YENİ BİR EŞİKTEN GEÇERKEN

Yalçın Bürkev

2020 Ağustos ortaları itibariyle; pandemi, ekonomi ve politika alanındaki gelişmeler dünyada ve Türkiye’de yeni bir safhaya işaret ediyor. Pandemide yeni sıçramaların yaşandığı bugünlerde, dünyadaki muhtelif yetkililer ABD, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan başta olmak üzere bazı ülkelerde birinci dalganın hâlâ devam ettiğini; İspanya ve Belçika gibi ülkelerde ise ikinci dalganın başladığına dikkat çekiyorlar. Türkiye’de ise halen süren birinci dalganın yeni bir pik yapmaya doğru yükselişe geçtiği görülüyor. Yani pandemi sürecinde yeni bir eşiğin başlangıcında olduğumuz anlaşılıyor ve aklı başında herkes bu sürecin başlarda beklenenden daha uzun süreceğini öngörebiliyor.

Pandeminin bugüne kadarki ilk safhasını esas olarak para basarak atlatan hükümetler, artık bu yöntemle ekonomiyi idare etmenin sınırlarına geldiler. Bu yüzden enflasyon tüm dünyada hızla arttı, bu yöntemi abartılı kullanan ülkelerin paraları değer kaybetmeye başladı (ABD doları, TL, vb). Hükümetlerin şirketlere, esnafa, halka -zorunlu- destekleri azalarak sürdürülüyor ama bu durum devasa bütçe açıklarını da beraberinde getiriyor. Türkiye’de bunlara ek olarak hazinenin elinde döviz kalmadı. Swap işlemleriyle para toplamanın yarattığı muazzam zararlara uzun süre katlanılamayacağı görüldü, döviz rezervlerini hazineye çekmek için bu kez bankaların hazineye yatırmaları gereken döviz cinsi zorunlu karşılık oranları arttırılarak ve TL mevduat faizleri yükseltilerek piyasadan TL çekilmeye başlandı. Yani para bolluğu yaratarak geçirilen ilk altı ay sona erdi, kontrollü olarak sıkı para politikalarına yönelim başladı. Bu yönelimin sonuçları ise daralan piyasa, azalan talep, artan işsizlik ve yoksullaşma şeklinde görülecek. Merkez Bankası son iki yılda 100 milyar doların üzerinde bir rezervi eritmiş ve (swaptan gelen çok kısa vadeli, aşırı yüksek faizli borç döviz sayılmazsa) döviz rezervi eksiye geçmiş durumda. Kısacası, Türkiye’de iktidar zaman kazanmaya, yamalarla durumu idare etmeye çalışıyor. Ekonominin durumu hiçbir iktidar döneminde olmadığı kadar kötü.[1]

Dünyadaki neofaşist iktidarlar (Trump, Bolsanaro, Boris Johnson, Modi, vb.) pandemi karşısında abartılı piyasa tercihleriyle süreci yönetemediler. Bu başarısızlıklarının bedelini ise iktidarlarını kaybederek ödeyecekler gibi duruyor. Kasımda yapılacak ABD seçimlerinde Trump’ın kaybetme olasılığı giderek artarken bunun özellikle son bir yıl içinde Trump yönetimiyle ilişkilerini iyi tutarak iktidarını sürdüren Tayyip Erdoğan’ı zora sokacağı görülüyor. Demokrat Parti’nin, başkan olması beklenen adayı J. Biden’ın Ocak 2020’deki, “ABD’nin, Türkiye’de Erdoğan’ın karşısında muhalefeti desteklemesi gerektiği” doğrultusundaki sözleri, AKP medyası ve trolleri tarafından yeniden iç siyaset malzemesi olarak gündeme getirildi. Bu hamleyi, AKP iktidarının önündeki zor dönemi “dış düşman” argümanını iyice abartarak sahte bir milliyetçilik ve dünyaya kafa tutan lider görüntüsüyle atlatmaya çalışacağının işareti olarak algılamak gerekir. ABD seçim sonuçları görülene kadar Rusya ile ilişkileri “normalleştirmeye” yönelik hamleler beklenebilir, sonrası duruma göre yeniden bakılacaktır. Ancak bu ucuz siyasetin günü geldiğinde nasıl tıkanacağını göreceğiz. Her halükarda, Suriye, Libya ve Kafkaslarda çatışma ve savaş kışkırtıcılığıyla rol kaparak dışarıdan para koparma siyasetinin iş yapmayacağı bir döneme girileceği gerçeğiyle yüzleşilmesi gerekecek.

