VAN- ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ RÖPORTAJ; HDP Van Milletvekili Tayip Temel Genel Yayın Yönetmenimiz Hamza ÖZKAN’ aTürkiye’deki mevcut siyasi atmosfer, yerel seçimler ve Basın özgürlüğüne ilişkin değerlendirmelerde bulundu. "Türkiye basın özgürlüğü açısından ne yazık ki karanlık bir geçmişe sahip. Apê Musa'dan, Metin Göktepe'ye; Uğur Mumcu'dan Hrant Dink'e Türkiye'de onlarca gazeteci katledildi" dedi. Temel’in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle;

Tayip Temel’i herkes bir gazeteci olarak tanıyor ama biz bir de sizden dinlemek istiyoruz. Tayip Temel kimdir, hayata nasıl bakar, kendini hayatın neresinde görür?

Kendimden söz etmek en sevmediğim şeydir. Ben Kürtçe gazetecilik yapan bir Kürt Özgür Basın emekçisiyim ve esas kimliğim budur. Şimdi de mücadelemi kendi partim olarak gördüğüm HDP’de yürütüyorum.  Değerli Van halkının verdiği sorumluluğu gücüm oranında eksiksiz yerine getirme çabası içindeyim.

 

Yıllar nasıl geçti Türkiye için? Türkiye nereden nereye geldi? Nasıl geldi? Bir gazeteci milletvekili olarak tarihsel belleğiniz size neler söyler?

Türkiye’nin kuruluş aşaması bütün ulus devletlerde olduğu gibi tek ırk, tek dil ve belli boyutlarıyla tek din üzerine inşa edildi. Esasta bu dönem bu kimlikler yeninden kuruldu; saf Türklük olarak tarif edebileceğimiz kimlik zayıftı. Bunun dili ve zihniyetinin inşa edilmesi ihtiyacı duyuldu. Bu nedenle bunları inşa edecek kurumlar oluşturuldu. Türk Tarih Kurumu bu amaçla kuruldu. Yine Güneş Dil Teorisi bu topraklarda yaşayan bütün dillerin inkârı ve asimilasyonu üzerine; Türkçeyi hâkim kılma amacıyla ortaya atıldı. Kuruluş ideolojisi homojen bir toplumun inşasının kalıcılaşmasıydı.  Bu nedenle ülkedeki bütün farklılıklar adım adım yok edilmeye ve ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu tekçilik; milliyetçilik hezeyanlarıyla bugün çok absürt olarak gördüğümüz pratiklere yol açtı

Esasta Türkiye tarihine dönüp baktığımızda; dönem dönen önemli kırılmaların yaşandığını görüyoruz. Biliyorsunuz 1921 Anayasasında Türk devleti yerine, etnik vurgu taşımayan ‘Türkiye devleti’ ifadesi yer alıyor. Yine, yerel düzeyde özerkliğe sahip ‘vilayet şuraları’ ifadesi şeklinde yer alan halkın yerel düzeyde ‘kendi kendini yönetme’ hakkı geniş şekilde tanınmıştı. Tabi bu anlamıyla 1924 anayasası ilk kırılma diyebiliriz. Yerele tanınan özerklik bu yasayla ortadan kaldırılmıştır. Bu tekçi Türk ulus devletinin ilk anayasasıdır. Sonra tabi darbeler anayasası dönemi başlıyor. Bunların sonuncusu, bütün hakları askıya alan 1980 darbesi ve hala aynı anayasa ile bu ülke yönetiliyor. Demokratik olmayan bu yasalarla beraber, OHAL süreçleriyle de baskı ve şiddet yasallaştırılmaya çalışıldı. Hakların askıya alınması, öznelerin yasalar karşısında korumasız bırakılması süreçleri olan OHAL’lerle devletin şiddete ve baskıya dayalı istisna pratikleri olağanlaştırıldı.

