SURİYE SAVAŞI’NDAN MÜLTECİLERE

VE DENİZ POYRAZ’A…

Bugün Suriye Savaşı’nın da 10. Yıldönümü. Ve aynı zamanda Dünya Mülteciler Günü. Üç gün önce Türkiye’nin yüzyıllık göçmeni halkın evladı Deniz Poyraz öldürüldü! Dün bir Çalıştay gerçekleşti. Üçü aynı tarihsel momentte kesişti.

HDP Göç ve Mülteci Çalıştayı’nda açığa çıkan verilere göre; dünya’da kayıtlı göçmen- mülteci sayısının 20 milyonu, yani 2. Dünya savaşının düzeyini bulduğu söyleniyor. Resmi olmayan rakamlar ise on katı; yani 200 milyon insan yeryüzünde hareket halinde. İki yılı doldurmak üzere olan Pandemi koşullarında mültecilik için yola çıkan, sınırları aşarken ölenlerden sonra kalanları tel örgülü açık-kapalı hapishanelerde, her türlü kötülüğe ve şiddete açık yaşamaya çalışıyorlar. Geri Gönderme Merkezleri denen hapishanelerde, bildiğimiz hapishane koşulları yaşanıyor. Kadın ve çocuklar, zorbalığın, cinsel şiddetin her türüne uğruyorlar. Dosdoğru söyleyelim: Mülteciler bugünkü dünya düzeninde insanlığın paryaları!

Suriye Savaşı, mülteciliğin bugünkü düzeyine varmasında, yaşadığımız toprakları etkilemesinde Kürt sürgünlerinden sonra en önemli gelişme oldu. Daha doğrusu, dünkü süreçte “Kürdistan iç sömürge” diyemeyen sol cenahlarımız ancak Suriyeliler gelince mülteciler meselesini gündeme alabildiler. Biraz üzerinde durursak gerçeğin bu olduğunu teslim etmemiz zor olmaz, kanaatindeyim. Şimdi her birimiz her cephede; mültecilik, göç, göçmen, sığınmacı ve onların insan hakları meselesiyle; ötekileştirilmeleri, ayrımcılığa uğramaları ile hemhal vaziyetteyiz. Göçmenler ve mültecilik ağları internette bizi en yeni haberlerle buluşturuyor, hepsi de Avrupa fonlarına dayalı devasa yardım ve dayanışma örgütleri var. Yine de sorun çok, sığınmadan mülteciliğe giden yolda büyük acılar yaşanıyor.

Bugünkü iktidar ise, “istikrarsızlaştırma” projesiyle girdiği Suriye’de askeri bölgeler yaratmış, kendisine bağlı cihat ve İŞİD yapısı ordu parçaları kurmuş ve oradan Libya’ya, Azerbaycan’a ve hatta Afganistan’a silahlı güçler, SİHA’lar transfer etmekte. Türk devleti adına iktisadi işletmeler kurmuş, Afrin’in zeytinleri ve İŞİD petrolü örnekleri de olduğu gibi, iç –dış ticarete Suriye halklarının zenginliklerini teşne etmiş durumda. Siyasal yapılar kurmaya, sosyal hayatları “İslam ve Türk kardeşliğine” binaen kalburdan geçirmeye çoktan başlamıştır. Suriye’deki Kürt nüfusun ve örgütlü güçlerinin ise adı okunmasın arayışından düşman kategorisinde hedef tahtasında, savaş nesnesi yapmakta.

