İSTANBUL ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Okan Demir çiçeği burnunda bir çevirmen ve filolog. Tabiri caizse kelime ve kavram arkeoloğu. Bizleri Kadim Yunan bilgeliğiyle ve birikimiyle örülmüş metinlerle buluşturan üç çevirisi yayımlandı: Ksenophon’un Hellenika’sı, Avcılık Sanatı ve Spartalıların Devleti-Atinalıların Devleti. Onunla tarihin, dilin, kavramların loş dehlizlerinde, puslu labirentlerinde yol aldık. Kadim zamanlardan şimdiki zamana uzanan bir yolculuğa koyulduk.

Serdar Taş: Filoloji neden önemli ve gerekli?

Okan Demir: Antik Çağ filolojisi açısından konuşacağım. Başkaca filoloji dalları vardır; mesela İngiliz dili filolojisi vardır, şu bu dilin filolojisi vardır elbette. Günümüzdeki bütün siyasal kavramların, felsefi kavramların, bütün felsefi teorilerin çıkış noktası Antik Yunan’dır. Peki bütün bu kavramlar günümüze nasıl geldi? Aslında Antik Çağ’daki bilimsel gelişmelerin en yoğun olduğu dönem ve mekân, Helenistik Çağ ve İskenderiye’dir. Tabii ki ondan öncesi de var. Mesela Pre-Sokratiklerin çıktığı M.Ö. 5. ve 6. Yüzyıllar böyleydi. Mesela demokrasi kavramından örnek verelim. Demokrasi bizim için basit bir kavram gibi görünür, değil mi? Demokrasi dediğim zaman mesela sen ne anlarsın?

Çok partililik, temsiliyet, anayasa, meclis, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi yerleşik kavramlar ve olgular gelir en kaba ve çerçeve anlamda aklıma.

Bu saydığın kavramlar günümüze bu şekilde erişmiş. Ancak Aristoteles demokrasi kavramını acaba bizim gibi mi algılayıp da ortaya koydu? Modern zamanlarda yaşayan biriyle Aristoteles veya Platon demokrasiden aynı şeyi mi algılıyor? Örneğin Herakleitos’un bazı felsefi kavramları var. Herakleitos basit bir Yunanca cümle kuruyor ve biz bu cümleyi günümüz felsefi yaklaşımlarla yorumluyoruz; onun felsefesinden etiği alıyoruz, ahlakı alıyoruz.

kavramın, o olgunun tarihsel serüvenini, serencamını, genetiğini kavramamızı, idrak etmemizi sağlar, değil mi!?

Kesinlikle. İyi bir Eski Yunanca filoloji eğitimi alırsak bu bize bazı vasıflar ve hassasiyetler katar. Filoloji eğitiminin bir bilim insanına ya da sanatçıya kattığı en önemli şey, sorgulama ve araştırma yeteneğidir. Ben bunu eğitim hayatımda tecrübe ettim. Filoloji eğitimini aldığım ilk seneyi ve mezun olduktan sonraki halimi hatırlıyorum; inanılmaz bir şekilde sorgulama yetim gelişti. Bana filolojinin armağanı budur.

Filolojiden aldığın terbiyeyle, görgüyle metinle nasıl bir ilişki kuruyorsun?

Bu arada şunu da belirtmeliyim: Eski Yunanca günümüz dilleri gibi bir dil değil. Latinceye benzese de ondan farklı bir dil. Bir kelimenin birçok bağlam içinde farklı anlamları var. Mesela logos kelimesini, kavramını düşünelim. Felsefe sözlüğüne müracaat edildiğinde logosun muhtelif anlamlarıyla karşılaşılır. Herakleitos’un kurduğu basit bir cümleye bakarım ve Herakleitos’un logos kelimesini sözlükte belirtilen anlamları dışında kullandığını ortaya koyabilirim, şu anlamda kullanmış diyebilirim. Çünkü bir filolog olarak Herakleitos’un dönemini analiz ediyorum. Bu eğitimi almayan biri birebir çevirir, öyle anlar. Ama ben o kişiye Herakleitos’un nasıl bir yüzyılda yaşadığını bilip bilmediğini, nasıl bir düşünceyle o cümleyi dile getirdiğini sorarım. Hani Platon demokrasi karşıtı olarak vurgulanır ya; adam gerçekten senin düşündüğün şekilde mi demokrasi karşıtı acaba diye sorarım.

