HABER MERKEZİ- Çerkes kimlik mücadelesinin yorulmak bilmez savunucularından Yalçın Karadaş (Anzor Keref) ile bu söyleşimizde Çerkes kimliğinin kültürel dokusunu; Çerkeslerin o karakteristik ve emsalsiz misafirperverliğini, kadının Çerkes mitolojisinde ve toplumsal yaşantısındaki yerini Gazeteci Serdar Taş konuştu.

Serdar Taş: Her Çerkesin gönlünde yatan aslanın Birleşik Kafkas Halklar Cumhuriyeti olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yalçın Karadaş: Tabii ki, yoksa küçücük bir Adige Cumhuriyeti kurayım, onun bunun kölesi olayım’la olacak iş değil. Çeçenler minicik bir cumhuriyet kurabilmek için 1994-2000 arasında 250 bin insanını yitirdi. Çeçenya, Rusya’ya kafa tuttu, bağımsızlığını ilan etti, yeni Rusya Federasyonu'nun anlaşmasını kabul etmedi. Ruslar da tanklarla, bombalarla, toplarla saldırdılar. 1994-96 yıllarında, yani birinci savaşta Çeçenler resmen yendi koca Rusya devletini. Rusya 96’dan 99’a kadar bir ton provokasyon yarattı gizli servisi aracılığıyla. 1999’da tekrar saldırdılar, 250 bin insanımız öldü, bir o kadar da Rus askeri ölmüştür. Yazık değil mi!? Dolayısıyla böyle parça parça, dünyaya kapısı açılmayan, dünya nezdinde bilinirliği olmayan, 300-500 bini bulan nüfusla Kafkasya’da devlet kuramazsınız.

S: Küçük lokma olabilirsiniz ancak.

Y: Evet. Onun bunun oyuncağı olursunuz, maalesef insanlarınız öldürülür, kullanılırsınız. Ama Hazar’dan Karadeniz’e kadar bir araya gelirseniz…

S: Kursaktan geçmezsiniz, yutulamazsınız.

Y: Yutulamaz tabii. Bir de Karadeniz üzerinden dünyaya açıksın, dünyayla bağlantın var. Ee, şu halde Ukrayna’yı iki lokmada yutabilir Rusya. Niye yutamıyor!? Nato var çünkü. Daha doğrusu Ukrayna, Batı devleti artık. Sen Ukrayna’ya işgâl girişiminde bulunursan Batı sana karşı çıkacak.

S: Yani uluslararası bir mesele mahiyetini kazanır.

Y: Tabii. Ama Çeçenya'ya ne oldu? Kahramanca savaştılar, öldüler, kahraman oldular, intihar komandoları oldular. Adları efsaneleşti ama yazık değil mi 250 bin insana!? Bunların 50 bini çocuktu. Peki kazanımları ne oldu? Kukla bir yönetim.

S: Bildiğim kadarıyla Çeçenya'da şu an Kadirî tarikatına mensup, Putin’le de sıkı bir ilişki içinde olanbir rejim var.

Y: Evet, evet. Ama bu durum benim için enteresan bir konudur. Belki de adam öyle bir işbirliği yapmasaydı daha fazla nüfusu yok olacaktı. Bunu da bilemiyoruz. Adam belki de akıllılık yaptı, “Biz bu adamları yenemeyiz ki kardeşim!” dedi.

S: Gerçekten de ihanet ve kahramanlık, ulusal gurur sarkacında salınmak çok ilginç olsa.

Y: Bu çok enteresan. Herkes Ramazan Kadirov’a hain diyor ya; belki de adam bu sayede toparlanıyordur, ne biliyoruz!? Mesela ben şu anda Çeçenlerin çok iyi toparlandığını görüyorum.

S: Öyle mi!?

Y: Tabii ki. Bütün kentlerini yenilediler. Rusya’dan acayip paralar alıyorlar, Rusya diğer cumhuriyetlere finansal yardımda bulunmuyor. Osetya’ya yüzyıllardır daha fazla kaynak sağlar, şimdi de Çeçenya’ya veriyor.

S: Osetya’ya neden veriyor peki?

Y: Dağlı bir halk olan Osetler eski zamanlardan beri ovalara inmek için Rusya’dan destek aldılar. Müslüman Osetler, bizim Kabardey Çerkesleriyle daha fazla birlikte ve akraba olmuşlardır. Osmanlı’ya sürülen Osetler de çoğunlukla Müslüman Osetlerdir. Ama 1878’de yeniden isyan eden Abhazaların içinde Hristiyanlar da vardı.

S: Kemalistlerle Sovyetler Birliği arasında 16 Mart 1921'de imzalanan Moskova Anlaşması'yla "Çerkezlerin ipinin çekildiğini" söylüyorsunuz. Bu anlaşmada Çerkezlerin aleyhine ne gibi kararlar alınmıştı?

Y: Bu soruyu üç noktada yanıtlamalıyım. İlginçtir, bu anlaşmayla öncelikle komünist harekete darbe vuruldu.