Her savaşın yıl dönümü anılır mı ya da her ülkede anılır mı, kesin bir şey söyleyemem ama Suriye Savaşı Türkiye’de zaten neredeyse her gün işte bu nedenlerle herkesin dilinde; değil ki, yıldönümü anılmasın. 10 yıldır bu savaşla yatılıp kalkıldığını söylesek yanlış bir şey dememiş oluruz hatta. Zira siyaset ve toplumsal yaşam kadar ekonomik süreç de Suriye Savaşının içinden geçerek yaşanmakta. Bu sadece Türkiye’nin Suriye’ye coğrafik yakınlığıyla ilgili değil elbet. Tarihten gelme nedenler kadar güncel emperyal- siyasal nedenler de neredeyse iç içe geçilerek yaşanan on yıllık zaman geçirdi, iki ülke çok millet. Oradan seken kurşunlar, - Türk malı bir İŞİD’linin elinden çıkan- üç gün önce, İzmir’de bir katil tarafından basılan HDP İl binasında Deniz Poyraz’ın canını aldı. Ertesi gün, Antalya’da nereden çıktı bilmiyorum, duyduğum kadarıyla Diplomasi adlı bir toplantıda Cumhurbaşkanı, emperyalist batılı efendilere sitem ediyor: “Suriye’yi istikrarlaştırmamıza yeterince yardım etmediler.”

  1. Bloğu “yıkıldığında”, emperyalist dünyanın hali hazırdaki patronu ABD, “Yeni Dünya Düzeni” planını Irak’ı parçalamakla işe başlamıştı. Bağdat’ı görsel gösterilere taş çıkartırcasına zamanın Türk egemen siyasetinin “duayeni” Süleyman Demirel, eğer hatırlanırsa: “Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası” demişti iştahla. Bu fikre kendisinden önce, Cumhurbaşkanı iken Özal talip oldu ama ordu kurmayı ile anlaşamadı, Kürt sorununda çözüm arayışı derken, devlet elinde heder edildi. Ardıllardan Tayyip Erdoğan bu role canı gönülden talip oldu, o sıralarda Suriye savaşı patlak verdi. Erdoğan ABD’nin- NATO’nun BOP planında Eşbaşkanlık gömleğini giydi. Adriyatik’i şimdilik bırakıp Güney Akdeniz’e, Kafkasların Güneyinden dolanıp Irak’a ve el altında sayılır Suriye’ye sıçradılar. Afganistan’da zaten NATO görevi almışlardı, orada bekçilik vazifesine yeniden talip oldular. Hesapta olmayan çıktılardan biri olarak da Libya’ya vardılar. Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı zorluyorlardı, ABD ile yeniden anlaşmak için onu biraz yavaşlattılar. Tıpkı esas oğlan ABD gibi, adım attıkları ya da atacakları yere adalet, özgürlük, refah ya da huzur getireceklerinden söz ediyorlardı. Hıristiyan misyonerlerinin Batı sömürgeciliğine kapıları açan anahtarı bunların elinde de genel olarak, Müslüman kardeşliğiydi.

İşe , “komşu ülkelerle sıfır sorun” diye başlamışlardı. Suriye rejimiyle ver külah al takke misali aile dostları oldular önce. -Azerbaycan oligarkı Aliev ailesiyle son görüntülere bakılırsa, orada da ağabeylik pozlarındalar, zaten arka bahçeleri- Batı’ya karşı büyük ağabeylik rolünü Esat’a yediremeyince de hemen ABD’nin yanına geçip savaş korosuna katıldılar. “Allahın izniyle Şam Emevi Camii’inde namaz” kılacaklardı. Bayır Bucak Türkmenleri edebiyatıyla başlayıp, Suriye tarafından eve attıracakları birkaç bomba ararken Suriye’yi “istikrarlaştırma” için ordular kurdular. Eğit- donat programlarında cihatçı orduları yetiştirdiler. Türkiye sınır kapıları Suriye’den kaçan kitlesel göç yolları oldu, kısa sürede 3 milyon Suriyelinin geldiği yazıldı, söylendi. Kısa zaman sonra bu rakam 5 milyona çıkacaktı.