Anakronik bir yaklaşım, değil mi?

: Kesinlikle.

 Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları kitabında Platon’u demokrasi düşmanı olarak tanımlamıştır mesela.

Bunu yapamazsınız. Neden yapamazsınız? Çünkü sen 20.-21. yüzyılda yaşıyorsun ve senin düşman olarak gördüğün M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan bir adamın nasıl düşündüğünü nereden bilebilirsin ki!?

İşte filologlar o günün koşullarını göz önünde bulundurarak o filozofun o düşünceyi oluşturma şartlarına en fazla yaklaşma çabasını gösteren kişidir, değil mi!?

Kesinlikle bu çabayı gösteriyor. Kelimeyi alıyor, bu anlamlara gelebilir diyor, ama Herakleitos şöyle bir dünyada yaşıyordu ve şu kavramları şöyle düşünebilir ve ben dolayısıyla bu kavramları başka bir şekilde dile getirdiğini düşünüyor olabilirim veya bunu araştırmam gerekir; demokrasinin onun için nasıl bir anlamı var diye düşünebilmeliyim.

Yine logosa gelelim; logosu filozoflar farklı farklı bağlamlarda ve anlamlarda kullanıyor. Peki Herakleitos logosu nasıl kullanmış? Şöyle toparlayayım o halde: Antik Çağ filolojisinin en önemli kazanımı ve özelliği, insana o dili çevirirken, o filozofların kastını aktarırken sorgulayıcı olmak ve o zaman zarfının koşullarını da göz önünde bulundurmak, sorgulamak, bir dolu faktörü hesaba katmaktır.

 Yetinmemektir bir de sanırım. O kavramın günümüze eriştiği yüzleriyle yetinmemektir.

 Kesinlikle. Ben Herakleitos’un logosunu anlam açısından ifade ettim mesela. Ama şu da var: Herakleitos’un, Aristoteles’in, Appianus’un elimizdeki eserleri zamanında kaybolmuş, bir şekilde bulunmuş, Scriptorium’larda tekrar çoğaltılmış, Ortaçağ’da başka yazarlarca aktarılmış metinler. Örneğin ben, Pseudo-Ksenophon diye bir yazar çevirdim. Diğer çevirim de Spartalıların Devleti- Atinalıların Devleti. İçerik açısından Spartalıların devleti, diğer Ksenophon üslubuyla birebir aynı. Mesela Helenika’yla, Avcılık Üstüne ile üslup birliği var. Ama benim önüme Ksenophon’un Atinalıların Devleti diye bir eser getirildi; içerik ve anlam olarak onu yazan, dile getiren kişi demokrasi karşıtı. Ancak ben çevirirken gördüm ki bu Ksenophon değil.

Zaten isminin başına “pseudo” yani “sahte” kelimesi konulması boşuna değil sanırım.

Ksenophon’un olduğu düşünülüyor, ama isminin önüne pseudo’yu da eklemişler olmayabilir de diye. Ancak bence kesinlikle Ksenophon’un değil. İskenderiye’den, Ortaçağ’dan sonra birisi ya da birileri, Ksenophon’un düşüncelerini veya metinlerini toplayıp kendi Yunancasıyla ya da başka birinin Yunancasıyla oluşturmuş.

 Ona söyletmiş adeta…

Ona söyletmiş demeyelim de onun düşüncelerini bölük pörçük olarak alıp kendi Yunanca üslubuyla dile getirmiş. Çünkü metindeki üsluba bakıyorsun, diğer metinlerle üslup birliği yok. Spartalıların Devleti’ndeki dille Atinalıların Devleti’ndeki dil üslup olarak inanılmaz farklı. İkisinin aynı yazara ait olmadığı anlaşılıyor. İşte filolojinin böyle bir özelliği de var. Metne sorgulayarak, şüpheyle yaklaşmayı sağlayarak üslup birliğine dikkat etmek ve o üslubun dışında kalanın başka birine ait olduğu çıkarımına varmak.

Klasik filoloji, kişiye adeta sorgulama yetisini dayatır.

Kişinin iradesine bırakmaz yani bunu…

Kesinlikle. Sen zaten filoloji eğitimine başlarken sorgulama yetisi kazanacağım demiyorsun, sana bunu dayatıyor. Bunu yapmaktan başka bir şansın yok.

 O zamanlar şehir devleti, polis denilen siyasal yapılar vardı, değil mi?