S: Mesela Mustafa Suphi ve yoldaşları Trabzon’da katledilmişti.

Y: Evet. İkincisi, yeni kurulan cumhuriyetin Azerbaycan’la olan ilişkisi kesildi. Ne de olsa orada petrol ve doğalgaz kaynakları vardı. Benim ortaya sürdüğüm ve beni en çok ilgilendiren nokta, oldukça etkili ve organize haldeki Osmanlı Çerkes liderlerinin ve kurumlarının yok edilmesidir; yani Çerkes Numune Mektebi’nin kapatılması, Çerkes İttihat Cemiyeti’nin kapatılması, Çerkes Kadınları Teavün (Yardımlaşma) Cemiyeti’nin kapatılmasıdır.

S: Çerkes Ethem’in hain ilan edilmesi de buna dâhil edilebilir mi?

Y: Çerkes Ethem meselesi bu yasaklamalardan çok kısa bir süre önce halledilmişti. Sovyetler Birliği, emperyalizme karşı Türkleri yanına almak amacıyla sürece müdahil oldu. Kemalist yönetim de güya emperyalizme karşı mücadele veriyor ve sosyalist bir devlet olacakmış numarasıyla yalandan resmi bir TKP bile kurdu, biliyorsun.

S: Evet, evet. Ancak aslında niyeti “sosyalist hareketi” takibat altında tutmak, kovuşturmak ve beşikteyken boğmaktı.

Y: Evet. Ve Sovyetleri apaçık akıllıca aldattı. Ben her zaman söylerim: Mustafa Kemal iyi bir asker değildi, ama çok iyi bir siyasetçiydi.

S: Lenin’i iyi kullandı yani.

Y: Tabii ki, çok iyi kullandı. Bu sayede sosyalist hareketi yok etti, Çerkesleri yok etti.

S: Hatta onların dışında da bu coğrafyadaki ulus-devletlerini kurma hakkı bulunan halkları da yok etti.

Y: Tabii canım. Çok net bir şekilde bu anlaşmanın 8. maddesi irdelendiği zaman bunu görebiliyorsunuz. Kendilerine rakip olabilecek bütün siyasi organizasyonları, gerek Kafkasya’da kurulmuş 1918 Cumhuriyeti’ni devam ettirmek isteyenleri, gerek Azerilerin bağımsızlık taleplerini, gerekse Türkiye’deki Çerkeslerin Milli Mücadele içindeki aşırı baskın durumlarını yok etti. Sovyetlerden altın ve silah alındı ve Milli Mücadele böylece başarılı oldu. Milli Mücadele’yi başlatan, Yunanlara karşı direnen Çerkez Ethem ve kuvvetlerinin ilk silahları aldığı kişi ve yer, Kuşçubaşı Eşref ve onun Aydın’daki çiftliğidir. Kuşçubaşı Eşref de bugün Kemalistlerin hedefinde. Yüzellilik listeye sokulan 86 Çerkesten biridir o ve kardeşi. Yani mücadeleyi başlatıyorsun, paranı, altınını, silahını, her şeyini ortaya koyuyorsun; hem sonra Çerkes komutanlar Bekir Sami Günsav ve Rauf Orbay sayesinde Batı Anadolu’da örgütleme faaliyeti yürütüyorsun...

S: Hatta Rauf Orbay’ın Çerkes Ethem’in babasının eşiğine varıp da oğlunun mücadeleye dâhil olması yönünde onu ikna eden kişi olduğunu okumuştum.

Y: Tabii, Çerkes çünkü onlar. Bunlar gidiyorlar, “Yunanlar bu bölgeyi alacak,” diyorlar. Halk teslim oluyor, herkes Yunan bayrağı çekiyor o sırada. Bütün Türk köylüsü Yunan bayrağı çekiyor.

S: Ama orada ciddi bir Rum nüfusu var.

Y: Var ama çoğu Türkleşmiş. Şu an için de Türkiye’deki nüfusun önemli bir kesimi Rum ve Ermeni’dir, kısaca yok sayılan halklardandır. Ne yapsın; adam canını kurtarmak için asimile oldu, dinini ve dilini değiştirdi.

S: Kesinlikle.

Y: Başka yapabilecekleri bir şey mi vardı!? Bölgedeki Rumlar, hatta özbeöz Türkler bile Yunan bayrağı çekti. Oradaki halklar Yunan bayrağı çekmişken Çerkes Ethem, Çerkes askerleriyle gelip hepsinin bayraklarını indirdi, Yunan bayrağı asanların hepsini astırdı. Düşünebiliyor musun!? Belli bir noktadan sonra Mustafa Kemal, İngilizlerle anlaştı ve “Artık Çerkeslere ihtiyacımız kalmadı,” dedi ve Çerkes tasfiyesini başlattı. Bu süreç devam etse etkin olanlar Çerkesler olacaktı.

S: Peki etkin güç Çerkesler olduğunda ne olacaktı?

