Sevda KARACA

İSTANBUL-Ebru Pektaş’ın İleri Kitaplığından çıkan ‘Toplumsal Cinsiyetin Anahtar Kavramları: Cinsellik, Şiddet, Emek’ kitabı toplumsal cinsiyet alanına dair anahtar niteliği taşıdığı düşünülen, güncel pek çok olayda da tartışmak durumunda kaldığımız kavramlara yer veriyor.

Kitap, belli başlı kavramlara dair farklı teorik yaklaşımların değerlendirmelerini ve tartışmalarını özetlerken, esas olarak da Marksist bir analiz yöntemiyle bu kavramların nasıl ele alınabileceğine ilişkin bir tartışma yapıyor. Bu bakımdan bir yanıyla bir sözlük çalışması gibi, bir yanıyla da çok gündemde olan çeşitli tartışmalara nasıl bakılabileceğine ilişkin alt yapı sunan önemli bir tartışma kitabı. “Kavramlar ve tanımlamalar önemlidir. Çünkü nasıl tanımladığımız, nasıl mücadele edeceğimizle doğrudan ilişkilidir” diyen Ebru Pektaş’la kadın hareketinin mücadele gündemleri açısından bu kavramlara ilişkin tartışmanın önemini konuştuk.

Kitabın ön sözünde esas olarak Gezi direnişini toplumsal cinsiyet tartışmalarını anlamak ve anlatmak için bir ‘kırılma noktası’ olarak tarif ediyorsun. Türkiye’de kadın hareketinin birikimini ve genel olarak da kadınların sorunları noktasındaki birikimi düşününce, bu biraz fazla kişisel bir tarif olarak görünüyor. Nedir seni Gezi direnişini bir kırılma noktası olarak tariflemeye sevk eden?

Tabii ki bu ülkede kadın mücadelesinin 100 yılı devirmiş bir tarihi var; cumhuriyet öncesinde ve sonrasında, sosyalist partilerin ortaya çıktığı ’60’lar-’70’ler döneminde ve elbette ’90’lardan bugüne güçlü bir damar, güçlü bir birikim var. Gezi’de kırılan şey şu aslında; cumhuriyet tarihinin en büyük halk direnişi, İçişleri Bakanlığı rakamlarına göre 10 milyonu aşkın insan dahil olmuş ve bu direnişin hemen tüm fotoğraflarında kadınlar en önde. Ötesi, bu direnişle birlikte kadınlar bu toplumsal kalkışmada kendi sorunlarına ilişkin önemli bir şey kurdular, mesela cinsiyetçi küfür kullanmayalım, dediler. 10 milyon insanın ayağa kalktığı, AKP iktidarı için gerçekten de tehlike çanlarının çaldığı bir konjonktürde herkes cinsiyetçi küfür meselesini konuşmak zorunda kaldı. Nitekim sonrasında Özgecan’ın katledilmesine kitlesel bir duyarlılık gösterildi. Geçmişte üçüncü sayfa haberi olarak görülen şeyler artık bütün toplumun topyekün tepkisini çeken konular oldu. Esasen Gezi’nin, kadınların görünürlük meselesi açısından özel bir kırılma noktası olduğunu düşünüyorum.

Kendi açından da herhalde ağırlıklı olarak bu alana ilişkin okumalarını ve tartışmalarını da Gezi’den sonra yapmaya başlamışsın. Halihazırda sosyalist bir örgütlenme içinde mücadele eden bir kadın olarak, seni bu alana bu kapsamda bakmaya ve böyle bir tartışma yürütmeye yönelten ne oldu?

Ben ’90’lı yılların sonunda sosyalist oldum, elbette o dönem feministler vardı, kadın hareketi vardı. Açıkçası benim içinde bulunduğum yapıda “Burası özel bir alan ve buraya özel olarak bakmak lazım” gibi bir yaklaşım yoktu. Ama o dönemde farklı itme ve çekmeler olduğunu düşünüyorum. Mevcut feminizmlerin Marksizme yaklaşımı çok suçlar noktadaydı. Tersten, Marksistler de kendilerini fazlaca garda almışlardı. Çünkü dünyada şöyle bir rüzgar esiyordu; “Artık sınıflar kalk-tı, işçi sınıfına elveda, teknolojik devrim, yaşasın birey” filan... Bu rüzgar eserken, bu gard alışlar açısından bakıldığında feminizmin, toplumsal cinsiyet meselelerinin benim içinde bulunduğum ortamda çok fazla cazibesi yoktu. Ama kırılmayı yaratan, o toplumsal gerçeklikle somut bir biçimde karşılaşmak, o milyonlara varan direnişin en önemli unsuru olma gerçeği ile karşılaşmak oldu. Benim kişisel maceram o kırılma ile oldu.