Tam o sıralarda İŞİD çıktı piyasaya! El Kaide’nin kalıntılarıyla kurulan bu yeni vahşi ordu-devlet de Iraktan Şam’a, kaçınılmaz olarak Emevi Camisine kadar talipti. Türkiye’deki Müslüman Kardeş yönetimiyle çatışmaları kaçınılmazdı. Musul Konsolosluğu’nu basıp Türk devlet görevlilerini esir alan İŞİD’in önünden herkes kaçarken, önünü sabah akşam lanetledikleri bir tek gerilla birliği ile PKK kesti. Şengal Halkı o sayede İŞİD’in elinden kurtuldu, Şengal, İŞİD’e karşı direniş mekanı haline gelebildi. İŞİD oradan geçip Kobane’ye saldırıya geçtiğinde karşısında Kürtlerin direniş gücünü buldu. Kısa sürede Kobane tarihteki benzerleri Madrid ve Stalingrad oldu, yeni yaşam örgütlenmesiyle de enternasyonalist insanlık kalesine çevrildi. Artık YPG, YPJ ve dünyanın ve Türkiye’nin ilerici-devrimci güçleri İŞİD’i önüne katmış Batı’ya doğru sürüyordu. Önlerini kesen Türk devleti oldu! İŞİD’i yıkımdan kurtardı.

Öncesinde Türk devlet iktidar, Musul Konsolosluk kitlesi için İŞİD’le pazarlıkla, bir bayram günü törenler ve gözyaşları eşliğinde onlarca kişi Türkiye’ye getirilirken silah ve mühimmat dolu MİT tırları İŞİD için Toroslar’ı aşmaya başladı. Bir yol kontrolünde bir filo tır yakalanınca kıyametler koptu ya, onlar devlet zoru ellerinde, yürüdüler. Artık ÖSO, Nusra, her ne varsa ellerinde İŞİD’in farkı kalmamıştı. Kobane’de ölüm kalım direniş günlerinde, Erdoğan Gaziantep’te, Suriyeli mülteci Müslüman kardeşine, “Kobane düştü düşecek” müjdesi veriyordu. İşte o gün Türkiye’de, özellikle bölge kentlerinde “Kobane’ye insani yadım koridoru açılsın” talebi ile başlamış direnişe, iktidar gizli-açık Hizbul Kontra çete örgütleriyle, ateşe benzin dökercesine müdahale etti. Ama Kobane kazandı. Şimdi intikam nesnesi bu direniş, Kobane yargılamaları adı altında HDP’yi kapatma, kendi suçlarını örtbas etme davası olarak Sincan’da sürüyor, HDP’yi kapatma davasına dayanak olsun diye.

Bu memleketin yüzyıllık sürgün ve göçmeni bir halkın evladı Deniz Poyraz’ı bulan kurşunlar da böyle bir süreçten sonra geldi, İŞİD-SADAT eğitiminden geçmiş katilin elinden.

Suriyeli mülteciler ise bugün Türkiye’nin elinde koza dönüştü. Emperyalist Batı, mülteci deposu yaptığı Türkiye’ye belli aralıklarla, parayı veriyor, sorunu sınırlarından biraz öteliyor. Sonuçta onları elinde de Türk iktidarına karşı para kozu, ilk fırsatta sırttan atılacak külfet ya da yük muamelesi görüyorlar. Suriyeliler ya da Afganlar ve diğerlerini mülteciliğe zorlayan kendilerinin sebep olduğu savaşlar değil sanki. Düşmanlaştırma politikalarının yanılttığı yerli halkların gözünde de, “ekmeğini, yerini ve geleceğini küçülte” fazlalık ve hatta düşman Suriyeliler. Önceki kuşak göçmenlere bile, yeni göçmenler fazlalık, yerlerine ve hayatlarına yönelmiş tehlike olarak görünmekte onlar.

