İNSAN(LIK)I YAZMAK HÂL(LER)İ[*]

TEMEL DEMİRER

“Zamandan daha bilgesi yok,

çünkü her şeyi açığa çıkarır.”[1]

Aldous Huxley’in belirttiği gibi, “Edebiyat insanın tutkusu, anlatılamayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamlar yükleyerek konuşmaktır.”

Hem de bugünlerde, her zamankinden fazla…

“Nasıl” mı?

Slavoj Zizek’in, “Toplum iğrenç bir barbarlığa doğru sürükleniyor. Umut etmek istiyorsak, eski hayatımızın bittiğini kabul etmeliyiz. Yeni bir normal icat etmeliyiz. Üçüncü dalga bir akıl hastalığı dalgası olacak,”[2] diye tarif ettiği tehditle yüz yüze kalınmış bir insan(lık) sorunu olarak ele almakla mükellefiz.

İnsan(lık)ın insan olmaktan çıkmasına “Dur” demenin araçlarından birisi de Edebiyat iken; mevcut hâl(sizliğ)e ilişkin şu uyarılar not edilmeli:

Jean-Jacques Rousseau’nun, “Çok az insan gerçek anlamda insan olabilir”…

Louis Aragon’un, “Sakın görünüşe aldanma; görünüşte herkes insandır”…

Hannah Arendt’in, “İnsanların sonuçları düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaati insanın basitliğidir”…

Albert Camus’nün, “Çağdaş siyasi toplum, insanları mutsuzluğa düşürme makinesidir.” “İnsan insan olmadığı sürece insanlar insan gibi yaşayamaz.” “Gece bir yandan da insanların yüreğindeydi”…

Michel Foucault’nun, “Bireyleri normallikleri ölçüsünde dikkate almak çağdaş toplumun en büyük iktidar aygıtlarından biridir. Normal insan, kurgudur”…

Homeros’un, “Kral, buyruğundaki insanlardan beslenir, Çünkü onun için onlar değersiz bir sürüdür”…

Aldous Huxley’in, “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler”…

Leo Huberman’ın, “İhtiyaçların pençesinde kıvranan insan, özgür insan değildir”…

Emma Goldman’ın, “Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir”…

Soren Kierkegaard’ın, “Kendinin sahibi olmayan bir insanın bir şeylere sahip olması çelişkilidir”…

Robert Frost’un, “Dünyanın yarısı söyleyecek bir şeyi olan ama söyleyemeyen, öteki yarısı da söyleyecek bir şeyi olmayan ama durmadan konuşan insanlardan oluşur”…

Erich Fromm’un, “Modern insanın mutluluğu, vitrinlere bakarak kendinden geçmek ve parasının yettiği her şeyi peşin ödeyerek ya da taksitle satın almaktır”…

Paul Simon’un, “Günümüz insanının, metronun zamanında gelmesini temenni etmekten başka hiç bir beklentisi yoktur”…

Andery Tarkovski’nin, “Günümüzde insan hiçbir şey feda etmeye yanaşmıyor; oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu özveriden geçer. Ne yazık ki, bu gerçeği giderek unutuyoruz, dolayısıyla insan olma duygusu da yitip gidiyor”…

George Gurdjieff’in, “İnsanın köleliği giderek artmaktadır. O gönüllü bir köle olmaktadır. Artık zincirlere ihtiyaç duymaz. Köleliğinden hoşlanmaya ve onunla gurur duymaya başlar. Bu, onun başına gelebilecek en berbat şeydir”…

“Yaşanan yabancılaşmanın en büyük ve en tehlikeli sonucu da gündelik hayatın ritminden kopan modern insanın pozisyonsuzluğudur”…[3]

Denilenlerin tümü insan(lık)ın yabancılaş(tırıl)masında ifadesinde bulurken;[4] alet yapan tarihsel bir hayvan olarak insan; her sabah kabullendiği -ya da reddettiği- seçiminin tutsağı olarak uyanır.