Y: Bu sefer de Sovyetler Birliği, Ruslar rahatsız olacaktı. Çünkü daima anavatanını kalbinde taşıyan milyonlarla ifade edilebilecek sayıdaki Çerkesler yine topraklarına dönmeye çalışacaklar, yarın onların başına bela olacaktı; her ne kadar Sovyet Rusya olsalar da. Dolayısıyla hem İngilizler hem de Ruslar, Çerkes etnisitesine dayanan bir devlet istemedi.

S: Tam da bu noktada spekülatif bir soru sormak istiyorum: Türklüğe dayanan bir ulus devlet yerine Çerkes etnisitesine dayanan bir ulus-devlet kurulabilir miydi? Kurulsaydı görece daha demokratik, daha federatif bir rejim tesis edilebilir miydi?

Y: Şöyle söyleyeyim: İttihatçıların Türkleşmesinden, mücadelenin Türkleşmesinden rahatsız olan Çerkesler daha sonra 1921 yılında İzmir'deŞark-ı Karib Çerkezleri Temin-i Hukuk Cemiyeti”ni, yani “Yakındoğu Çerkeslerinin Hukukunu Temin Cemiyeti”ni kurdular. Bu cemiyet, Türkçü bir devlet kurulacağını, başka hiçbir halkın haklarının tanınmayacağını, özellikle Çerkeslere her türlü zararın verileceğini (çünkü Çerkeslerin gücü onları rahatsız ediyordu) söyledi. "Biz Türkleşmek istemiyoruz, bu ülkede Türkleşmek istemeyen halklar var, Türkleştirme siyaseti bu ülkenin başına bela olacak," diyen bir kurum bu. Sansürlü bir yapıdır bu; bunu çoğu Çerkes bile bilmez. Onlar tespiti ortaya koymuştu zaten. Ha, dediğiniz durumda ne olacağını bilemeyiz tabii, çünkü Çerkesler çok kuralcıdır. Mesela çok basit bir örnek veriyorum: Bir Çerkes yönetiminde yere istediğin gibi çöp atamazsın. Gerçek bir Çerkes kültürü almış insanlar mahallesine çöp atmaz, attırmaz, atanın da başına bela olur. Bazı serbestlikler olmayabilirdi mesela. Ancak bazı şeyler de daha iyi olurdu. Etnik farklılığa Kafkasya'da asırlardır saygı duyulur mesela.

S: Nispeten daha çoğulcu bir toplum kurulabilir miydi?

Y: Olabilirdi. Spekülatif yaklaşıyoruz ama bence bu ihtimal var. Örneğin benim yetiştiğim çevrede Çerkesler, insanlara, her halka saygı duyar. Başkalarının hakkına, hukukuna saygılı, çevreyi gözeten insanlardı. Çünkü Kafkasya'da on binlerce yıldır yerleşik bir kültür var. Mesela Çerkeslerin hâkim olduğu bir devlet olsaydı akraba evliliğini yasaklarlardı. Bilemiyoruz. Çünkü Çerkesler akraba evliliğini çok büyük bir suç olarak görür. En dindar Çerkes bile akraba evliliğini günah olarak görür. "Dinde bunun yeri vardır," denilse Çerkes de, "Hadi lan ordan! Böyle saçma şey olur mu!?" diye restini çeker. Kuran'da yeri olduğunu göstersen bile, "İnsan akrabasıyla, kardeşiyle evlenir mi!?" der, karşı çıkar. Balkan göçmenlerinde de yoktur mesela akraba evliliği, ama Anadolu'da korkunç yaygındır.

S: Gerçekten de çok var.

Y: Evet, ama bunun dezavantajlarını göremiyor insanlar. Demem o ki belki böyle saçma sapan şeylere de müdahale edebilirlerdi. Belli olmaz. Ama nüfus olarak Çerkes hakimiyeti olabileceğini düşünseydi İngilizler zaten Çerkeslerle anlaşırdı. Çerkeslerin nüfusu az ve çok dağınık yaşıyorlar. Tabii Milli Mücadele'deki kadroların, yöneticilerin ezici çoğunluğu Çerkesti.

S: Peki o zaman Milli Mücadele sürecindeki kabahatlerden biraz da Çerkesler sorumlu tutulmaz mı?

Y: Onlar Kemalistlerle ittifak yapan Çerkesler, Kemalistlere destek vermeyen Çerkeslerin zaten tamamı tasfiye edildi.

S: Mesela Yüzelliliklerin seksen altısının Çerkes olduğunu biliyoruz. Aslında bu bir nevi Çerkesliğin, Çerkes kimliğinin tasfiye operasyonu da denilebilir mi?

