24 Haziran’da Türkiye’nin geleceği bakımından büyük önem taşıyan seçimler yapıldı. Sonuçlar alındı. OHAL koşullarında ve adayların eşit olanaklara sahip olmadığı bir ortamda yapılan seçimlerin meşruiyeti tartışması bir yana, her seçimde olduğu gibi bu seçimde de bir aday ve bir parti, öteki aday ve partilerden daha çok oy aldı.  Daha çok oy aldığı için de Türkiye’yi yönetme hakkını elde etti. Tanınmış anayasa hukukçusu Sartori, ‘’Çoğunluğun hakkı, çoğunluğun haklılığı demek değildir’’ diyor. Çoğunluğun haklı olabilmesi, çoğunluğun seçtiği yöneticilerin demokrasinin kurallarına uygun, insan haklarına, hukuk devlet ilkelerine saygılı, çoğulcu, güçler ayrılığına dayanan, yargı bağımsızlığının güvence altına alındığı bir yönetim göstermesine bağlı.

Oysa, biz tüm gücün bir elde toplandığı, temel hak ve özgürlüklerin bastırıldığı, güçler ayrılığının bulunmadığı, yargının bağımsız olmadığı, muhaliflerin düşman olarak görüldüğü, susmayıp seslerini çıkaranların yıllarca haksız yere cezaevinde süründürüldükleri bir ülkede yaşıyoruz. Anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girmesiyle bu otokratik rejim, anayasal bir düzene oturtuldu.

Sn. Cumhurbaşkanı, seçim kampanyasını ‘’güçlü lider’’ sloganlarıyla yürüttü. Yeni dönemdeki sorun da, liderin gücünün, tüm gücün tek elde toplanmasından kaynaklanması. Oysa demokrasi denen rejimde bunun tam tersi geçerli olmalı. Demokrasinin yaşayabilmesi için iktidarın bölünmesi gerekir. İktidarın yasamayla, yargıyla, basınla, sivil toplumla paylaşılması rejimi demokrasi yapar. ABD Anayasası’nı yazan Madison, Jefferson gibi  düşünürler ayrılmamış, bölünmemiş bir iktidarın tahakküme yol açan, tehlikeli bir iktidar olduğunu söylerler. Tarih, ne denli haklı olduklarını gösteren sayısız örnekle dolu.

Sn. Erdoğan’ın, bütün istediklerini elde etmesiyle rahatlayacağını, demokratik değerlere daha fazla önem vereceğini, toplumdaki gerginliği azaltmak isteyeceğini düşünmek istiyoruz. Ancak Sn. Erdoğan’ın siyaset anlayışının dost ve düşman ayrımına dayandığını, siyaseti düşmanları yenmek, ortadan kaldırmak çabası olarak gördüğünü düşünürsek, bunun değişmesinin güç olduğu anlaşılır. Kaldı ki, AKP’nin Meclis’te çoğunluğu sağlamak için MHP desteğine muhtaç olması da, AKP ve Sn. Erdoğan’ın politikalarına bir yumuşama, uzlaşı havasının egemen olmasını güçleştiren bir etken.

Buna karşılık, ekonomik güçlükler, savaş siyasetinin doğurduğu sorunlar, dış dünyada birkaç otokrat lider dışındaki yalnızlık ve kuşatılmışlık duygusu, içeride toplumun yarısının dışlandığı bir rejimi sürdürmenin güçlükleri nedeniyle önümüzdeki dönemde iktidarın daha baskıcı, daha otoriter bir siyaset benimseyeceğini düşünmek  gerçekçi olacak. Türkiye’nin yeni sistem gereği, bundan böyle Cumhurbaşkanı kararnameleriyle yönetilecek olması da böyle bir siyaset izlenmesini kolaylaştırıyor.

Böyle bir ortamda muhalefet ne yapmalı? Bu ortamda yürütülecek muhalefetin adı demokrasi mücadelesidir.