Bu bağlamda “İnsan bir süreçtir ve kesin olarak kendi davranışlarının (actes) sürecidir. Üzerinde düşünürsek görürüz ki: ‘İnsan nedir?’ sorusu, ‘soyut’ ve ‘nesnel’ bir soru değildir. Bu soru, kendi üstümüzde ve başkaları üstünde düşünmemizden, düşüncemizle bilmek istediğimizden, gördüğümüzden, ne olduğumuzu, ne olabileceğimizi düşünmemizden, gerçekten bazı sınırlar içinde ‘kendi kendimizin’, yaşamımızın, kaderimizin yapıcısı olup olmadığımızı araştırmamızdan doğmuştur. Sonra da bunu ‘bugün’, içinde bulunduğumuz koşullarda, bugünkü yaşamın verdiği koşullarda öğrenmek istiyoruz; herhangi bir yaşamdaki, herhangi bir insandaki koşullarda değil.”[5]

Tam da bunun için “… ‘Tözsel yaşamın üzerindeki örtüyü çekip almak gerek’ demişti Hegel; bu programı gerçekleştirecek olansa Marx’tı. Tözsel yabancılaşma -şeyleşme- yaşayan, canlı insanları hiçe sayar. Ancak insanlar da yabancılaşmayı hiçe sayar. Bilgi ve eylem fetişizmin karanlık bulutlarını dağıtır ve onu yaratan koşulları aşar. Marksizm asla yegâne gerçekliğin ekonomi olduğunu veya mutlak bir ekonomik gereklilik olduğunu savunmaz. Aksine ekonomik kaderin göreli ve geçici olduğunu vurgular; onun kaderi, insanların kendi imkânlarının bilincine varmasıyla birlikte, aşılmaktır; bu aşma eylemi, bu dönemin temel, sonsuz derecede yaratıcı edimi olacaktır.”[6]

Çünkü “Zenginlik ve yoksunluk -dini bir bilinç ve kötü bir dünyevi bilinç, soyut kültür ve soyut yoksunluğu, devlet ve fiili baskı- geçmişte ve günümüzde insani gerçekliği parçalayan temel çelişkilerdir.”[7]

Edebiyat bunu hiç unutmadan; hep öne çıkartmalıdır.

Kolay mı? Immanuel Kant’ın, “Eğer biri kendini solucana dönüştürmüşse, üzerine basılmasından yakınabilir mi?” sorusunu dillendirdiği kapsamda “Ahlâk ne dünyayı açıklamaya, ne de değiştirmeye yeter”ken;[8] “İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendi yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin (fiillerinin) toplamından ibarettir!”[9]

Bu noktada Fernando Pessoa, “İnsan için, günümüzde reddedişten başka çıkar yol kalmamıştır,” derken; edebiyatçıların da “Gerçek insan, insanı aşmış olandır”ı[10] anla(t)ması gerekmektedir.

* * * * *

Henri Barbusse’ün, “Edebiyat tüm sanatların üzerinde yer alıyor. Yaratılan başyapıtların miktarı ne kadar çok olursa olsun müziğin armonisi bir kitabın kısık sesinin yerini asla tutamaz,” uyarısını “es” geçmeden -ve elbette edebiyatın önemini unutmadan!- Marguerite Duras’nın, “İnsan, içinde bir yabancı barındırır, yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır,” satırları not edilmeli.

Mesela Miguel de Cervantes Don Kişot romanında iki zıt karakteri, Sanza Panza ve Don Kişot’un çatışmalarını, kendi iç dünyasındaki çelişkilerle ustaca sergilerken; monologlardan kaçınıp, çoğullaştıran diyalogları kaleme almıştır.