Böyle bir süreçte farklı etnik ve dini inançlara ciddi müdahaleler yapıldı. Ermenilerden Rumlara, Yahudilerden Kürtlere kadar farklı etnik kimlikler şiddetin hedefi haline geldi. Ama tabi buna karşı çıkmak, çokların bir arada eşit haklar temelinde yaşaması için mücadele etmek de bu tarihte hep var olageldi. Devlet bu mücadeleleri zor aygıtlarıyla kanlı biçimde bastırdı. Şêx Said’lerin, Seyid Rızaların direnişi bunlardan. Şêx Said İsyanı bastırıldıktan sonra, 1925, 27 maddeden oluşan Şark Islahat Planı çıkarılmıştı. Planda “Bütün memlekette Türk nüfusunu hâkim kılmak farzdır.” ifadesi yer almıştır. “Kürtlerin Anadolu’nun batısına göç ettirilip; Kürdistan’a Türk nüfusun iskân edilmesi ve Kürtçenin yasaklanması” açık şekilde ifade edilmiştir. Ayrıca, askeri gücün arttırılması,  karakollarının inşası, askeri sevkiyat ve harekât için yolların yapılması gibi, planda yer alan başlıklar, bugün Sur’da yaşanan uygulamaların yeni olmadığını göstermektedir. İskân Kanunun da amacı yine asimilasyon ve yerinden etmedir. Bu anlamıyla devletin Kürdistan’da egemenlik tesisine dönük politikaları belli bir istikrar göstermektedir. Kürdistan’da yaşananlara paralel olarak 6-7 Eylül olaylarından Varlık vergisine kadar gayri Müslümlere karşı yapılanlar bu zaman zarfında oluyor. Ama dediğim gibi, devletin bu resmi toplum kırım, hafıza kırım ve kültür kırım politikalarına hep bir karşı çıkış bir direniş bu topraklarda varlığını korudu.

50’ler itibariyle Kürdistan’da aydınlanma filizlenmeye başladı. Özgür basın geleneğinin mihenk taşı olan Musa Anter’in mücadelesi de bu dönemde ortaya çıktı. Yine 70’lerin sonuna doğru Türkiye’de ulaşan sol hareketin muazzam deneyiminde de bu yönlü bir mücadele söz konusu. Kürt Siyasal Hareketi de bu mirası devralarak ortaya çıktı. Bu ülkede devlet ne kadar zorla ve baskıda ısrar ettiyse bunun karşısında özgürlükte ısrar eden hareketler de hep varlığını oluşturdu. HDP de esas olarak bu mirastan geliyor.

 tayip temel van milletvekili ile ilgili görsel sonucuTürkiye'nin demokrasi adına karanlık birçok dönemi oldu, sizce şuanda demokrasi adına en karanlık dönemi mi yaşıyoruz? Türkiye'yi bunca yıl yaşamış bir gazetesi olarak, Türkiye'nin demokrasi yolculuğu ümit vaat ediyor mu?

Yaşam sürdüğü müddetçe direniş de dolayısıyla umut da hep var olacak. Bugün, Türkiye’nin çok karanlık bir dönem yaşadığı bir gerçek. Bazı yönleriyle, Türkiye tarihinden yaşanan birçok dönemden daha karanlık olduğu da ortada ancak bu dönem farklılıklarıyla beraber geçmişte yaşananlarla benzerlikleri de çok. Daha ziyade bugün Türkiye’de yaşanan bu tekçi, baskıcı iktidar anlayışı kaynağını geçmişten almakta oradan beslenmektedir. Dikkat edin Erdoğan Enver, Talat ve Cemal Paşaları yâd ediyor bu tesadüf değil. Sünni İslamcı Türkçülük ideolojisi yani Erdoğan'ın stratejisi İttihat ve Terakki'nin stratejisine benziyor. Erdoğan’ın bu ideolojisi o dönemi referans alıyor. İttihat ve Terakki’nin tekçi rejim oluşturmak için izlediği politika; içeride kıyım, dışarıda savaştı. Bugün aynısını AKP iktidarı yapıyor. Bu anlamıyla tarihsel bir süreklilikten söz etmek pekâlâ mümkün.

