bu şiirleri yayımlamanın, yara izlerini umuma teşhir etmek gibi bir şey olacağını, nihayetinde diğer kurbanların çektiği acıların yanında daha hafif, yumuşak kalacağını hissettim… Sürgündeki insanların çılgına döndüğünü, hastalandığını, er erken öldüğünü, kalp krizi geçirdiğini veya korkunç depresyonlara girdiğini gördüm. Latin Amerika diktatörlükleri düştüğünde ve acı hafiflediğinde, şiirlerimi gün ışığına çıkarmanın tam zamanı olduğunu düşündüm. Şiirlerimdeki acıya işte o zaman daha fazla müsamaha gösterilebilirdi.

Sürgünlüğün ve göçmenliğin birçok ortak noktası olduğu doğrudur. Bazen göçmenlerle konuşurum ve ortak noktalarımızı gözlemlerim: bir köksüzlük duygusu, ait/oralı olamama hissiyatı, kabul edildiğiniz ülkeye karşı bir belirsizlik hali. Göçmenler nesnel olarak düşünüldüğünde daha iyi koşullarda: Artık iletişim araçlarına sahipler, herhangi bir şüphe uyandırmadan sevdikleriyle bir araya gelebilmekteler, ikamet izni ve vatandaşlık alabilirler. Göçmenlerin bir umudu vardır: geri dönebilmek. Evet, bunu yapabilirler. Ancak bir sürgün dönemez; işte bu durum, onda büyük bir ızdırap yaratır. Artık diktatörlükler düşer düşmez sürgünler her zaman, hemencecik dönmüyorlar. Çünkü bir kere gitmeyegörsün, bir defa sürgün olmayagörsün insan, artık istese de geri dönemez, geçmişe dönülemez.

Soru: Sürgünlüğünüzün bir sonucu olarak yaşam tecrübeniz, kimliğiniz, fikirleriniz, ilişkileriniz ve duygularınız açısından yaşadığınız olumlu değişimler nelerdir?

Rossi: Şayet 30 yıl içinde herhangi bir değişim yaşamamış olsaydım bir robot olurdum, taş kesilirdim. Sanırım artık bu ülkeye (İspanya) ilk geldiğim vakitlerden daha az romantiğim. Değişim, yaş almaktan ötürü değil, doğup büyüdüğüm toplumdan (Uruguay) çok daha pragmatik ve rölativist bir toplumla karşılaşmaktan kaynaklanıyor. Ancak otuz yıldır yaşadığım bu cemiyette de fazlasıyla idealist ve romantik olmayı sürdürüyorum. Eşcinsel evlilik ve kadınlara yönelik pozitif reformlar gibi, Franco döneminin katılık ve baskı ortamında uğruna mücadele ettiğim yasaların kabul edildiği mevcut sosyal demokrasiye varıncaya dek İspanyol toplumundaki değişimlere katkıda bulunma şansım oldu.

Maçoluğun ve patriyarkanın reddiyesi hususunda ortaklaştığımız, alternatif yaşam üslubunu yaşamak bakımından benzeştiğimiz birçok kadınla tanıştım. Ayrıca sürgünlüğün bana içsel, manevi dayanıklılık ve mücadele ruhunu sunma fırsatı verdiğine inanıyorum. Kitaplarım İspanya'da yayımlandı ve okundu (hatta muhtelif dillere de çevrildiler) ve 30 senelik süre zarfında sevdim, acı çektim ve bu durumu gayet etkin bir yol yordamla değiştirmeye gayret ettim. Acıyı olumlu ve yaratıcı bir şeye dönüştürebilmeyi öğrenmek gerekli bir beceridir. Sanırım bu durum Marliyn Buck ve benim paylaştığımız bir mesele.

Soru: Toplumsal cinsiyet katılığı/kesinliğinin ve erkekliğin toplumsal, siyasal ve cinsel bir iktidar olması halinin sorgulanması ve yapısöküme uğratılması kitaplarınızda sıklıkla işleniyor. Sizin eserleriniz ve bu meseleler arasındaki ilişki ne boyutlarda?

Cevap: Bu soruyu bir benzetmeyle yanıtlayacağım; bu nedenle pek çok girişimi gerekli kılacak ideolojik bir açıklamadan da kaçınacağım: Bizler bir anda gelişen primatlarız. Kongo topraklarında elbette farklılaşmış şempanze ve bonobo komüniteleri mevcut. Şempanzeler maçoluk ve iktidar ilişkileriyle bezeli ataerkil gruplar halinde yaşarlar. Bir şempanze topluluğunda sık sık şiddet eylemleri vuku bulur. Aslında şempanzeler kadar insana yakın hiçbir canlı yoktur. Komplo kurar, hırsızlık yapar, birbirlerine ihanet eder ve hatta şayet becerebilirlerse birbirlerini öldürürler. Dişi şempanzeler ise itaatkârdır ve başat görevleri üremek ve yiyecek aramaktır. Bonobolar ise anaerkil gruplar halinde yaşarlar. Aralarında şiddet söz konusu değildir. İşbirlikçi, neşeli, aralarındaki tüm ihtilafları ve sorunları sevişerek, birbirlerini okşayarak çözüme kavuştururlar. Korktuklarında ya da bir problem doğduğunda bonobo grubu bunu okşayışlarla, yalayışlarla ve sevecenlikle tatlıya bağlar.

Bu teşbih biraz basit görünebilir belki ama ben, kadınların insanlık tarihindeki büyük değişimleri uyandırdığını, tahrik ettiğini düşünüyorum. Ortaçağ’da Aşk Mahkemelerini oluşturan kadınlar ve Güney Fransa'daki Kathar kadınları, topluma şiiri, müziği ve mutfak eşyalarının kullanımını yaydılar. Savaşmak dışında hiçbir şey bilmeyen erkekleri incelttiler, zarifleştirdiler ve nezaketle aşkı var ettiler. Bu benzetmeyle ve hatırlatmayla gayem, dünyanın dişilleşmesinin şiddeti sona erdireceğine olan inancımı belirtmektir.

Düzenleyen ve tashih eden: Serdar Taş

Editör: Haber Merkezi