 Kesinlikle. Zaten Eski Yunan’da şehir devletleri ortaya çıktıktan sonra felsefe de doğdu. Felsefe zaten İyonya’da, Ege’de, denize yakın yerlerde ortaya çıktı, Anadolu’un içlerinde ya da İtalya’nın ortasında değil. Polis devlet modeli Batı Anadolu’da ve Atina’da ortaya çıktı. Eski Yunanca yazılan eserler öğrenciler tarafından korundu, müstensihlerce çoğaltıldı ve bir şekilde günümüze erişti.

 Antik çağlardaki philologos ile modern zamanlardaki filologlar arasında ne tür yakınlıklar, benzerlikler ve farklılıklar var?

 İskenderiye dönemine gidelim. İskenderiye Kütüphanesi’nde scriptorium’larda müstensihler metinleri çoğaltıyorlardı. Peki biz, bu adamları filolog diye adlandırabilir miyiz? Günümüzdeki filologlara karşılık gelir mi?

Peki müstensihler metni çoğaltırken metne müdahale ediyor muydu?

İşte onu en başta bilemeyiz. Antik filologlar, eseri çoğaltırken modern filologlar gibi düşünebilir mi? Doğrusu bunu bilemem. Ancak müstensihlerin yaptığı işi filoloji olarak nitelendiremem ben. O vakitlerdeki philologosların konumu aslında çok basit: yazmayı, kopyalamayı, okumayı, araştırmayı, kelimeleri, konuşmayı sevmek.

Antik Çağ’la ilgili bir kavram, bir unvan sorulduğunda ilk önce şunu söylemek zorundayım tahsilim açısından: O adamın baktığı çerçeveyle bugünkü perspektif kesinlikle aynı değil. Benim filoloji icra etmemle o adamın philologos olması aynı şey değil. Aksi durum anakronizm olur ve bu çok yapılıyor.

 Biraz da Roma tarihinden ve can alıcı bir meseleden bahsedelim istersen: Kölelik. Kölelik olgusuna zamanımızdaki şekliyle bakmak ne derece doğru? Bugünden hareketle kadim çağlarda köleliğin ahlaki olmadığını, insanlık dışı olduğunu söyleyebilir miyiz?

 Roma demografisi çalışırken şöyle bir tabloyla karşılaştım: Roma’da nüfus sayımından mesul imparatorluk görevlisi, Romalı yurttaşlara, babanın yani pater familias’ın yanına gidip kedisine hanesi hakkında bilgi vermesini isterdi. Baba takriben şöyle derdi: “Benim hanemde bir karım var, şu kadar çocuğum var, şu kadar bu kadar mal varlığım var.” O mal varlığının içinde kölesi ya da köleleri de bulunuyordu. O adama bu zamandan hareketle aktivizm yapacağım diye, doğruculuk adına, “Abicim siz de ne çirkin adammışsınız ya, köleye eşya gözüyle bakıyormuşsunuz, bu insan haklarına aykırı,” diyemeyiz kesinlikle. Şu an bizim normal karşıladığımız çoğu değer ve ahlak yargısı, yüzlerce sene sonra değişecek.

Belki de yüzlerce yıl sonraki insanlar, retrospektif olarak baktıklarında bugüne dair çoğu şeyi yüz karası olarak görecekler. Ama yine de şunu sormaktan kendimi alıkoyamıyorum: O vakitlerde de köleliğe karşı çıkan, bunu bir utanç olarak gören insanlar yok muydu? Mesela Aristoteles gibi belki de tüm zamanların en zeki insanı bile bunu olağan görebiliyorken, o dönemde ondan daha zeki olmayan ya da ondan daha komplike, tasnif edici, ayrıntıcı, kavramsal, soyut düşün(e)meyen bir şahsiyet köleliği anormal görebiliyordu.