Bugün Türkiye genelinde toplumun topyekûn bir denetim altına alındığı doğru; ancak bu ülkede birçokları için bu baskı ve denetim yeni değil. 90’lar Kürdistanı ile bugün Kürdistan’da devletin uyguladığı şiddet arasında bir paralellik var. Şiddete kimlerin maruz kaldığına baktığımızda mesela Kürtler açısından bir sürekliliğin olduğunu görüyoruz. Türkiye’de sağcı ve muhafazakâr iktidarlara karşı duran sol, sosyalist ve demokratik çevreler de sürekli devlet şiddetinin hedefindeydi. Ancak AKP’nin özellikle son yıllardaki politikalarıyla beraber cumhuriyet rejiminin bir dönüşüme uğradığını görüyoruz. Özellikle Türkiye geneline yayılan bir OHAL’le beraber olağanüstü süreçlerin bütün Türkiye’de olağanlaştırılması, yargı ve yasama kurumlarının büyük oranda cumhurbaşkanlığının denetimine alınmasına bakıldığında bu rejimin dönüşmesinden söz etmek mümkün. Önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum, Cumhuriyet tarihi kadar eski bir mesele olan Kürt meselesinin demokratik bir temelde çözülmesinin ilk defa mümkün hale gelebileceği barış sürenin bozulması ile AKP rejimi baskıcı-tekçi zihniyete doğru bir politika izlemesini beraberinde getirdi. Bugün yürürlükte olan politikalar ülkeyi faşizme doğru götüren politikalarıdır. Mesela bakın, AKP 131.000 kamu emekçisini ihraç etti. Bugün ihraç edilmiş sağlıkçıların sadece sosyal güvenlik kuruluşu ile sözleşmesi bulunmayan sağlık kuruluşlarında veya muayenehanede çalışmasını yasalaştırıyorlar. Bu kişilerin temel hakkı olan çalışma hakkının ellerinden alınması demek. Aynı zamanda yurttaşlar arasında bir ayrıştırmaya gidiliyor. Bu tam da faşist rejimlerin bir pratiğidir. Buna benzer pratiklerle Türkiye’de hiçbir zaman tam olarak kurumsallaşmamış demokrasiye yeniden büyük darbe vurulmaktadır.

Türkiye'nin demokrasi yolunda ilerleyebilmesi için, siyasilerin ve iktidardan ümidimizi kestiğimiz için özellikle önem kazanan bir soru haline gelen muhalefetin sorumlulukları neler, vatandaş olarak bizim üstümüze düşen görevler nelerdir diyerek devam edelim?

Zaman zaman muhalefet ortak söylemler geliştirse de halkın gündelik yaşamını etkileyen konulardan bu ülkenin geleceğine kadar önemli noktalarda ne yazık ki iktidar karşısında ortak bir tutum alan bir muhalefetten söz etmek imkânsız. Bütün kritik aşamalarda, ana muhalefet, iktidarın yedeğine düşüyor. Bakın her tezkerede olduğu gibi dokunulmazlıkların kaldırılmasında da ana muhalefet iktidarın yanında yer aldı. Çünkü nihayetinde bizim dışımızdaki diğer partiler ulus devlet ideolojisini benimseyen tekçiliği benimseyen yapılar. Gittikçe kurumsallaşan bir faşizm karşısında muhalefet iktidara koltuk değneği olmamalı, ona karşı durmalı. Bugün sadece Kürtler değil; Türkiye’deki sol sosyalist, demokrat, feminist grupların hepsi ciddi bir baskı ve zulümle karşı karşıya. Halk gittikçe yoksullaşırken AKP iktidarı birçok alanda korkunç bir israfla yaşıyor. Muhalefet bu konuda sorumluluk almak zorunda, yoksa tarih karşısında o da günahkâr bir duruma düşecektir.

HDP iktidar karşısında halkların talepleri ve özgürlükleri için mücadele eden biricik yapı. Farklı inançlardan farklı kültürlere ve cinsiyet eğilimlerine kadar çokların bir arada yaşamasını savunan tek parti biziz. Yine, partimizin bütün aşamalarında kadınlar eşit temsiliyete sahip. Biz Şêx Said’lerden ve 70’lerin sol harekelerinin mücadelesini miras almış bir hareketiz. Bütün haklardan inançlardan, kimliklerden bireyler, gruplar HDP’de bugün faşist zihniyete karşı mücadele ediyor. HDP 6 yaşında ama 40 yıllık Kürt Siyasal Hareketi ile 60 yıllık sol hareketin deneyimine dayanıyor. Bu nedenle biz dün de olduğu gibi bugün de ortak mücadele hattı oluşturmayı temel bir strateji olarak önümüze koyuyoruz. Evet, Türkiye karanlığa itilmek isteniyor ama HDP gibi bir parti de her şeye rağmen direniyor. Bu nedenle herkesin umutsuzluğa kararsızlığa kapılmadan mücadelenin bir parçası olması gerektiğini düşünüyoruz.

Doların çok yükseldiği günler yaşadık, Türkiye ile ABD arasında yaşanan krizin temelinde neler var ve çözülebilecek mi?