Kaotik durumun artarak devam edeceği bir dünyada, sürekli derinleşen çok boyutlu bir kriz dönemi başladı. Türkiye’de ise ekonominin batak tablosu ortada iken bu tabloyu daha da derinleştirecek şekilde, pandeminin yeni bir pik yapmaya doğru yükselişe geçtiği görülüyor ve dış siyasette de köşeye sıkışma olasılığı artıyor. Sonuç olarak Türkiye’de siyasetin bu akslar üzerinde biçimleneceği yeni bir eşiğe gelindi.

SİYASAL AKTÖRLERİN POLİTİKALARI

İktidar Cephesi

Erdoğan iktidarı, önündeki bu darboğazı görerek yaz ortalarından itibaren birtakım hamleler yaptı. Bir yandan her kumarbazın yaptığı gibi, zorluklar karşısında el büyütmeye yöneldi. Diğer yandan rıza üretmeyi, kitle desteği kaygılarını bir tarafa iterek daha da baskıcı politikalara yöneleceğinin sinyallerini vermeye başladı.

Ayasofya’nın ibadete açılması, Erdoğan iktidarının yeni eşiğe dönük en kritik hamlesidir. Bu hamleyi basitçe kendi arkasındaki kitleyi sağlamlaştırmak olarak yorumlamak, yetersiz bir açıklama olacaktır. Bilindiği gibi, 1924’de çıkarılan “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair kanun” ile Halifelik kaldırılmış ve Osmanlı hanedanının mallarına el konulmuştu. Danıştay’ın verdiği bu yeni Ayasofya kararının asıl önemi,  bu kanunun (ve dolayısıyla gerekli görülen tüm cumhuriyet dönemi kanunlarının) by-pass edilerek bir nevi hükümsüz kılınmasıdır. Nitekim bunun hemen ardından Albayrak Medya Grubu bünyesinde çıkarılan Gerçek Hayat dergisinin kapağında, “Şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim? Hilafet için toparlanın.” sözlerine yer verildi, bu doğrultuda gösteriler yapıldı. Diyanet İşleri Başkanı bu tabloya sembolik jestlerle katıldı. Erdoğan, bu çıkışların doğru olmadığını söylediyse de bunu bir zamanlama sorunu olarak anlamak gerekir. Gerekli altyapı hazırlanmıştır, zamanı gelince diğer adımlar atılacaktır. Böylece 100 yıllık Cumhuriyet parantez içine alınmak istenmekte, rejim dönüşümü ve yeniden bir tarih yazımı hedeflenmektedir. Bu durum, dünyadaki neofaşist iktidarlar arasında kendini kurumlaştırma konusunda en cesaretli adımlardan birisi olarak değerlendirilmelidir. Kısacası mevcut iktidar, tarihinin en zayıf anında, tarihinin en büyük hamlesine hazırlanmakta olduğunu ilan etmiştir. Bu, tipik bir el büyüterek zorluklara meydan okuma hamlesidir ve kumarbazların sık başvurduğu bir yöntemdir.

Kadınlara karşı şeri politikaların bir devamı olan İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekme girişimi de aynı hamlenin bir varyantıdır. İktidar şeri politikaların bir uzantısı olarak biyopolitika alanından bir saldırıyla ataerkiyi güçlendirme çabasına girişmiş ancak ortaya çıkan kadın direnişi bu atağın önünü kesmiştir.