Y: Rahatlıkla. 150 kişinin 86'sının Çerkes olması ne demek!? Hatta daha da fazla olabilirdi. Aslında 600'e çıkaracaklardı o listeyi, Lozan'la 150'ye düşürüldü. Eğer İngilizler ve Batı, Çerkes nüfusu biraz daha baskın, fazla olsaydı Çerkes merkezli bir devlet kurabilirdi, çünkü Çerkeslerin yönetim kabiliyeti iyidir. Yüzyıllarca Memlûkleri yönettiler. "Memlûklerden sizi kurtaracağız," diyen Napolyon'a karşı Araplar direndi. Anlatabiliyor muyum!? Napolyon Çerkesleri yok edebilmek için müthiş bir mücadele yürütmüştü. Elbette bahsettiğimiz zaman dilimi Yavuz Sultan Selim sonrasıdır. Biliyorsunuz, Yavuz Sultan Selim, Alevileri-Kızılbaşları kestikten sonra Çerkes Memlûkleriyle savaştı. Memlûkler zaman zaman Uzun Hasan'ı desteklediler. Ayrıca Moğolları dünyada yenen tek güçtür Çerkesler.

S: Harzemşahlar da yenmemiş miydi Moğolları?

Y: Hayır, bildiğim kadarıyla Moğolları bozguna uğratan tek güçtür Çerkes Memlûk devleti. Bu arada Memlûkler, Yavuz Sultan Selim'le olan mücadelelerinde Kızılbaşlara da yardım etmişti. Hatta Yavuz'un Kızılbaşlara yardım ettiği için Çerkeslere düşmanlık gösteren sözleri vardır. Mealen, "Aman vermezük Kızılbaşa ne de Çerkese," nevinden sözleri vardır. Yani Kızılbaşlara çok yardım etti Çerkesler; kendi menfaatleri gereği tabii.

S: Memlûkler tabii ki Sünni mezheplerden Hanifiliğe mensuptu; Çeçenler Şafii'dir ama.

Y: Onlar da mesela Rus düşmanlığıyla maalesef bu işlerin içine fazlasıyla girdiler. Çeçenler tipik bir Kafkasya halkı olduğu için belli bir süreç sonunda o tutuculuklarından döneceklerine inanıyorum.

S: Umarım, ben de öyle temenni ediyorum.

Y: Çünkü başka türlü Kafkasya'da birlik oluşturulamaz. Din üzerinden bir birlik oluşturulamaz.

S: Kesinlikle. Bir de Şafiilik çok daha sert, keskin bir İslami ekoldür.

Y: İslamiyet, Dağıstan'a ve Çeçenya'ya 8. yüzyılda giriyor. Batı Kafkasya'ya ise 18. asırda girebiliyor.

S: Ancak Doğu Kafkasya'ya İslamiyet ilk defa Arap akınlarıyla girmiş olmalı. Mesela bizler biliyoruz ki Orta Asya'daki Turanî halklar İslamcı Arap akınlarına karşı toparlanır toparlanmaz birleşerek kafa tutuyorlar. Ben mutlaka bunun benzerinin Çeçen ve Dağıstan halkları için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Çeçenler ve Dağıstanlılar da muhakkak İslam, Arap ordularına karşı var güçleriyle direnmişlerdir.

Y: Çok direndiler. Zaten hiçbir zaman Araplar Kafkasya'yı ele geçiremedi. Çeçenler ve Dağıstanlılar İslamlaşsa da Doğu Kafkasya'daki Arapları yendiler, sürdüler; ama bizim Abhazya, Osetya, Adige kısmına, Kuzeybatı Kafkasya'ya İslamiyet geçemedi mesela. Osmanlı Ferah Ali Paşa gibi Gürcü, Kafkasyalı devlet adamları marifetiyle Çerkeslerin psikolojisine daha yakın davranarak ve evliliklerle İslamlaştırmaya çalıştılar. Ancak bu görece bir Müslümanlık oldu yine de. Şu anki Batı Çerkeslerinin İslamlığı ve Hristiyanlığı köktenci değildir. Kadim zamanların o pagan gelenekleri, çeşitliliği her zaman yaşar.

S: Abhazya'da saha araştırması yapan bir bilim insanıyla ilgili bir anekdot anlattığını hatırlıyorum Yalçın abi...

Y: Evet, evet, bakmış ki Batı Kafkasyalıların %70'i Hristiyan, %30'u Müslüman, %100'ü de pagan.

S: Ben bu durumun daha makbul ve güzel olduğunu düşünüyorum.

Y: Başka bir anekdot daha anlatayım: Son derece tutucu bir Abhaza adamın oğlu Abhazya Savaşı esnasında bizler gibi savaşa gitti ve yaralandı. Savaş bitti ve oradan bir Hristiyan Abhaza kadınla evlendi. Bizim buradakiler de dalga geçiyorlardı: "İşte falanca gillerden Ahmet, İslamiyet, din dinayet diye geçinip duruyordun, senin oğlan da gitti bir Hristiyan kızla evlendi, ne olacak şimdi!? Konuşup duruyordun, 'Camiye gelin, namaza durun,' diye kafamızın etini yiyordun, Müslümanlık taslıyordun habire. Bunlar evlendiğinde çocukları ne olacak? Anası Hristiyan, babası Müslüman, bu çocuk ne olacak!" deyince o da, "Ne olacak yahu Abhaza olacak," diyor. Yani bir Çerkes için merkezde duran şey daima Adigelik, Abhazalık, Çerkeslik denilen kavramdır, o her şeyin üstündedir, Hristiyanlık ya da Müslümanlık değil. Çerkeslik saygıyı, espiriyi, çeşitliliği, duruşu, doğayı korumayı, misafirperverliği ihtiva eder.