Türkiye’deki ekonomik kriz ve kurdaki artış ABD ile yaşanan gerilimden etkilendiyse de temel olarak bu gerilimden kaynaklanmıyor. Bu yıllarca satılan kamu malları ve şişirilen inşaat gibi alanların artık sona yaklaşması, üretime dayanmayan rant ekonomisinin hayata geçirilmesi gibi birçok başka nedene dayanıyor. ABD ile yaşanan gerilimin temel sebebi, Suriye’de Kürtlerin barış içinde, bir bölgeyi diğer Suriye halklarıyla beraber yönetiyor olmasıdır. Türkiye, içerde yükselttiği Kürt düşmanı tavrını dışarıda da sürdürmektedir. Rojava’da Kürt halkının herhangi bir kazanımını kendine bir tehdit olarak gören hükümet, hiçbir şekilde, Kürt halkının bir hak elde edememesini kendine yegâne program olarak belirlemiştir.

Pek çok gazeteci şuanda demir parmaklıklar arkasında, bir vekil ve gazeteci olarak arkadaşını haber yapmak durumunda kalınca ne hisseder? Siz bu olanlar karşısında ne hissediyorsunuz? Ve hangi kaygılarla başa çıkmaya çalışıyorsunuz?

Türkiye basın özgürlüğü açısından ne yazık ki karanlık bir geçmişe sahip. Apê Musa'dan, Metin Göktepe'ye; Uğur Mumcu'dan Hrant Dink'e Türkiye'de onlarca gazeteci katledildi. Kürdistan'da ve Türkiye'de gazetecilik hep cesaret gerektiren bir meslek oldu. Özellikle 90'larda Kürdistan'a dair hakikati yazmak her zaman ölümü göze almak anlamına geliyordu. 2000'lerde gazeteciliğe böylesi bir hafızayla başladım. Bizden öncekiler "Gerçekler karanlıkta kalmayacak" şiarıyla gazetecilik yapan Apê Musa'nın öğrencileriydi. Aslında bu miras benim için hem büyük bir onurdu hem de büyük bir sorumluluk anlamına geliyordu. Şuan cezaevinde olan onlarca gazeteci var. Onlar da aynı hakikatin izini sürdüğü için bugün zorla alıkonulmuş durumdalar. Baskıcı iktidarlara karşı her türlü mücadele, bu ülkede ne yazık ki hep şiddetin hedefinde olmuştur. Gazeteciler bu alanda çokça bedel ödemiştir. Bu anlamıyla özellikle muhalif ve Kürt gazeteciler devlet şiddetinin hem tanığı hem de sanığı olagelmişlerdir. Kürdistan'da basın geleneği bu farkındalık üzerine inşa edilmiştir. Bugün cezaevinde olan gazeteciler herhangi bir suç işledikleri için değil, basının temel ilkesi olan özgür gazetecilikte ısrar ettikleri için tutsak edilmişler. Hem cezaevlerinde olan gazeteciler hem de bizler bunun farkındayız, bunun hakkaniyetli haber yapmanın ve basın ilkelerine bağlı kalmanın bedeli olduğunu biliyoruz.

Türkiye'de gazetecilik yaptığınız günden bu güne, basın özgürlüğü nasıl bir seyir izledi? Basın özgürlüğü şimdi ne durumda?

Türkiye hiçbir zaman gazetecilik için özgür bir ülke olmadı, muhalif gazeteciler için güvenli bir ülke olmadı. Bugün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde zaten gerilerde olan Türkiye iki basamak daha geriledi ve 180 ülke arasında 157'nci ülke oldu. Türkiye gazeteciler için büyük bir hapishaneye dönüşmüş durumda. Bu aslında yeni bir şey değil, 80'lerde, 90'larda da tablo benzer ve gittikçe de Türkiye bu konuda geriliyor. Bugün bir tweet atmak bile bir gazeteci için yargılanma gerekçesi oluyor. Birçok gazeteci haber yaptıkları için bugün yargılanıyor. Cumhurbaşkanlığına hakaret diye bir yasa uydurdular ve bugün birçok gazeteci bundan dolayı yargılanıyor. Basın üzerinden büyük bir ambargo var. Türkiye'de muhalif basın dışında neredeyse bütün basın yayın organları AKP iktidarının denetiminde. OHAL'le beraber yüzlerce basın ve yayın kuruluşu kapatıldı. Özellikle Kürdistan'da yayın yapan basın yayın organları ciddi bir baskı altında. Yayınlara sürekli yasak getiriliyor. Böylesi bir atmosferde gazetecilik yapmak neredeyse imkânsız. Ancak bugün hala yüzlerce gazeteci haber peşinde koşuyor ve bu baskıcı koşullara karşı haber üretmek için sürekli alternatif platformlar oluşturmaya çalışıyor.