 Bence bu biraz da binyıllardan gelen bir hayat alışkanlığı. Belki de herkes kendince bir normallik ve anormallik sınırı belirleyebilir. Mesela birisi kalkıp da, “Şu dönemden sonra artık kölelik artık normal olarak değil de insan hakları dışı bir kurum, durum ve kavram olarak görülmeye başlanabilir,” diyebilir ve ben açıkçası bunun sınırının nerede başlayıp sonlandığını bilmiyorum. Normal olarak kabullenilen bir kavrama, olguya bir yazar, bir filozof, bir düşünür çıkıp da bu durum, düşündüğünüz kadar da normal değil deyip de karşı çıktığı zaman biz bu kişiye, “Abi sen çok düşünüyorsun ya; adam düşünmüş, inanılmaz bir düşünce boyutuna ulaşmış” veya “doğru bir düşünce tarzına ulaşmış,” diyebiliriz, ama o kişiyi ne kadar ahlaklı diye, bütün dünya köleliği olağan karşılarken o anormal gördüğü için bir ahlak abidesi olarak yüceltemeyiz. Biz şu an köleliğe nasıl insan hakları dışında bir durum olarak bakıyorsak onlar da o derece bakmıyordu, onlar için bir o kadar normaldi, kölelik üzerine düşünmüyorlardı bile. Henüz kölelik karşıtı sesler yükselmemişken, insan hakları, özlük hakları gibi kavramlar ve kurumlar oluşmamışken ahlaki bakımdan köleliği savunanları yerip diğerlerini de yüceltemeyiz. Ancak daha o çağlarda köleliğe karşıt olanların büyük iş başardığını, büyük bir düşünce sistemi oturttuğunu teslim ederim en fazla, ama onun diğerinden daha ahlaklı olduğunu söyleyemem.

Filoloji dalının diğer disiplinlerle ilişkisi nedir?

Filolojinin bütün sosyal bilimlerle bağlantısı vardır. Mesela felsefeye dair konuşurken filolojiye başvurmak zorundayız. Örneğin coğrafya çalışmak istiyorum, Strabon’un kastını anlayabilmek için filolojiye gitmek zorundayım. Veya şöyle ifade edeyim: Strabon’un Coğrafya eserinin Anadolu bölümü vardır. Acaba Coğrafya gerçekten Strabon’un kaleminden mi çıktı? Peki onun gerçekliği çarpıtmadığından nasıl emin olabilirim? Örnek veriyorum, “Şurada beş milyon kişi yaşıyordu,” diyor, “Oranın halkı çok isyankârdı, burada bir çeşme ya da bir yapı vardı,” diyor, falan diyor, filan diyor. Strabon bunu birinden mi duydu, yoksa gidip de gerçekten gördü mü acaba? Strabon bunu aktardığı zaman filoloğun en değerli yönelimi devreye girer: sorgulamak, soruşturmak, şüphelenmek. Strabon metnin bazı yerlerinde, “şöyle şöyle anlatılır, söylenir,” diyor. Peki bu durumda Strabon’un bize birinci el bilgi verdiğinden nasıl emin olabiliriz ki!? O zaman başka bir kaynağa müracaat etmeliyim, o dönemde yaşamış başka bir tarihçiyle bu bilgiyi kıyaslamak zorundayım. En doğrusunu bulmak zorundayım. Belki de Pausanias’ın anlattıklarını almış, kendi anlatımıymış gibi sunuyordur bizlere.

Anlatılanların ne kadarının gözleme dayandığını, ne kadarının tevatüre dayandığını biz başka metinlerle o metni kıyaslayarak öğrenebiliriz yani.

Ben bir filolog olarak Strabon’un anlatımlarını olduğu gibi sana aktarırsam onun yaptığı yanlışları ve ezberleri de sana aktarmış olurum ve sende çalıştığın disiplini bir yanlış üzerinden çalışıyor olursun. İşte bu yüzden filolog çok önemlidir ve diğer bilim dallarıyla kesin bir bağı var.

Doğru kavramlarla, kelimelerle konuşup hakikate erişebilmemiz için. Hakikate erişmenin ön koşulu doğru, sınanmış kavramlarla konuşmaktır, değil mi?

Tabii apaçık doğruya yine ulaşamayabiliriz. “En” diyelim.

Çünkü tarihi metinler bir kurgu içeriyor nihayetinde.

Okan Demir: En doğru bilgiyle ve kavramla çalışılmasını sağlamak gibi bir sorumluluğu vardır filolojinin. Bu açıdan diğer bilim dallarından çok daha büyük bir sorumluluğu var.

 Roma’nın Anadolu’daki egemenliği aynı zamanda onun kültürel olarak Helenleşmesi anlamına mı geldi?

 Roma İmparatorluğu, Yunanistan üzerinde siyasal, askeri olarak egemen olmuştur belki ama kültürel olarak da hakimiyet altına alınmıştır. Bunun en bariz ölçütü de Doğu Roma’da Helence konuşulmasıdır.