Anımsatmadan geçmeyelim: “Don Kişotluk, öyle ya da böyle paranoyak, kötü niyetli, saldırgan, her an değişebilir, inkârcı bir kişiyi olumlu bir örneğe, hatta yel değirmenleriyle savaşta yiğit bir şövalyeye, hatta gerçek bir kahramana, yani her engeli aşarak, faydacılıktan ve ikiyüzlülükten uzakta, kötülüğün sağladığı refahın ve erdemin yarattığı mutsuzluklarının insanı inkâra ve ahlâkla yapılan küçük anlaşmalara, hatta satılmış yaşamlara davet ettiği bir dünyada yönü hep ideale dönük bir kahramana dönüştüren tuhaf bir simya işletir.”[11]

Evet edebiyatın vazgeçilmezi insan(lar)ken; onların anlaşma/ anlatma aracı olarak dil ve dilin yapısı müthiş önemlidir. Çünkü dille yaratılan düşler, düşünceler, bunların kurgusu yazarak paylaşılırken; ya yolunu açar ya da önünüze aşılmaz engeller diker.

Edebiyatçı öğrendikleriyle, duygularıyla, kurduğu düşlerle, kurmacasıyla dünyaya tutulan bir ayna gibi yaşam ve insana ilişkin sorular sorar, bunları açıklamaya çalışırken;[12] özgün dil(in)i yaratır: Öz yaşamsal izlekleri; “düşünsel/kuramsal ağırlıklı” diliyle.

O hâlde yazar: Bir dil yaratarak yaşanır kılan bir anlatıcıdır. Onun yazın coğrafyası, dil evreni yaşam ve adına çok şey söylemektedir.[13]

Bu kıyısız, kıyısız olmayan gerçekçiliktir; hem de “Araya araya, aradığı şeyden de şüphe etmeye kadar varmıştı.” “Bir düşte uyanık yürüyoruz; bizler geçmiş zamanların hayaletlerinden başka bir şey değiliz,”[14] deyişindeki üzere Roger Garaudy’nin…

Kolay mı?

Karl Marx’a göre, büyük yazınsal yapıtlar, şiirselliklerini yitirmeksizin, insana ilişkin her şeyi, yaşam koşullarını değiştirme coşkusunu heyecan verici bir tarzda anlatırken; dil, hem yazınsal üretimle gelişir, hem de yazını geliştirir.

Özetle “Dil belirleyen, yazın belirlenen”ken;[15] “Yazıncı özgürdür!”[16]

Ancak yazar, zanaatının ustası olmak zorunda. Ama “edebiyat için” bu zanaatın aşılıp sanatçı olunması gerekir. Bunun için de anadilindeki iletişim diline dayalı kullanımın bırakılıp soyutlayım dönüştürüm temelli bir yazınsal dile dönüş zorunlu...

İyi kötü anlatım yetisine sahip biri, yazmak istediği herhangi konuyu, kullanımlık iletişim diliyle de olsa, roman düzeneği içinde kitaplaştırabilir kuşkusuz. Tahkiye anlamında hikâyeler de nakledebilir. Bu durum, yazılanların “roman gibi”, “öykü gibi” anlatılmaya çalışıldığı düşüncesine yol açsa da, sözü edilen metni tek başına “roman” ya da “öykü” yapmaya yetmez hiçbir zaman.

Edebiyat yapıtı da öteki alanlarda görüldüğünce kendine özgü dile, mantığa dayanır ille. Bu, iletişim amaçlı gündelik konuşma diline sığdırılarak edebiyat yapılamaz, anlamına gelir. Homeros için de geçerlidir bu, Yunus Emre, William Shakespeare, Franz Kafka, Yaşar Kemal için de. Oysa bu adların yapıtları, kullanmalık dille çok çok bir iki paragrafta özetlenebilir. Zaten onları büyük kılan da, birkaç satırla özetlenebilecek izlekleri, konuları, sorunsalları özgün bireysel dil, kurgu, biçem hüneriyle büyük yapıtlar hâline getirebilmesinde yatıyor. Edebiyata özgü matematik şunu söylüyor demek: Soyutlayımsız dönüştürümsüz edebiyat olmaz![17]

Ayrıca şunları da eklemeden geçmek olmaz! Karl Marx sanat felsefesini yansıtan şu belirlemeyi yapar: “Bir yazar yapıtlarını bir amacın aracı olarak görmez. Yapıtları öz-amaçtır.” Yazarın kendisi de başkaları için o denli az araçtır ki, “Gerektiğinde kendi varlığını onların varlığına feda eder.”[18]