S: Çerkeslerin misafirhaneleri, bilhassa misafirler için özel konutları varmış. Doğrusu ben böyle bir misafirperverlik modeli görmedim.

Y: Haçaş derler. Evet, ben de dünyanın hiçbir yerinde görmedim. Misafirevi ayrı olarak her daim hazırdır. Gelen misafirin milliyeti, dini, dünyaya bakışı ve amacı hiç kimseyi ilgilendirmez. Bizim evlerimizin büyük, yemyeşil bir dış avlusu olur, büyük bir ağaç vardır, genellikle de meşedir. Avlunun hemen girişinde de haçaş denilen misafirevi vardır. Bir ya da iki tane odası, banyosu olur. Her şey temizdir, gelen konuk için her an hazır ve nazırdır. Misafirin kaç gün kalacağı, kim olduğu sorulmaz. Eğer konuk Çerkesse kamçısını kapıya asma şekline göre yarın gidip gitmeyeceği bilinirdi. Diyelim ki o gece orada yattı, yarın da gidecek olsa, bir ay sonra da gidecek olsa, uyuduğundan emin olunduğu anda, lambalar söndürüldüğünde, belirli bir süre geçtiğinde kadınlar, genellikle de genç kızlar, kapıyı yavaşça açar, misafirin çıkarttığı bütün eşyaları alır, hepsini yıkar, ütüler. Bu ülkede ütüyü ilk kullanan insanlardır Çerkesler. Gelirken beraberinde semaver getirmişlerdir; birtakım tarım tekniklerini, meyveciliği getirmişlerdir. Mesela bütün Rusya'da Çerkeslerin bahçeciliği, meyveciliği ünlüdür. Tabii bu kültür savaşların getirdiği yıkımlarla geride kaldı. Yüzyıllardır, 150-60 senedir uğraşıyorlar da Çerkeslerin o dik yamaçlarda var ettikleri bahçeleri, meyve bahçelerini diriltemiyorlar. Almanları getirdiler, diriltemedi, Polonyalılar da, Ruslar da, Kazaklar da, Ermeniler de diriltemedi. Şimdi pişmanlar; savaş esnasında hepsini kestiler, özellikle de yaktılar. Bir an önce gönderilelim, dönmeyelim diye ormanlık alanlarımızı, doğamızı yok ettiler.

S: O zaman Çerkes Soykırımı'na aynı zamanda "biosid", yani biyolojik, ekolojik bir soykırım da demeliyiz.

Y: Kesinlikle. Ben bunu bir iki gazetede yazdım.

S: Zaten her soykırım, çok geniş cepheli bir şiddettir. Linguistik (dilsel) soykırım, kültürel soykırımdır. Hatta Fahri Huvaş'ın Çerkes Soykırımı için "ruh soykırımı" dediğini hatırlıyorum.

Y: Tabii canım, kişiliğimiz bile değişti.

S: Bu sürgünlük ve soykırım esasında çok cepheli bir soykırımdı.

Y: Özellikle bunları yazmanı istirham ediyorum.

S: Hiç kuşkun olmasın.

Y: Ben bu olguyu, yani doğa tahribatını, hayvan ve bitki çeşitliliğinin, meyveciliğin ve bahçeciliğin yok edilmesini, kaç defa 21 Mayıs'larda Radikal'de, Evrensel'de falan yazdığımı hatırlıyorum. Bu savaş bizim için büyük bir yıkımdı. Bizim savaşçı bir halk olarak bilinmemiz, meyvecilik, bahçecilik, demircilik kültürümüzün çok önüne geçti.

S: Zanaatkâr yanınızın önüne geçti.

Y: Evet, zanaatkâr yanımızın çok önüne geçti.

S: Zaten ben aklı başında bir Çerkesin sadece savaşçı olarak anılmak ve karikatürleştirilmek isteyebileceğini düşünmüyorum.

Y: Evet, bir kere o insanın yemesi içmesi lazım. Savaşılacaksa bile o silahların üretilebilmesi lazım, değil mi!? Peki bunu kim yapacak? İthal edecek halleri yok ya! Çerkeslerin parası mı var ithal etsin!? Haliyle her şeylerini kendileri yapıyordu. Kafkasya'da en kıymetli, muteber insanlar bahçeciliği, meyve aşılamayı iyi bilenler ve demircilerdir. Mesela Abhazların yeni yılı demircilik tanrısıyla alakalıdır. Çok yakın bir geçmişte de kutlandı. Örneğin benim rahmetli babamdan bir misal vereyim: Onun yaptığı bir şeyi yıllar sonra çözebildim. Babam emekli olduktan sonra sürekli cebinde bir şeyler taşırdı. Vaktiyle Anadolu Hisarı'nda otururduk. O zamanlar orada bağ bahçe çoktu. Yürürken durdururdu beni, hemen bir elma, erik, armut ağacına yönelir, cebinden çakısını çıkarır, onu bir yerinden kesmeye başlardı hemen, ben de o çocuk halimle onu izlerdim. Sonra cebinden bir sopa çıkarırdı, onu güzelce aşılar, aşılanan yeri çamurla kapatır, cebindeki bir parça incecik beyaz bezle de sarardı, "Hadi," derdi, giderdik. O kadar çok yapıyordu ki bunu. Bunu ben 30-35 yaşında Kafkasya'dan geldikten sonra Adigelerin gelenekleriyle ilgili tercüme bir kitapta okudum. Artık savaşacak takati kalmamış, üretimden düşmüş Çerkes erkeklerinin göreviymiş bu. Her nerede olursan ol, her ne yaparsan yap, meyve aşıla düsturu hâkimdir. Umarım bir gün Çerkesya bölgesine, Kafkasya'ya gidersin. Oraları görmeni çok isterim.