Bu büyük hamleye eşlik eden baskı politikaları ise öncelikle sosyal medya sınırlamalarıyla başlamıştır. Bir süre sonra basın, medya ve sosyal medya toptan susturulmak istenecektir. Zaten pandemi gerekçesiyle her türlü gösteri ve toplantı yasaklanmakta, protestolara saldırı ile karşılık verilmektedir. Sonbahar ile baskı politikalarının hızla tırmanacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmez. Hedef artık sadece Kürt hareketi ve sokak muhalefeti olmayacak, muhtemelen muhalif cephenin tümüne genişleyecektir. CHP - İYİ Parti - Saadet Partisi’ne yönelik ciddi baskılar, bu politikanın kaçınılmaz parçası olacaktır. AKP’yi içerden bölen Babacan ve Davutoğlu kümelerine de benzer baskılar gelecektir. Bu baskıların kaçınılmaz ama en önemli hedeflerinden birisi de pandemi nedeniyle büyük mağduriyetler yaşayan emekçilerin tepkilerinin bastırılması olacaktır. Kısacası pandemiyi meşru bir gerekçe olarak sunarak iktidarın büyük baskılara yöneleceği bir döneme giriyoruz.

Bu baskılara eşlik edecek diğer bir politika ise, karşı cepheyi bölme hamleleri olacaktır. Bu nedenle, CHP’nin adı her fırsatta HDP ile birlikte anılarak sağ partilerle arası açılmak istenmektedir. İktidarın söyleminin bu doğrultuda gelişmesine paralel olarak Bahçeli de Meral Akşener’e “MHP’ye geri dön” çağrısı yapmış, Ayasofya kararına karşı çıkamayan bilumum sağ cenah ile CHP’nin arasını açma girişimlerine yeni bir boyut eklemiştir. Muharrem İnce etrafında CHP içinden yeni bir hareket girişimi gibi adımların da iktidarın ilgisini çekmesi doğaldır. İktidar, bu ve bunun gibi gelişmeleri körükleyecektir.

Karşı cepheyi parçalama, küçültme, ezme çabalarına girişen iktidar, aslında kendi cephesinde de büyük çelişkiler yaşamaktadır. Bir yıldan beri Rusya ile mesafenin açılmasının ardından Doğu Perinçek’in dışlanması bunların başında sayılabilir. Özellikle seçim sonrası ABD’nin Orta Doğu politikalarındaki değişimler ve Kürt sorununda yumuşama belirtileri gibi olasılıklar ise iktidara destek veren milliyetçi kanat ile gerilimleri arttıracaktır. Bahçeli’nin yakın zamanda bazı eleştirilerle AKP ile arasına makul bir mesafe koyma çabası, olası gelişmeler, inişe geçiş, tasfiye girişimleri vb. durumlarda ittifakın bozulma olasılıklarına karşı bir tedbir olarak anlamlandırılabilir. Pandemi ile birlikte hızla küçülen ekonomi pastasının paylaşımında çıkan ve çıkacak çatışmaların AKP içi yeni kırılmalara yol açması beklenmelidir. Bu durumda AKP tabanının da ekonomik sıkıntılarla Babacan, Davutoğlu gibi kümelere yönelmesinin zemini hızla ortaya çıkacaktır. Bu nedenlerle seçim olasılığı ancak iktidarın kendi iç kırılmalarını önleyip karşı cephenin bölünmesi/bastırılması/dağıtılması koşulları gerçekleştiği ölçüde mümkün olabilir, yakın dönemde değil. Kaldı ki zaten güvenilmeyen seçim sandık sonuçlarına artık eskisi kadar dahi “güvenmenin” mümkün olamayacağı zamanlara girildi. Seçimleri manipüle etmeye dönük her tür düzenek yeniden ve yeniden oluşturuldu ve oluşturuluyor.