Roma Anadolu’ya geldi, Anadolu’daki halkları egemenliği altına aldı, koloniler kurdu, imparatorluk kültünü dayattı ama en nihayetinde özellikle Geç Antik Çağ ve sonrasında biz, Anadolu’daki mevcut Helen kültürünün Roma karşısında hiçbir zaman yenilmediğini görüyoruz, hatta Roma’yı yendiği söylenebilir. Bizans’ın, Doğu Roma’nın dili, Eski Yunanca oldu. Doğu Roma’nın kültürü homojen değildi. Helen kültürünün, Etrüsk kültürünün, diğer Latin halkların, barbar kavimlerin kültürünün bir bileşimiydi, yani senkretik bir kültürdü. Ben basit bir Roma kültürü var diyemem, ama bir Helen kültürü, Helen düşünce sistemi vardır diyebilirim. Helen kültürü çok sağlam, daha katıksız, M.Ö. 1000’li yıllara dayanan köklü bir kültürdü. Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de ve İtalya’nın güneyinde koloniler kurmuş bir uygarlıktan bahsediyoruz. Mesela Roma, Keltleri boyunduruğu altına alıyor, şehirciliği götürüyor ama kültürünü dayatamıyor. Gerçi Avrupa’da bir nebze özellikle dil konusunda kültürünü dayattı, yaydı. Anadolu’daki Helen kültürünün oturmuşluğuyla Avrupa’daki o kültürü özdeş tutamayız. Avrupa’da yerleşik bir kültür yok o vakitler.

 Yani Avrupa’daki barbar kavimler şayet yerleşik bir şehir kültürünü geliştirmiş olsaydı, konar-göçer olmasaydı o kadar kolay Romanize olmayacaklardı…

Çok doğru. Orada şehircilik olmadığı için Roma işgâl ettiği yerlerde, mesela İspanya’da şehirciliğini de beraberinde oraya taşıdı ve insanlarını da oralara taşıdı. Şu çok önemli: Roma Avrupa’daki barbarlara karşı Hadrianus Duvarı’nı kurduktan sonra o bölgeye sadece askerlerini sevk etmedi, askerlerin ailelerini de gönderdi. Roma zamanla işgâl ettiği yerlerdeki demografik yapıyı da dönüştürdü ve şehirleşmeyle beraber kendi kültürünü orada muhkem kıldı. Roma dağıldıktan sonra Latince de Latinik dillere ayrıldı; Rumence oldu, İtalyanca oldu, Fransızca oldu, Katalanca oldu, şu dil oldu, bu dil oldu. Ama Doğu’ya gelindiği zaman orada inanılmaz kuvvetli bir Helen kültürü vardı. Senin o Helen kültürünü mağlup etmen imkânsız ve nitekim de başaramadı zaten.

Kültürel ürünlere örneğin düşünsel, felsefi metinlere bakıldığı zaman Grekçe metinlerin yanında Roma lüteratürünün çok daha cılız, tıfıl kaldığını görüyoruz. Belki de en parlak isimleri Seneca ve Lucretius.

 Kaldı ki bu bahsettiğimiz düşünürlerin hemen hepsi Helen’den etkileniyorlar. Sanırım Cato’nun sözü mealen şöyleydi: “Biz Helenleri hakimiyetimiz altına aldık ama aslında onlar bizi hakimiyeti altına aldı.”

 Tabiri caizse Pirüs Zaferi kazanmışlar.

O: M.Ö. 8 ila 5. yüzyıllara gidildiği zaman Helenlerin iki dönem halinde gelişen bir kolonizasyon hareketi olduğu görülür. Şehir devleti diye bir yönetim şeklini geliştirmişler mesela; bu yapıyı kurmuş olmaları inanılmaz bir olay. Kendi içinde özerk olan bir politik konsept olarak polisleri ilk defa Greklerde görüyoruz. Ancak Anadolu’ya Helen kültürünü kazıyan adam, Büyük İskender’dir. Kolonizasyondan sonra Anadolu’ya nispeten taşınmış olan Helen kültürünü başta İskender ve ardılları iyice oturttu. Bu arada İskender, Helen kültür dairesi içinden bir Makedon’du. İşte Anadolu’da muhkem kılınan bu Helen kültürünü Roma hiçbir zaman alt edemedi.

 Tarih disiplininin filoloji ve çeviriye katkıları nelerdir?