S: Umarım, çok isterim.

Y: Hiç ummadığın dağlarda o meyve ağaçlarını göreceksin. "Burada insan nasıl yaşar!?" dediğin yerlerde çok eskiden aşılanmış meyve ağaçları görürsün ve anlarsın aşılı olduklarını. Bunlar çok değerli kültürel öğelerimizdi ve hepsi geride kaldı. Savaş, savaş, savaş... Bizi hep savaşçı bir halk olarak biliyorlar. Kendimizi korumak adına her daim savaşmak zorunda kaldığımız için belli bir zamandan sonra kıyafetlerimiz bile savaş elbisesine dönüştü.

S: Bugün için bir Çerkes aydın, entelektüel sınıfından bahsedebilir miyiz? Çerkes fikir dünyası, edebiyatı, felsefesi, entelektüel etkinlikleri ne durumda?

Y: Öncelikle Kafkasya halkları entelektüel anlamda, aklına gelebilecek her alanda, gerek felsefe, gerek dil, gerek resim, gerek heykel, gerek müzikte gayet iyiler. Özellikte ferdi sporlarda çok çok iyiler. Üniversiteler var, enstitüler var. Putin Kafkasyalıların haklarını yavaş yavaş daraltmaya çalışsa da bu mümkün değil, ilerliyor sürekli. Uluslararası başarılar kazananlar, Nobel Bilim Ödülü'ne aday olan bilim insanları var aralarında. Edebiyat alanında da Orhan Pamuk'u örnek verebilirim.

S: Orhan Pamuk Çerkes mi?

Y: Tabii, baba tarafına nedense müthiş gıcık kaptığı için kitaplarında sürekli Çerkeslerle ilgili saçma sapan şeyler yazıyor. Eleştirilerinin bazıları güzel ve yerinde ama mesela kitaplarında sürekli akrabalar arası cinsel ilişkileri işliyor. Baba tarafına karşı anlaşılmaz bir rahatsızlığı var. Artık asimile olmuş; babası ve dedesi de asimile olmuş aslında. 1923'lerde İstanbul'daki Çerkes tasfiyesi esnasında birçok Çerkes kendini sakladı. Aklına gelmeyecek kadar çok Çerkes var, bizim bilip sizlerin bilmediği, söylediğimizde "Allah allah!" diyeceğiniz. Bunlar önemli değil. Soruna gelecek olursak, anavatanda da gayet iyiler. Mesela uluslararası müzik yarışmalarını kazanan, film yarışmalarında derece alan, olimpiyat şampiyonlukları kazananlar var. Edebiyatları da gayet iyi.

Gelelim diasporaya. En büyük diaspora, anti-demokratik Türkiye'de olduğu için maalesef en aydın diyebileceğin adam benim kalibremde bir adamdır, daha ilerisi yok. Bu çok acı! Çünkü devlet sana yaşam hakkı tanımıyor. Türkleşeceksin; benim istediğimi yazıp, çizip, konuşup söyleyeceksin; üretimlerini, yaptıklarını adlı adınca anmayacaksın; örneğin Çerkes el işine Trabzon işi diyeceksin. Mesela Çerkez el işleri Trabzon işi oldu, kazaziye oldu Türkiye'de. Bu zanaatkârlık örnekleri tamamen 1864'te gelen Çerkeslerin Karadenizlilere öğrettiği sanatlardır halbuki. Bunu özellikle belirtiyorum. Sen bunların Çerkes menşeli olduğunu söylemeyeceksin. Nasıl ki sen, bir Trabzonlunun kökeninin Rum olduğunu, pek çok Anadolulu insanın Ermeni, Arnavut olduğunu söylemiyorsan Çerkes olduğunu da söylemiyorsun. Türkiye'de bu anlamda son derece kötü durumdayız.

S: Kimliklere karşı son derece saygısız, horgörülü ortam var.

Y: İşte bu yüzden bu saydığın hiçbir şey istediğimiz anlamda gelişemiyor.

S: Evet, evet. Ben de zaten gözlemlediğim kadarıyla Türkiye'de Çerkeslerin öyle çok gelişkin bir kültürel iklim, aura yarattıklarını göremiyorum maalesef. Mina Urgan geldi aklıma mesela şimdi.