Muhalefet

CHP – İYİ Parti – Saadet Partisi’nin oluşturduğu Millet İttifakı’nın yanı sıra Abdullah Gül/ Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu da AKP iktidarının kendi kendine düşeceğine yönelik bir düşünceyle hareket etmektedirler. Bu nedenle esas olarak iktidarın seçim manevralarını engelleme ekseninde, suyu bulandırmayan politikalar gütmektedirler. Bu düşüncenin ana kaynağını iki beklenti oluşturmaktadır: Birincisi, inişe geçen iktidarın bir noktada sert iç kırılmalar yaşaması, ikincisiyse dış müdahaleler. Oysa içerde bir alternatif belirmedikçe bu iki beklenti karşılıksız kalacaktır. Zaten yıllardır bu açmaz yaşanmaktadır. Buna rağmen, kitle hareketlerindeki gerileme pandemi sonrasında had safhaya ulaşırken Millet İttifakı’nın bu politikası, çaresizlik içindeki geniş kitleler tarafından sessizlikle karşılanmış, gönülsüz de olsa kabul görmüştür. Ancak önümüzdeki dönem gerek ekonomik yıkımın sonuçları gerekse de Erdoğan’ın rejimi dönüştürmeye yönelik adımları, “Bekleyelim, nasıl olsa düşecekler.” politikasını etkisizleştirecek, bu çizgi halkın beklentilerini karşılamaktan giderek uzaklaşacaktır. Geniş halk kitleleri, ekonomik ve politik mağduriyetleri içinde daha etkili bir muhalefet arayışına gireceklerdir. Millet İttifakı’nın tutumunda ise ABD seçim sonuçları ve olası yeni politikalar belirmeden herhangi bir politika değişimi beklenmemelidir. Sonrasında da mevcut muhalefet tarzına alışmış yapılarıyla mevcudun dışındaki bir tarza yönelmelerini beklemek aşırı iyimserlik olur.[2]

Kürt hareketi ve HDP açısından da önemli değişimlerin yaşanma olasılığının arttığı bir döneme girildi. PKK’nin Kürt hareketinin genelini yönlendirme kapasitesinin azaldığı bir zaman diliminden geçiyoruz. PKK esas olarak Suriye içinde bir güç olmaya doğru ilerliyor. “Hendek” siyasetiyle Türkiyeli bir güç olma özelliğinin arka plana atıldığının belirginleşmesi sonrasında, Kürt hareketi Türkiye’de düşüşe geçti (HDP’nin sonraki seçimlerdeki kısmi başarılarını kitlelerin savunma refleksi olarak değerlendirmek gerekir). Elbette bu düşüşte, başta eş başkanlar Demirtaş, Yüksekdağ olmak üzere siyasi kadrolara dönük uygulanan rehine politikaları ve baskıların rolü çok fazla ancak sorun sadece bununla açıklanamayacak kadar karmaşık ve büyük. Önümüzdeki dönemde de HDP mutlaka reel politik adımlar atmak durumunda kalacaktır. Ancak Kürt hareketinin bütününü etkileyecek yeni arayışlar kaçınılmaz görünmektedir. 1980 sonrası başlayan dönemin bitişiyle beraber her cenahı zorlayan politik yenilenme basıncı, Kürt hareketi için de fazlasıyla geçerlidir.