Parti olarak yerel seçime hazır mısınız? Aday adayları ve adaylar için yol haritanızda neler var? Hangi kriterler esas alınacak?

Evet, hazırlıklarımız başladı. İl örgütlerimiz, ilçe örgütlerimiz bu yönlü çalışmalara başladılar. Seçim komisyonları oluşmaya başladı. Hem halkta hem de parti çalışanlarımızda büyük bir moral ve coşku var. Çünkü önümüzdeki seçimler tarihi bir öneme sahip. Hem Türkiye'de hem Kürdistan'da halk büyük bir irade kırımıyla karşı karşıya. Kayyum atanan 95 DBP’li belediyenin sınırları içerisinde 6.369.838 yurttaş yaşamaktadır. Bununla birlikte istifaya zorlanan, kayyum atanan ve görevden el çektirilen belediye başkanları tarafından yönetilen AKP’li İstanbul, Ankara, Bursa, Düzce, Niğde, Balıkesir Belediyeler ile CHP’li Beşiktaş ve Ataköy ilçe sınırları içerisinde 25.305.371 kişi yaşamaktadır. Bu durumda kayyum atanan belediyelerin il sınırları içerisinde 31 milyon 675.209 kişi bulunmaktadır. Bu haliyle sadece yerel yönetim alanı içerisinde şu ana kadar iradesi gasp edilen yurttaş sayısı 31 milyon 675 bindir. Türkiye’nin seçmen nüfusu göz önüne alındığında neredeyse bütün ülkenin yüzde 40’ına yakınının kendi seçtiği belediye başkanları tarafından yönetilmediği görülmektedir. AKP’nin  dilinden düşürmediği ve Gezi eylemleri sırasında “zor tutuyoruz” dediği % 50’nin de büyük bir kısmının iradesi bu yolla gasp edilmiştir. Bu nedenle bütün Türkiye için önümüzdeki seçimler yerelden halkın kendi iradesini yeniden tayin etmesi ve yok sayılan demokrasinin yeniden inşa edilmesi anlamına geliyor.

Tabi Kürtler için bu seçimler çok daha farklı bir anlamı var. Bütün DBP belediyelerine iktidar kayyum atayarak yalnızca halkın iradesini yok saymadı. Aynı zamanda halkın seçtiği belediye eş başkanlarını rehin aldı. Binlerce belediye çalışanı ihraç edildi. Yine biliyorsunuz, belediyelerimizin bünyesinde faaliyet yürüten kadın kurumlarından, kültür kurumlarına; yoksullukla mücadele eden kurumlardan gençlik kurumlarına kadar bütün çalışmalar durduruldu. Bunlarla da yetinmediler, Kürt hafızası ve kültürü büyük bir kırımla karşıya bırakıldı. Mekân isimleri, mahalle, sokak ve kurum isimlerine kadar Kürtçe tabelalar Türkçeleştirildi. Bu dönem Kürtçe üzerinde ciddi bir saldırı gerçekleşti. Bu çok yönlü baskı ve kırım hala devam ediyor. Bu açıdan bu seçimler halkın irade beyanı anlamına gelecektir. Bizim için de halkımız için de gasp edilen belediyelerimizin özgürleştirilmesi temel hedeftir. Bu ne nedenle halkımız iktidarın kayyumlarıyla hesaplaşmaya hazır. Bakın son olarak Sayıştay raporlarına da yansıdı, Van'da, Ağrı'da, Silopi'de, Halfeti'de ve aslında kayyum atanan bütün belediyelerde usulsüzlükler bir bir ortaya çıkıyor.

Bu açıdan, adaylarımızı belirlerken yerelin talepleri ile iradesini esas alıyoruz. Özellikle sağ bloğa karşı “demokrasi cephesi” mantığını esas alıyoruz. Bu süreçte yaşanan ihraçlar, akademisyenlerin ihraç edilmesiyle üniversitelerin baskı altına alınması, gözaltı ve tutuklamalarla yayılan korku iklimi, temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması, ekonomik krizle beraber artan yoksulluk ve emekçilerin karşı karşıya kaldığı işsizlik gibi genel sorunlar etrafında yerel demokrasinin güçlendirilmesi söylemiyle bu ittifakın oluşması mümkündür.  HDP olarak büyük kentlerde farklı kesimlerle bir araya gelmeye ve ortak bir mücadele hattı oluşturmaya büyük önem atfediyoruz.

Ötekilerin Gündemi olarak teşekkür ederiz.

 

 
Editör: Haber Merkezi