Y: Var canım, edebiyatçı insanlarımız her zaman oldu.

S: Elbette var ama bilmiyoruz.

Y: Hep savaşçıl oluşlarını biliyoruz, başka bir şey bilmiyoruz, polis ve asker olanlarını biliyoruz.

S: Evet, kolluk kuvvetleri, istihbarat örgütleri içinde olanları biliyoruz, mafyöz ilişkiler içinde bulunanları, Süleyman Seba'yı biliyoruz. Ama bunun dışında Çerkes kimliğinin ben bu ülkede senin de dediğin gibi bir aksesuara indirgendiğini düşünüyorum. İşte nelerle hatırlanıyor ve anılıyor Çerkesler? Kadınlarının güzelliğiyle, yemekleriyle ve oyunlarıyla. Tamamen folklorik ve dondurulmuş bir motife indirgenmiş, objeleştirilmiş, kültürler mozaiğinin bir parçası olarak görülmüş. Halbuki mozaik yaşayan bir şey değildir, ölüdür, tarihe karışmıştır. Yani Çerkes kimliğinin yaşayan bir unsur olmasına izin verilmemiş bir türlü. Ben bunun Çerkes kimliğine karşı büyük bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum.

Y: Büyük bir haksızlık ve saygısızlık. Buna en çok karşı çıkanlardan biriyim ben örneğin. Konuştuğum, yazdığım, çizdiğim yerlerde eleştirilerin çoğu ya Kemalistlerden gelir ya da bizim Çerkeslerden, kafasız tiplerden. En çok onlar bana kızar. Bu ülkede bana en çok kızanlar, Kemalizm takıntısı olanlar, ezberleriyle yaşayanlar ve Çerkes ırkçılığı yapan tipler; yani bilinçsiz bir milliyetçilik yapanlar. Bunlar benim gibi insanlardan hiç hoşlanmaz ve değer vermezler. Senin bana verdiğin değer kadar bizim toplumdan çok az kişi bana değer verir. Örnek olarak söylüyorum: Senin Çerkesler hakkında bildiğin bu ezber dışı bilgilerin çok azını bilir onlar.

S: Bu acı bir şey ama.

Y: Bu çok kötü bir şey, çünkü resmi ideoloji bu hale getirdi insanları.

S: Peki Barış Ünlü'nün kitabından hareketle sorayım o halde: Türklük ve Müslümanlık Sözleşmesi, Çerkes kimliğinin asimile edilişinde, Çerkeslerin kendilerine kolonizatörünün, asimile edicisinin gözünden bakmasını sağlamak noktasında nerede duruyor? Çerkeslerin Türklük ve Müslümanlık sözleşmelerine yenildiklerini söyleyebilir miyiz?

Y: Çok güzel bir soru. Türklük Sözleşmesi kitabında bu meseleleri Barış Bey çok güzel özetlemiş. Bu ifade bize o kadar uyuyor ki. Ama sana şunu söyleyeyim Serdar: Yirmi sene öncesine göre çok iyiyiz. O günlerde çok ahmak insanları kandırabiliyorlardı; örneğin Çerkesleri Sovyetlerin, Komünistlerin buraya kovduğunu, kesip astığını zannedecek kadar aptalca, anakronik yaklaşımlar vardı. Askeriyedeki ve okullardaki eğitim ve etkileşimler hep Çerkes kimliğinin aşağılanmasıyla ilgiliydi ve Çerkeslerin kimliğini hep saklamasına zorluyordu. Böylesi yerleşik, kurumsal siyasetlerle elbette Türkleşme epey yol aldı. Emin ol, şu anda atıyorum, kabaca söylüyorum, iki milyon Çerkes varsa bir milyonu Türkleşmiştir. Demokratik bir ülkeye evrilirsek, bir şeyler yavaş yavaş anlatılır, gösterilir, yaşanırsa emin ol ki bu bir milyon üç milyon da olur, kendini saklayanlar da ortaya çıkar. İstanbul'da burjuva olabilecek hiçbir Çerkes, burjuva olamadı. Ermeni Katliamı konusunda ben hep derim: Ermeni Katliamı'nı devlet yapmıştır. Kime yaptırdığını merak ediyorsanız tapulara bakın. Çerkes zengin göremezsiniz. Türkiye'de ilk elliye, ilk yüze, ilk beş yüze giren bir tek Çerkes göremezsiniz. Neden yok peki? Türkiye'de zenginleşme hep gayrimüslimlerin el konulmuş mallarıyla sağlandı. Bütün sermayenin temelinde bu var. En zengin, en saygın insanların zenginliğinin temelinde bile maalesef gayrimüslim malları, mülkleri, arazileri var.

S: Mala çökme var.