Sol ve Çıkış Arayışları

1980’le başlayan neoliberal düzlem 2009 kriziyle sarsıldı ve buna karşı tepkiler 2012’de dünya çapında yükseldi (Arap Baharı, Yunanistan İsyanı, Gezi İsyanı, Occupy Hareketi, Avrupa’da yaygın bir protesto dalgasının oluşması, Şili’de büyük grev ve protestolar, vb). Bu dalga beraberinde, sonrasına dair önemli sonuçlar yarattı. Dünya çapındaki bu dalganın boyu ve sonuçları elbette ki 1968 kadar yüksek ve etkili değildi ama yine de anlamlı sonuçlar doğurdu. Bu isyan dalgası dünya genelinde ve Türkiye’de de sol bir rüzgâr estirdi. Dünyada kendini yenileyerek bu rüzgârı arkasına almayı başaran sol hareketler, 2012 sonrasında ve pandemiyle başlayan yeni süreçte şu ya da bu ölçüde politik aktör olabildiler ve bunu sürdürebiliyorlar. Buna karşın Türkiye solu gibi, bu sürece hazırlıksız yakalanan kümeler ise aktör olmak bir yana, o günden bu yana hızla gerilediler ve artık 2012 öncesi sürecin dahi çok gerisine düşerek aktör olabilme vasıflarını yitirdiler. Etki alanları daralıp halk içindeki ilişki ve çalışmaları dibe vurdukça zorunlu olarak reel politik yüksek siyaset hamlelerine yöneldiler. Bu hamlelerin neredeyse tümü daha da dağıtıcı sonuçlar yarattı. Bu tablo artık kısır bir döngüye dönüşmüş durumda. Her kendiliğindenci dalga sonrasında, sorunu örgüt/parti/birlik/cephe olmamasına bağlama kolaycılığından kurtulmak gerekiyor.

Süreç tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de siyasal arenanın topyekûn yenileneceği bir büyük değişime doğru gidiyor. 2020 Pandemi süreci, aslında 2009’da dip yapan neoliberalizmin krizinin daha derin bir aşamasını oluşturmaktadır. Ve muhtemelen pandemik krize eşlik eden ekonomik ve toplumsal kriz daha epey, aylarca değil, yıllarca sürecektir. Yeni bir dönem ise ancak şimdiki gibi muhtelif şiddetteki doğum sancılarının ardından açılabilecektir. Bu sürecin sonunda iki ana ihtimal veya bunların varyantları oluşacaktır: İlki, dünyanın bir dizi oligopolün tekeli altında kontrol-toplumları şeklinde dizayn edilmesi; ikincisi ise demokratik-halkçı-kamucu çözüm arayışlarının güçlenmesi. Bu olasılıklardan hangisinin ağır basacağı ise inişli çıkışlı uzun bir dönem içinde biçimlenecektir. Kısacası önümüzdeki dönemi uzun bir kaotik dönem olarak algılamak ve her evrede elde edilecek mevzi kazanımlarını, kapsamlı halkçı-demokratik bir programın oluşumu ve bu programı şiar edinecek bir hareketin inşa sürecinin tuğlaları olarak değerlendirmek gerekir.

Solda yenilenme sürecinin iki kritik ayağı bulunmaktadır: Birincisi, kapsamlı bir ideolojik-programatik yeniden oluşumdur; ikincisi, gündelik gelişmelere yenilenmeye uygun bir tarzda müdahale etme çabasıdır. Birinci ayağın gereği, Marx’ın 19. yüzyılda yaptığını günümüz koşullarında bir kez daha yapmaya soyunmaktır. Kolektif ya da bireysel çabalarla kafalardaki binbir düğümün her birisini sabırla çözecek, soldaki tartışma gündemini bu arayış ekseninde geliştirecek bir düşünsel üretim ihtiyacı bulunmaktadır. İkinci ayağın gereği ise kendiliğindenci mücadeleleri küçümsemeden onlardan öğrenerek sürdürülecek bir tarz yenilenmesidir. Günümüzde bunun karşılığı hak mücadeleleridir. Hak mücadeleleri sınıf mücadelesinin günümüzdeki biçimidir ve işçi sınıfı hareketinin günümüzdeki mücadele kalıbıdır. İdeolojik-programatik alandaki çaba, solun majör siyaseti -yani “yüksek siyaseti”- anlamaya, asli rotasından -hak mücadeleri perspektifinden- sapmadan onunla nasıl ilişkileneceğine dönük ihtiyacını da giderebilecektir.