Oysa Suriyeli mülteciler bin bir dertle boğuşmakta, geldikleri Türkiye’de her türlü istismara açık, şiddete uğrayabilir durumda yaşamlarını güç bela sürdürmeye çalışıyorlar. 5 milyonun içinden yalnızca 31 bininin çalışma iznine sahip olduğunu bilmiyor toplumun çoğu. Geri kalanı kayıtsız, ucuz, güvencesiz işgücü. Göçmen merkezleri dedikleri çadır kentlerde kayıtlı olanlar sadece sağlık ve günlük iaşeye ulaşabiliyor. Bunların çok önemli bir bölümü çocuk işçi! 400 küsur çocuk işçi, iş kazalarında ölmüş. Refakatsiz diye kodlanan, savaşta anne babalarını kaybederek, göç kafilelerinin içinde gelmiş kız ve erkek çocuklar, her durumda hayati tehlike altında yaşıyorlar. Kızlara “sevgi evleri” dedikleri tarikat evlerinin yuva yapıldığını söylesek bu tehlike daha kolay anlaşılır. Suriyeli göçmen kadınlar, ekonomik, sosyal kıskaçların içinde kendilerine yaşanacak hayat kuramıyorlar. Büyük çoğunluğu asgari ücretin üçte birine çalıştırılıyorlar. Merdiven altı her türlü iş sektörünün baş işçisi göçmenler. En pis işler yine Suriyelilere düşüyor. Erkek egemen düzende, öyle parayla çalışan mekanizmalar kurulmuş ki, Suriyeli kadınlar, ikinci, üçüncü eşler olarak kuma gidiyorlar evler. Gerçekte devletler ve kapitalistler göçmen nüfusları ucuz işgücü olarak iliğine karşı sömürüyor, yerli işçi sınıflarına da yabancı düşmanlığı nesnesi haline getiriyorlar. Siyasi partilerin göçmen nüfusla ilişkileri ve uğraşları hem çok cılız ve hem de çözüm odaklı değil. Sendikaların gündemine Suriyeli göçmen işçilerin durumu ve sorunları girebilmiş değil. Hal böyle olunca, göçmenliklerinin sorumlularının elleri, hem içerde emekçilere karşı, hem dışarıda çok rahatlamıştır.

İşin asıl merkezinde duranın Kürt meselesi olduğunu gözden kaçırmadan bakmalı yine de meseleye. Suriye savaşına dalmak ile Kürt savaşını buna göre güncellemek, iktidarın ya da Türk ırkçılığının “beka sorunu” nu burada arıyor oluşu, aslında tüm temel problemlerin aynı tarihsel kökler kadar ve güncel nedenlere bağlanmasıdır. Mülteciler tüm iktidarlar için “beka sorunu” nun bir aracı, “sahiplenenlerin” ise pazarlık imkanı. Suriye savaşının 10. Yıldönümüne denk gelen bütün uluslararası toplantıların ana gündemlerine girmesi de bu yüzdendir. Türk gericiliği, Suriyeli mültecileri metalaştırmıştır. Avro-Amerikan emperyalist odakların, Orta-doğu başta gelmek üzere bütün savaş ya da “barış” planlarında Türk gericiliğiyle kurduğu ilişkinin de aracı durumunda. Onlar parayı veriyor, Türk gericiliği, o parayı, eline geçen bütün imkanları yaptığı gibi, savaşa yatırıyor ve yeni istila, ilhak noktaları için kullanıyor. Aslında şu denmeli; Türk devleti ve emperyalist Batı, Suriye’de rejimi yıkmak üzere girdikleri savaşta ellerinde kalan mülteciler üzerinden savaş sistemini yönetmeyi, sürdürebilirlik kazanmayı deniyorlar. Bu durumun kendisi savaş suçu işlemeye devam ettiklerini kanıtlamaya yeter de artar. Eğer uluslararası hukuk işleseydi, Türkiye Cumhurbaşkanının; “Suriye’yi istikrarsızlaştırma” çabalarının baltalandığını söylerken, geriye dönük savaş suçu işlendiğini, işlenmeye de devam edileceğini tespit edip mahkemeleri harekete geçirecek güçler olurdu. Ama olmuyor! Çünkü hepsi aynı batakta, onlar da bu savaş batağından nemalanıyor, gelecek arıyor.