Bir şey daha: Jean-Paul Sartre, yazarın sözü iyi kullanması gerektiği vurgusuyla, “Önemli olan konu değil, onun nasıl işlendiğidir,” dermiş…[19]

* * * * *

Edebiyatçı için yazılanların kuru/ yavan olmaktan kurtarılarak, karakterlere daha baskın “karakteristik” öğeler kazandırılması her daim vazgeçilemezken; Karl Marx’ın deyişiyle, “Hiçbir sınır tanımayan bir özlemin taşkınlığını”[20] dillendirmek “olmazsa olmaz”dır.

Mesela William Shakespeare’in, ‘Hamlet’i[21] ve ‘Othello’sundaki[22] gibi…

Nikolay Gogol’ün, ‘Bir Delinin Anı Defteri’,[23] ‘Palto’sundaki[24] üzere…

Franz Kafka’nın, ‘Dava’sındaki[25] karelerle…

José Saramago’nun, ‘Körlük’ündeki[26] kıvamda…

Gabriel García Márquez’in, ‘Yüzyıllık Yalnızlık’[27] ile ‘Kırmızı Pazartesi’sindeki[28] büyülü gerçekçilikle…

“Büyülü Gerçekçilik bir ruhun içindeki kristalin güneşte rengârenk parlaması, zekâ oyunları, okurla adeta pinpon oynar gibi karşılıklı alışverişler, okuru o dünyaya katmak”ken;[29] elbette toplumcu gerçekçiliği de “es” geçmek ol(a)maz!

Georg Lukàcs, toplumcu gerçekçiliği gerçekçiliğin en yetkin aşaması olarak görürken;[30] Ernest Fischer de, “Sanat yapıtları, çoğu kez nesnelleştirilmiş ideolojilerdir ama çoğu kez de tam tersi, gerçekliğin ideolojiye karşı zaferidir,”[31] diyerek ideoloji-sanat yapıtı ilişkisinde sanatın görece özerkliğini vurguladı.

O hâlde “Bir fikir, bir şekilde sanatsal olarak -yani, belli bir tarzda- ifade edilmediği sürece etkili olamaz.”[32]

“Biçimden ayrı tutulması neredeyse imkânsız olan içerik (“konu”) sanat tarihinden de rahatça anlaşılabileceği gibi bariz bir şekilde toplumsal çevre tarafından belirlenmektedir.”[33]

“Sanat, ahlâk, felsefe, siyasete ‘hizmet eder’, yani, siyasete ‘içkin’dirler, onun bir unsuruna indirgenebilirler ama tersi olamaz.”[34]

“Bir eser, kendisi için belirlediği hedefler paralelinde yargılanmalıdır: Bilimsel yaratım ve yeniden düzenleme veya bilinen olguların ve argümanların belli bir kültürel grup içinde belli bir kültürel seviyede anlatılması vs. Bir anlatım ‘tekniği’ vardır ve eğer yoksa da yaratılmalıdır. Anlatım, kişinin araçların amaca uygunluğunu tartması gereken tamamen pratik bir eylemdir (en geniş manada teknik).”[35]

“Belinski, ‘Fikirsiz sanat ruhsuz bir insan gibidir; yani bir ceset gibi...’ demişti.”[36]

“Zola ve Jaures’in ölümünün ardından halkla halk hakkında konuşmasını bilen kimse kalmadı ve ‘estetikçi edebiyatımız’ kendi benmerkezciliği içinde boğulmakta. Edebiyat alanında Zola, siyaset alanında ise Jaures, halkın son temsilcileridir,”[37] uyarıları eşliğinde edebiyatta daha bariz sanatsal politik, insani çizgiler öne çıkarılmalı.