Antik Yunanca ve Latince öğrenilmek isteniyorsa Antik Çağ tarihine dair yoğun okumalar yapılmak zorunda. Bir Grekçe cümleyi biz tamı tamına, yazarın meramına tam olarak karşılık gelecek şekilde aktaramayabiliriz. Ancak o dönem hakkında çapraz okumalar yaparsak, o dönemin dünyası ve ruhunu idrak edersek ancak o zaman o cümleyi sarf eden kişinin niyetine en yakın şekilde çevirebiliriz. Aristoteles’i çevreleyen dünyayı bilmeden, metinlerindeki gayesini bilemem. Belki de bir metinini baskı ortamında veya savaş koşullarında yazmıştı, ya da birine yaranmak için. Belki de bu örneği tarihçiler üzerinden vermek daha yerinde olur.

Mesela Platon’un demokrasi alerjisinde Sokrates’in oylama usulüyle idamına karar verilmesi yok mudur?

Kesinlikle. Bir tarihçinin o kaydı tutarkenki niyetine, dönem koşullarına yaklaşma çabasında olmazsak metni sağlıklı bir şekilde anlayamayız. Örneğin tarihçi Appianus, imparator tarafından “procurator” olarak atanmış.

 Procurator nedir?

 İmparator diyelim ki Anadolu’da bir Roma eyaleti kuruyor: Asya eyaleti. Bir memuru, procurator’u oraya gönderiyor Roma’yı temsilen. Procurator orada mâli işlerle ilgileniyor, para kazanabiliyor. O dönemin Roma memurunun yetki alanını ve saygınlığını, şimdiki hiçbir devlet memuruyla kıyaslayamayız; yani öylesine geniş ve büyük bir ehliyeti var. Bir Roma memuru olmuşsun, imparator sana salahiyet vermiş ve ona minnettarsın; hal böyleyken bir tarih eseri yazarken nasıl tarafsız olabilirsin ki!? Mesela Romalıların Kartacalılara açtığı savaşı haklılaştıran bir Roma tarihçisinin bunu imparatora yaranmak ve Roma’yı yüceltmek için yapmadığından nasıl emin olabiliriz ki!? Belki Kartaca kendi halinde bir devlet, Roma emperyal tutkularına mazeret üretti ve saldırdı, nereden bilebilirim böyle olup olmadığını!?

 Tarihte bildiğimiz ilk imparatorluk olan Hititlerden Osmanlı’ya varıncaya kadar Anadolu’nun büyük imparatorlukların egemenlik sahası olagelişinin bu topraklara kattığı ve bu topraklardan eksilttiği şeyler, zihiniyet dünyamızda bıraktığı tahribatlar nelerdir? Değil mi ki imparatorluklar merkeziyetçi yapılardır ve merkeziyetçilik bildiğimiz kadarıyla o kadar da iyi bir şey değildir.

 Hititlerde tanrı-kral vardı. Sonra Eski Yunan geliyor, onda da tanrısal niteliklerde olan bir kral var. Sonra gelen Roma imparatorluk kültü yaratmaya çalışırken Eski Yunan’ın tanrı-kralından ve Anadolu’daki diğer tanrı-krallardan esinlendi. Anadolu’da bir tanrı-kral modeli vardı. Ancak Avrupa’daki barbar kabilelerde, kavimlerde kabile şefleri saygın ve otorite sahibiydi. Osmanlı’da bahsettiğimiz kültürlerdeki anlamda tanrı-kral kültü yoktu, daha İslami odaklıydı Osmanlı’nın getirdiği. Bir liderin, padişahın aslında İslam sancağını savunması, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, vekili olması durumu vardı.

 Osmanlı’da hükümdar, tanrının yeryüzündeki gölgesiyken onlarda bizzat kendisiydi yani.

 Kesinlikle. Hep bir lider kültü var.

Karizmatik kişilik kültü her zaman oldu.

Bu hiç eksik olmadı Anadolu’dan. Osmanlı neticede Bizans’ın mirası üzerine temellendi. Dinler farklı olsa da, paganist ya da İbrahimi olsa da hepsinde lider kültü kesinlikle vardı.

 Bugün hâlâ bireyleşememe, monad olma, özerk bir birey olabilme konumunu ve durumunu engelleyen bir şey olmalı bu.

Haklısın.

Çünkü politik modelin bizi fazlasıyla belirlediğini, özel olanın politik olduğunu düşünenlerdenim ben.