Bu durumla birleşen bir gelişmeden de söz etmeliyim. Tv.’ lerdeki tartışma programlarında ya da gazete makalelerinde sözü edilen, “Biden ile uluslararası hukuk” gelecek beklentileri, bu gerçeklik içinde, boş boş sakız çiğnemekten başka bir anlama sahip değil. Batı emperyalist sistem birçok alanda yenişemediği Rusya ve hala ekonomide alt edemediği Çin’e karşı “yeni tür” savaş hazırlığı yapıyor denebilir olan bitene. Buna ister yeni “soğuk savaş” densin ister başka bir şey, insanlığın pandemi dolayısıyla iyice soğuduğu kapitalist sistem karşısında “sosyal- komünal yaşam” arayışlarına cevap olarak gelişecek olan, adı olmasa bile içeriği antikomünist, kirli bir savaş dönemidir. Hele de insan hakları filan bekleyenler, Ukrayna’ya uçak kaldırıp tutsak kaçırmaya kalkmalarına bir bakıversin, gerçek, arayanlara görünür.

Türkiye’nin BOP’ta aldığı rolün cereyan sahası, üç cephesi Kürtlerin, dört parçaya bölünmüş toprakları üzerinde ve halen bütün şiddetiyle devam ediyor (Libya ve diğerleri de Osmanlıcı yayılmacılığı hayallerini tamamlıyor ama kalıcı hedefler değil, olamaz da). İçerde de aynı içerikte savaş yeni bir evreye geçerek sürüyor. İktidar bloku bütün devlet yapısını ele geçirmiş, çete başı Sedat Peker’in ifşaa ettiği üzere memleketi sarmış lağım patlamasının üstünü örtecek, kanlı iktidarı sürdürmenin en kolay yolu. Yıllar boyu kışkırtılmış Türk milliyetçi -şovenist güdüler, sokaklara taşırılmış ırkçı hezeyanlar, mızrağın sivri ucuna yine Kürt halk özgürlük mücadelesini, genel demokrasi talepleri, kadın hareketi ve gençlik hareketi ile, birlikte yol yürüyen bütün mücadele güçleri var. HDP’ye çevrilmiş her çeşit namlunun anlamı burada aranmalı.

Yine de bu kavşakta; uluslararası ve bölgesel bütün alanlar da zaten batakta olan iktidar için HDP’nin hedef tahtasında tutulması ve Deniz’in katledilmesi evre değişikliğinin nişanesi, şeklindeki genel yargıyı paylaşıyor ve vurgulamak istiyorum. Herkes oraya bakıp kendi yerini test edebilir. Herkes oraya bakıp kendisine hangi geleceği seçtiğini ya da seçeceğine karar verebilir. Her seçimin riskleri ve bedeli vardır, ama onurlu olanı da vardır. Mültecilerin haklarına sahip çıkarken, bu topraklarda yüzyıldır doğudan Batı’ya sürülenlerin, daimi mülteci koşullarda yaşatılanların Kürtler olduğunu hatırlamakta, yerli-mülteci- sığınmacı her kesimin mücadele ortaklığını kurmaya girişmesinde fayda var. Ve bugünkü gidişatı tersine çevirecek yegane güç, yüzyıllık yerli mülteci Kürdün elini tutmakla kazanılır. Suriyeli ya da Afgan mülteciyi eşit kardeş sayma mücadelesi, bu güzergahtan geçerse kalıcı ve gerçek zaferlere taşır.

Deniz Poyraz unutulmasın! HDP Göç ve Mülteciler Komisyonu onu unutmadı, sözünü ettiğim tarihsel kesişimi bilince çıkararak Göç ve Mültecilik Çalıştayı’nı ona adadı. Anısına saygıyla…

Bir not: Bu yazı 19 Haziran da tasarlandı, 20 Haziran’da yazıldı, 21 Haziran’da tamamlanabildi.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Ötekilerin Gündem’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.