* * * * *

“Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.” “Bugün sanatın görevi düzene kaos getirmektir.”[38]

“Sanat ve başkaldırı ancak son insanla birlikte ölecektir.”[39]

“Sanatın yalnızca insanların duygularını belirttiği doğru değildir. Hayır, sanat insanların hem duygularını, hem de düşüncelerini belirtir. Üstelik, onları soyut bir yolla değil, imgelerle belirtir.”[40]

“Sanat, dünyanın bildiği en yoğun bireysellik şeklidir.”[41]

Çünkü Andrey Tarkovski’nin, “Dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır”; Federico Fellini’nin, “Sanat otobiyografiktir. İnci, istiridyenin otobiyografisidir”; Paul Gauguin’in, “Sanat ya çalıntıdır ya da devrim,” diye betimledikleri sanatın, en başta edebiyat olmak üzere tüm dallarının önemli görevlerinden biri, kişide karşılık bulma zamanı gelmemiş bir istek uyandırmaktır. Çünkü o görmeyi, algılamayı, kavramayı, düşünmeyi, eleştirmeyi, yorumlamayı, değerlendirmeyi öğretir insana. Bu değerler hiyerarşisi içinde insan yalnız kendi kişiliğini değil, içinde yaşadığı toplumun da düzeyini geliştirirken, bütün bunların bir yaşam biçimine dönüştüreceğini kavrar.

O hâlde sanatçının ifade edeceği bir dünya olması için, öncelikle bu dünyada yer almak ve hangi toplumda olursa olsun soru(n)ları bulup çıkarmakla mükelleftir.

Ancak bu yüklülüklerle müsemma sanatı “Çağını yansıtır”;[42] “Özgür ortamlarda gelişir”;[43] “Ruh sağlığınızı korumak için hiçbir sanat olayını kaçırmayın!”[44] türünden sunma kolaycılığına prim verilmemeli.

Sanatsal etkinlik veya sanat nedir sorusu çok eski dönemlerden beri filozofların temel meselelerinden biriydi. Genel bir söylemle Platon sanatı tanımlarken evrendeki varlıkların yansıması olarak görüyordu. Aristo ise sanatı taklit olarak açıklamıştı.

Daha yakın döneme gelirsek: Georg Lukacs, ‘Estetik’te şöyle bir tanımlama yapar: “Bu geniş evrende yüzyıllardır varlığını sürdüren sanat kavramının kendini ortaya koyduğu nesne, sanat yapıtıdır ve sadece beş duyuyla algılanabilecek bir nesne olmaktan çok içinde toplumu, insanlığı, tarihi, ahlâk ve etiği barındıran kısaca insanlığın tüm değerlerini taşıyan özel bir nesnedir.”[45]

Sanat, yüksek nitelikli bir çabanın ürünüdür ve bir değer yaratır. Bu değer ise güzellikten, mükemmellikten ve nitelikten başka bir şey değildir.[46]

Ancak o, kopyacılık ol(a)maz. Kopyacılık, yeni şeyler ortaya koyamaz; anlama ve farklı olarak anlamanın önünü keser. Farklılıkların ve farklı olmayanların ayırdına varmanın önünü keser.

O hâlde sanat öğretirken öğrenen, öğrenirken öğreten, ötekilerle iletişime geçerek oluşunu yaratan bir diyalogdur ve “Sanat apolitikleşmedi, yozlaştı,”[47] diye betimlenen kesitte de farklı ol(a)maz…

* * * * *

Dediklerimi William Shakespeare’in, “Kitaplarım bana yetecek kadar büyük bir krallıktır,” deyişine Maksim Gorki’nin, “Pek çok değersiz kitap okudum, ama onların bile yararı oldu bana. İnsan, yaşamın güneşli yönlerini olduğu kadar, çirkin yönlerini de bilmelidir. İnsan, olabildiğince çok bilgi edinmelidir. İnsanın deneyimleri ne denli çeşitli olursa, görüş alanı o denli büyük, yapısı o denli sağlam olur,” saptamasını ekleyip; son sözü de Aziz Nesin’in, “En güzel yapıtım, henüz yazmadığımdır,” ifadesiyle tamamlayayım.

Editör: Haber Merkezi