Değerlendirdiğin kavramlar bir yandan yıllardır üzerine çok önemli tartışmalar yürütülmüş, farklı perspektiflerin farklı biçimlerde altını doldurduğu, bir yandan da aslında üzerinde çok tepinilmiş, iğdiş edilmiş kavramlar. Bu kavramlara bir de Marksist bir yöntemle bakma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor?

Bu söylediklerim daha çok Türkiye için geçerli olacak. Biraz önce bahsettiğim itme ve çekmeler, gard alışlar yüzünden Marksistler için toplumsal cinsiyet tartışması sağlıklı yürütülemedi. Buna ’70’li yılları da dahil ederek söylüyorum. ’70’li yıllarda örneğin İlerici Kadınlar Derneği deneyimi var, bir komünist partiden çıkmış bir deneyim. “Anaları örgütlemek lazım, analar iç savaşı durdurmalı” diye bir söylemleri var, işçi kadınları örgütlemişler. Geleneksel sınırları kollamaya çok meyyal bir örgütlenme. O dönem ve sonrasında esaslı bir kuramsal tartışma Avrupa’da olduğu gibi yürütülmemiş. O yıllar klasik feminist eserlerin çevirisi-nin bile henüz yeni yeni yapıldığı yıllar. Bu tartışmanın yürütülmesi için sağlıklı koşullar şimdiye kadar oluşmadı aslında. Örneğin İKD de bir tartışma yürütmemiş; çünkü feminist olarak etiketlenmekten çok korkuyor, çünkü geleneksel refleksler var. ’80’lere bakıldığında ise toz dumana karışmış zaten; liberalizm rüzgarı var ve Marksistlerin bu tartışmaya mecali yok. ’90’lar benzer bir biçimde... 2000 ve sonrasını ben bu tartışmanın yapılabilmesi için olanakların olduğu bir zemin olarak değerlendiriyorum. Literatüre bir de bu açıdan bakmak belki şimdi mümkün olabildi. Marksizmin yöntemsel kategorileri bu zeminde, bu konjonktürde bence daha değerli hale geldi.

TOPLUMSAL CİNSİYET, SINIFSIZ ANLAŞILAMAZ
Kitapta anahtar kavramlar olarak pek çok kavram değerlendiriliyor. Ben kitabı okurken; toplumsal cinsiyet kavramına ilişkin yürüttüğün tartışmanın ise anahtarın anahtarı olduğunu düşündüm... Değerlendirmende toplumsal cinsiyetin sınıfsal bağlama oturtulmadan anlaşılamayacak bir kavram olduğunu söylüyorsun. Bu, ne anlama geliyor?

Toplumsal cinsiyet kavramının anahtar bir kavram olması aslında uzun yıllara dayanan bir mücadelenin ürünü. Kadın sorunu, kadınların ezilmişliği sorunu gibi çeşitli geleneksel adlandırmalar zaten kullanılmaktaydı ama ’60’lı yıllarla birlikte şu ortaya atıldı; cinsiyet eşitsizliği dediğimiz şey aslında biyolojik nedenlere, bugünün söylemiyle ‘fıtrata, kadere’ bağlı bir şey değil, toplumsal olarak, toplumsal eşitsizliklerle ortaya çıkan bir şey. ‘Toplumsal’ dediğinizde büyük bir iddia atmış oluyorsunuz aslında; işin içine tarih giriyor, kültür, sınıflar giriyor. Toplumsal cinsiyet kavramı, diğer kuramlar açısından bakıldığında Marksizmin tam da en kıskanılası yöntemsel inceliklerinden biri olarak bütünsellik fikrine çok uyan bir şey. Ama biz “İşte Marksist kategorilere çok uyuyor” diyerek yetinemeyiz. ’60’lı yıllarla birlikte “Eşitsizliklerin nedeni toplumsaldır. Özel olan politiktir. Cinsel olan politiktir. Bu alanlar sorgulanamaz, denetlenemez, kutsal değildir” tartışmaları altı doldurularak önemli kuramsal tartışmalar yapıldı. Üstelik bu yaklaşımın yerleşmesi sadece metodolojik bir incelik değil, bunun ötesinde yürüyen bir mücadelenin sonucu. Kadın hareketi 150-200 yıldır kavramlar üretmeye çalışıyor ve 60’lı yıllardan itibaren ortaya çıkan toplumsal cinsiyet tartışması aslında bir köşe taşı. Ki bugün kendisini uluslararası metinlerde de görüyoruz.