Kesinlikle öyle. Mesela İskender lider kültünü oluştururken kuvvetle muhtemel Perslerden etkilendi. Perslerin tanrılarına karşı da çıkmadı. Demek ki Anadolu’daki o tanrı-kral kültü ne kadar güçlüydü ki İskender, Helen kültürü bile bundan etkilendi.

 Belki de çok güçlü olmasından ziyade devleti yönetebilmek için çok daha işlevsel olduğunu fark etti.

Olabilir, çok doğru bir yorum. Doğru. Hatta Konstantin’den örnek verelim, İstanbul’u payitaht haline getiren imparatordan. Milvian Köprüsü Savaşı’nda Maxentius’la savaşır; yani Batı Roma ile Doğu Roma savaşır. İmparatorluk tetrarşi denilen bir yönetim modeliyle daha kolay yönetilebilsin diye ikiye ayrılmıştı. Buna göre iki imparator olacak, onların altlarında da kaiser’leri olacak. Bu imparatorlar öldükten sonra da taht kavgası çıkmasın diye imparatorlar kaiser adında vekiller belirliyordu. Ancak olmadı. Çünkü imparatorluk üzerinde hak iddia etmelerden ötürü tetrarşi işlemedi ve artık tek adam egemenliği yerini almış oldu sonuç olarak. O zamanlar Konstantin, Anadolu’daki Hristiyanlığın güçlenişini gördü. Konstantin’in askerlerinin arasında da bir sürü Hristiyan vardı ve savaştan önceki gece, rüyâsında gökyüzünde “chi rho” simgesini gördüğünü, askerlerine Tanrı’nın, İsa’nın kendilerinin yanında olduğunu söyler. Şöyle düşündü: “Madem Hristiyanlıkla baş edemiyorum, onunla savaşmaktansa Hristiyanlığı kabul ederim, Hristiyan kitleleri arkama alırım, askerlerimi de gaza getiririm ve egemenliğimi pekiştiririm.” Nitekim savaşı da kazandı. Hristiyanlığın önlenemez bir yükselişte olduğu bir dönemde Hristiyan toplulukları arkasına aldı.

Eski Yunan’da tanrı-kral yok. İskender de bu potansiyeli gördüğü için bu modeli benimsedi, Amon rahibi olarak gördü kendini ve kitlelerin gücünü ardına aldı. Kendi düşüncesini dayatmak için onlarla mücadele etmektense pratik, pragmatik bir yolu tercih etti ve dinsel figürleri, sembolleri kullandı. Kısacası Anadolu’daki halkların bahsettiğimiz dinsel alışkanlıkları, kralları ve önderleri bu doğrultuda hareket etmeye götürüyordu.

Soru: Latince gerçekten ölü bir dil mi? Yoksa Latin dillerinde şu veya bu şekilde, şu veya bu ölçüde yaşıyor mu? Latince tam olarak ölü bir dil değil de kaynak teşkil ettiği dillerde yaşıyor denilebilir mi? Oluşturduğu kavramlarla, gündelik yaşamda dolaşımda olan birçok kelimeyle yaşadığı pekâlâ söylenebilir gibi geliyor bana.

Ölü bir dil demekten ziyade değişimlere uğramış bir dil denilebilir belki de. Çeşitlenmiş, varyantları oluşmuş bir dil denilebilir. Zaten Rumence ve İtalyanca Latinceye çok benzer, aynılıklar da var.

Bizi Sosyal Medya Hesaplarımızdan Takip Edebilirsiniz!

ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ Wep sitesinde yapılan Yazarlarımızın Yazıları, Haberler, Söyleşiler, Röportajlar ve YouTube Tv kanalımızdan yaptığımız Canlı Yayın Programlarımız anında haberdar olabilmek için bizi resmi sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirsiniz.

Sizler de kanalımıza abone olabilir ve arkadaşlarınıza önerebilirsiniz!

#ÖTEKİLERİNGÜNDEMİ

YouTube ► kanalında ülkenin sıcak gündemini ötekilerin sesinden ekrana taşıyoruz.

ÖTEKİ TV Resmi Web Sitesi ► https://www.otekileringundemi.com/

ÖTEKİ TV Sosyal Medya Hesapları:

Twitter ► https://twitter.com/OtekilerinG

Facebook ►https://www.facebook.com/OtekilerinG

Instagram ► https://www.instagram.com/otekilerin_gundemi/

YouTube►https://www.youtube.com/channel/UCmKlsa826_a9G30R7r884Xw

Editör: Haber Merkezi