Bu perspektif ışığında sola önerilebilecek şey umutsuzluk değil, tersine büyük toplumsal patlamaların olacağı önümüzdeki dönemde bu gelişmelerin içinde eriyik olarak ateşi harlamaya çalışmak olmalıdır. Türkiye’de siyasetin bu denli kilitlendiği, halkın beklentilerinin ise hızla değişimler geçirmekte olduğu bir eşikte, büyük kırılmalar bir anda olmaz. Her büyük kırılmanın öncesinde daha küçük kırılmalar, onların öncesinde ise onları tetikleyen, daha kılcal kırılmalar yaratan “kelebek etkileri” vardır. Soldaki her birey, her küme kendinden menkul öncüler olarak değil, öncelikle kendilerini kitlelerle eşitleyerek, kitle dinamikleri ve hareketleri içinde birer eriyik olmayı kabullenerek sürece başlamalıdır. Kendinden menkul bir öncülüğün anlamı yoktur.[3] Gerçekle yüzleşmek gerekir. Sol artık neredeyse sıfır noktasındadır. Ne yazık ki artık başlangıç noktası bu denli geriye düşmüştür. Yaratıcı bir enerjinin umulmadık, büyük gelişmeleri tetikleyebileceği böylesi dönemler kendi doğal öncülerini çıkarırlar. İdeolojik-programatik çaba, bu öncüleri bir araya getirebilecek bir programatik çerçeveye doğru evrilebildiği ölçüde işlevselleşecektir.

Son dönemin en başarılı hak mücadelesi kadın alanından yükseldi. AKP’nin yeni bir mevzi saldırısı olan İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekme hamlesi, kadın hareketinin tüm bileşenlerinin direnişiyle karşılaştı. Son derece yaratıcı, geniş ve meşru bir kampanyayla kadınlar üzerindeki baskıları yoğunlaştıracak bir saldırı püskürtüldü, iktidara geri adım attırıldı. Şu an toplumsal muhalefetin en diri dinamiklerinden birisi olan kadın hareketinden öğrenilecek şeyler var. ABD’deki ırkçılık karşıtı isyan da önümüzdeki sürecin ne denli büyük patlamalara gebe olduğunu gösterdi. Sarı Yelekliler hareketi de kendini uzun süredir var eden bir hareket formu oluşturabilmiş, neoliberal azgınlığı sınırlandırabilme başarısını gösterebilmiştir. Kooperatifler dünya çapında yükselmeye başlayan dayanışma örgütleri olarak yaygınlaşmaktadır. Bunlar sadece birer başlangıçtır. Önümüzdeki dönemde sağlık başta olmak üzere kamucu talepler yükselecek, doğaya ve farklı canlı türlerine karşı saldırganlığı engellemeye dönük duyarlılıklar çok güçlenecektir. Açlık ve yoksulluk kaynaklı isyanlara tanıklık edilecektir. Emek hareketi ise yeni bir dönüm noktasına gelecektir. İnsanların bu çabalarının beyhude olmadığını tarih göstermektedir. Toplumları dönüştüren büyük devrimci dalgalar, bu gibi parçalı mücadelelerin sentezleri olarak biçimlenir. Sınıf hareketi, bu kapasiteye sahip olduğunu tarih önünde yeniden kanıtlamak durumundadır. Önümüzdeki dönemlerde büyük karanlıklardan çıkışın yolunu aydınlatan, insanlığa umut saçan büyük isyanların öncesinde; yüreği eşitlik, özgürlük, aydınlanma idealleriyle çarpan herkesin yapabileceği bir şeyler olacaktır.