Her şeyden önce muhalefet ‘’Toplum böyle. Ne yapsak değiştiremeyiz. Yapacak bir şey yok’’ gibi umutsuz, çaresiz ruh durumuna girmemeli. Muhalefetin herşeyden önce kendini sorgulaması, daha yaratıcı,yapıcı,gerçekçi, halka dokunan bir tutum benimsemesi gerekir.

Her demokrasi mücadelesi bir direniştir. Tahakküme, baskıya karşı bir başkaldırma, bir boyun eğmeme hareketidir. Direniş, devlet şiddetine karşı mücadele etmekle sınırlı değildir. Direniş, kamusal alanda bir araya gelerek toplumsal bağlar, ilişkileri kurmak, örgütlenerek birlikte hareket etmektir. Bireylerin hak öznesi olarak politik alana söz ve eylemleriyle katılmalarıyla direnişin yeni güç merkezleri oluşturması, etkili bir hareket olarak ortaya çıkması olanağı vardır. O nedenle direnişin, tabandan yukarı doğru örgütlenmesi önem taşır. Direnişin ortaya çıktığı tek bir kamusal alan olmamalı. Ayrı ayrı kamusal mekânlarda ayrı direniş biçimleri sergilenebilir. Kamusal mekânların çoğalması siyaset alanını genişletir.

Etkili bir direnişin vazgeçilmez koşulu siyasal partilerle demokratik toplum örgütlerinin birlikteliği. Bunun tohumları seçimden önce atıldı. Farklılıklarını saklı tutarak demokrasi, özgürlük ortak paydasında birleşen siyasal partiler bloğunun seçimden sonra da bu birlikteliği sürdürmesi, ama bunun aynı zamanda sivil toplumla birlikte olmaya dönüştürülmesi çok önemli. Demokratik kitle örgütlerinin de, önümüzdeki dönem dar alana sıkışan  söylemlerini bir yana bırakıp geniş bir ufukla birlikteliği sağlamaları gerekli.

Bu yeni dönemde, Türkiye’de  demokrasi mücadelesi veren güçlerin sadece neye karşı olduklarını değil, aynı zamanda nasıl bir Türkiye istediklerini de topluma açıklamaları zorunludur. Var olanı değiştirmek, yeni bir dünya yaratmak bir ütopya gerektirir. Ütopya olmayacak bir şeyi düşlemek değildir. Olabilir olmasına karşın henüz olmayanı söylemektir. Her direniş hareketinin gücü, ortaya koyduğu ütopyanın gücünden kaynaklanır.

Her direniş hareketinin bir ütopyası vardır. Latin Amerika’daki Zapatista direnişinden, Paris Komününe, küreselleşme karşı hareketlerden İspanya’daki Podemos ya da Gezi direnişine kadar her direniş yeni bir ütopya yaratmayı, yeni bir toplum düzeni kurmayı amaçlar. Paris Komününün Paris’e egemen olduğu iki ay içinde, Komüncüler siyasetin mevcut kurumlarını bir yana bırakarak her türlü toplumsal ve ekonomik eşitsizliği ortadan kaldıran yeni kurumlar kurmuşlar, yeni bir demokratik düzen yaratmışlardı. Gezi direnişinin ütopyası her türlü farklılığın birlikte yaşayabileceği, kimsenin dışlanmadığı çoğulcu bir toplum kurmaktı.

Türkiye’de sadece protesto eden değil, inşa edici anlamlı bir direniş hareketi yaratılmak isteniyorsa, yeni bir Türkiye, yeni bir demokrasi ütopyasını da  ortaya koymak gerekir.

24 Haziran seçimleri  bir umutsuzluk nedeni değil, yeni bir ütopyanın yaratıldığı, yeni bir mücadele, yeni bir umut kaynağı olmalı. 24 Haziran seçimlerini   karanlık bir dönemin başlangıcı olmaktan çıkararak, yeni demokratik bir Türkiye’nin inşasına dönüştürmek bizim elimizde.
Editör: Haber Merkezi