Kitapta, toplumsal cinsiyet dendiğinde bu toplumsalı nasıl tarif etmeliyiz diye bir tartışma yürüttüm. Burası kritik aslında. Bu ‘toplumsal’, Marksizm için sınıflı bir topluma işaret eder. Eğer toplumu uzlaşık, çelişkileri giderilebilir bir şey olarak görüyorsanız; projelerle, kadınları girişimcilik yoluyla güçlendirme tahayyülleriyle hareket edersiniz. Ama eğer toplumsalı, sınıfsal karşıtlıklarla algılıyorsak, toplumsal cinsiyeti de sınıfsallıkla anlamalıyız.

CİNSİYET EŞİTSİZLİKLERİ SINIF ÇELİŞKİSİNE DAHA ÇOK YAKLAŞTI

Ebru Pektaş
Son 5 yıldır gerek akademide ve gerekse farklı toplumsal hareket alanlarında Marksizm tartışmaları yapılıyor. Özellikle kadın hareketi açısından, örneğin Latin Amerika’da kadınların yoksul kadınları da giderek daha fazla içeren kitlesel hareketi, Amerika’da Trump karşıtı gösterilerle kadınların sokağa taşan öfkesi, tüm dünyada eşitlik için ve özellikle kötüleşen yaşam koşullarına karşı genişleme eğilimi gösteren kadın gösterileri gibi bir dizi gösterge de var. Görüyoruz ki Marksizmin cinsiyet alanındaki analizleri yeniden gündem ediliyor; ‘İşçi sınıfı feminizmi, yüzde 99’un feminizmi’ gibi yeni feminizmler tartışılıyor. Bu yönelimi nasıl değerlendirirsin?

Kapitalizm, özellikle ’80’li yıllarda yurttaşlık, kamusal hak kazanımlarını tümüyle ıskartaya çıkarabileceği bir liberalleşme, bireysel özgürleşme, küreselleşme ortaya çıkardı. Bu özgürleşme hamlesi başta çok yaldızlı, havalı, fiyakalıydı. Ama öyle olmadığı, dünyanın daha önce hiç olmadığı kadar eşitsizliklerle boğuştuğu görüldü. Öyle ki 2000’lerin ortasında liberalizmin bayraktarlığını yapanlar “Marx haklıydı” türünden demeçler verdi.

Kadınlar açısından bakalım; hâlâ kürtajı savunuyoruz, 50 yıl önce kazanılmış bir haktı bu! Dünyada yarım milyardan fazla kadın okuma yazma bilmiyor. Afganistan’da recm cezası var, İsveç’te kadınlar ek iş olarak bedenlerini pazarlıyor, eşitsizlikler inanılmaz boyutlara ulaştı. Global düzeyde çok yoğun saldırıların olduğu, kreş hakkından bir dizi sosyal politikalara kadar neoliberal saldırıların kadındı, çocuktu tanımadığı bir düzlem. Bu saldırılar bir yandan bir netleşme de sağlıyor. Netleşmenin bir boyutu şu; toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda kapitalizmin öyle ya da böyle tolere edebildiği, çeşitli kamu politikalarıyla reformist önermeler yapabildiği koşullar vardı başka konjonktürlerde. Şimdiyse bunların tamamı masraf kalemi. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, çelişkileri sınıf çelişkisine çok daha yaklaşmış durumda. Makas daraldı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair elinizi attığınız her meselede işin sınıfsal boyutları olduğu bu konjonktürde daha fazla açığa çıkmış durumda. Bu iki çelişkinin yakınlaşması Marksistler açısından bu alanın eskisi gibi algılanamayacağını, feministler açısından da sınıf dinamiğinin asla atlanamayacağını çok açık bir biçimde ortaya çıkardı. Bence bu yakınlaşma esas mesele.

Üstelik Türkiye’de de hem ciddi bir sınıfsal saldırı hem de kadınları kültürel ideolojik düzlemde hapseden, onlara eziyet eden özel bir saldırı var. Ve bunlar gündeliğin içinden patlak veriyor. Mesela kılıçla öldürüyor erkekler kadınları, bir tanesi kadının evinde bomba patlatmış! Çok sembolik bir şey olduğunu düşünüyorum bunun. Sesini tüm dünyaya duyurmak isteyen bir cinsiyet krizi yaşanıyor...

Nerede patlak verir bu kriz?

Zor bir soru; krizi tanımlamak kolay da krizde neyin uç vereceğini, patlayacağını öngörmek zor. Ama kırmızı çizgiler var işaret fişeği olabilecek. Mesela, şiddet artık çok sivrilen bir nokta olarak öne çıkıyor, yokuş aşağı hız alarak ilerliyor. Bir de yoksullaşma ve gerici baskılar... Bunlar sadece yüzde 50’nin gündemi de değil. Otobüste şortlu kadının dayak yemesi türbanlıyı da, muhafazakarı da, özgürlükçüyü de o biçim etkiliyor. Hepsini, hepimizi vuruyor. (Kaynak:Evrensel)
Editör: Haber Merkezi