[1]      Geçtiğimiz günlerde, Erdoğan Karadeniz’de yeni doğalgaz rezervleri bulunduğunu ve bunun Türkiye’ye çağ atlatacağını müjdeledi. Bu haber iktidar medyası üzerinden büyük yankı yarattı. Ancak bilimsel veriler hiç de öyle söylemiyor. 320 milyar metreküp rezerv bulunduğu bildiriliyor ancak bu bilgi fazlasıyla spekülatif. Henüz hiç kimse gerçek rezervin ne kadar olduğunu bilmiyor. Bunlar sadece iyimser tahminler. Gerçek rezervin ne olduğu ancak 6 ay ile 1 yıl içinde yapılacak diğer sondajların sonunda anlaşılabilir. Bu rezerv ne kadar olursa olsun, ancak onyıllar içerisinde ancak tümüyle çıkarılabilir. Dolayısıyla bu rezervin ülkenin yıllık enerji faturasına katkısı makul bir düzeyi aşmayacak bir oranda olabilir. Bu rezervin çıkarma maliyetinin ne olacağı ise belirsizdir. (Mesela İsrail, Akdeniz’de büyük doğalgaz yatakları bulmasına rağmen çıkarma maliyetinin yüksekliği nedeniyle bunlara dokunmamaktadır.) Ayrıca bu sınırlı rezervlerin ekonomiye dahil olması ise en erken 4-5 yılda mümkündür. Bu nedenlerle sözkonusu “müjdenin” -rezerv ne kadar olursa olsun-, ekonominin kısa ya da orta vadeli durumunu etkileme ihtimali bulunmamaktadır. Haberin bu denli abartılması, iktidarın ekonomik-politik sıkışıklığına işaret etmektedir.

[2]      Millet İttifakı’nın genel yöneliminin de Erdoğan’ın hedeflediği rejim dönüşümü hamlesinin tümüyle tasfiyesi olmadığı görülüyor. Bu ittifakın yöneliminin, mevcut iktidarının bazı aşırılıklarının (aşırı İslami tonu, aşırı otoriterliği, keyfi yönetimi, “hukukdışılığı”, dış politikadaki oynaklığı, -belki- başkanlık sistemi, vb.) törpülenerek gerçekleştirilecek bir “restorasyon” politikası olduğu anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu’nun sağ ve AKP artıkları ile kurduğu ittifakın genel ortalaması ancak bu kadar olabilir. Benzer bir tablo, parlamentoya “paralel” (Milli Birlik hükümeti, vb.) olası başka iktidar alternatifleri için de geçerli olacaktır. Elbette bir iktidar değişimi yaşanacak olursa CHP tabanı, sol, Kürtler, kadınlar ve yoksullaşan emekçi kitlelerin bu değişim sürecinde yükselecek dalganın içinde bu kısıtlı çerçeveyi ne denli delebileceğini o günkü kitle dinamizmi gösterecektir.

Gezi sürecinde AKP’nin sol bir dalga ile devrilememesi/geriletilememesinin en belirgin sonucu hedeflerdeki bu gerilemedir. Sadece iktidarın değil, muhalefetin de yapısı ve hedefleri son 8 yıl içinde değişmiştir. Ancak dünyanın bu kaotik tablosu sürerken, restorasyon girişimlerinin de istikrarlı olacağını beklemek doğru olmayacaktır. Kısacası tarihin hareketli zamanlarına adım atılmış bulunuyor.

[3]             Bu sınırlı ifadelerden yola çıkarak kendiliğindenciliğin kutsandığı; parti/hareket, örgüt/hareket gibi suni karşıtlıklarla “hareket” (toplumsal hareket) kavramının sol liberal kavrayışı çerçevesinde, öncülük misyonunun ve örgüt fikrinin kategorik reddiyesi gibi düşüncelerin bu yazıda savunulduğu iddia edilmemelidir. Bu sınırlı yazıda, öncülük ve her tür mücadele örgütünün formlarının da değişmek zorunda olduğu, büyük bir yenilenme fikri vurgulanmaktadır.
Editör: Haber Merkezi