Y: Evet. Çerkesler içinde çok zengin olmayışı bizim için çok faydalı bir durum değil ama şu anlamda da içim rahat: Demek ki bizimkiler mala, mülke çökmemişler. Çerkeslerden pek çok saygın, ünlü insan sayabilirsin ama zengin sayamazsın. Türklük Sözleşmesi'ne gelecek olursak; bu sözleşmeyi ilk reddeden insanlardan biriyim ben. Meslekî hayatımda, sosyal yaşantımda, hatta Çerkes derneklerinde, kurumlarında bile çok sıkıntılar yaşadım, ama hiçbir zaman savunduklarımdan vazgeçmedim. Yirmi sene öncesine göre müthiş yol aldık. Bak mesela, Serdar Taş diye aklı başında bir genç geliyor, “Şöyle şöyle bir röportaj yapmak istiyorum,” diyor ve güzel sorular soruyor. Bu büyük bir gelişme ve bizim için çok değerli, ama bu röportajdan en çok rahatsız olacak insanları saydım. Bu söylediklerimizin hiçbiri palavra değil, hiçbiri iftira ve yalan değil, temelsiz değil. Hepsi de okumayı, araştırmayı bilen, kafası biraz olsun çalışanların, "Allah allah, doğru mu söylüyor acaba!?" dediğinde ve araştırdığında bulabileceği şeyler. Ne yazık ki bu, son yirmi yılda, bugün gitmesini dört gözle beklediğimiz yönetim sayesinde, açılımlarla, AB uyum paketiyle oldu. Ancak daha sonra asıl amaçları ve niyetleri ortaya çıktı.

S: Pragmatik olarak yapıldığı ortaya çıktı.

Y: Tabii ki. Ama ben bunu avantaj olarak kullandım mesela. Yazıp da yayımlatamadığım şeyleri artık yayımlatabiliyorum. Konuştuğumda sansürlenen meseleleri artık televizyonda konuşabiliyorum. Beni kim, hangi tv kanalı, hangi ideolojideki insan çağırırsa çağırsın, ben asla o insanın ideolojisine göre konuşmam, doğru bildiğim şeyi söylerim. Her yerde de bunu yaptım. Benim en büyük amacım şu: Türkiye entelektüel dünyasında Çerkesler için bir alan açmak. Bunu becerip beceremediğimi göreceğiz, ama ben bir delik, çatlak açtığımızı düşünüyorum.

S: Bence beceriyorsun. Hani Ezber Bozanlar Cemiyeti diyorsun ya, işte onun bir mensubusun.

Y: Ezber bozmamak benim için büyük bir ayıp, çünkü çok fazla ezberin, yalanın, iftira ve sansürün içinde yaşıyoruz. Bunu sadece bir Çerkes olarak değil, Türkiye'de yaşayan, biraz mürekkep yalamış biri olarak söylüyorum. Ezber bozmak, aslında hepimizin görevi. İnsanım, aydınım diyen, insanları ve doğayı seviyorum diyen, farklılıklara saygılıyım diyen herkesin bu ezberlerin üstüne gitmesi gerekir.

S: Bu biraz da hakikat duygumuzun, düşünce etiğimizin olmayışıyla ilgili sanırım. Bizim hakikat hassasiyetimiz ve haysiyetimiz, içgörümüz yeterince gelişmemiş sanırım. Politik bağlanmalarımız, ideolojik aidiyetlerimiz, şartlanmalarımız her zaman o hakikat duyusu ve duygusuna galebe çalıyor. Ben bundan çok şikâyetçiyim.

Y: Kesinlikle. Ben de aynı şeyden şikâyetçiyim.

S: Halbuki şunu diyebilmeliyiz: "Seni severim ama hakikati senden daha çok severim."

Y: Ben de seninle birebir aynı şeyleri düşünüyorum. Kesinlikle bize gerekli olan şey bu. Yalanların içinde yaşamaktan hoşlanmıyorum kardeşim! Hani siyasilerin sırıtarak verdiği pozlar vardır ya; işte bu yalan! Bana yalan söyleme! Sanki cebinden ödüyormuşsun gibi halkın paralarıyla koca koca panolarda sırıtan fotoğrafını görmek istemiyorum kardeşim! Veya benimle herhangi biri konuşurken biraz daha yalandan uzaklaşmasını isterim, bunun kimseye bir zararı olmaz. Emin ol, ülke daha da güzel olur.

S: Şimdi mitolojiyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Prometheus'un Zeus tarafından cezalandırılarak Kafkas Dağı'na zincirlenmesini nasıl okuyorsun? O Prometheus ki ateşi tanrılardan çalan, insan evladına bahşeden bir karakter. Kafkas Dağlarının kendine Grek mitolojisinde yer bulmasını nasıl okumalı?

Y: Çok güzel ve akıllıca bir soru. Yunan mitolojisine dair bir anlatı neden Yunanistan'da değil de Kafkasya'da geçer, değil mi!?

S: Evet, mesela neden İda Dağı demiyor da Kafkas Dağı diyor?

Y: Tarih bize anlatıldığı ve bildiğimiz gibi değil. Mitoloji masallardan ibaret, belirli halkların sahiplendiği anlatımlar değildir. İçinde birtakım hakikatler ve yol gösterici motifler vardır. Yunanlar yüzyıllarca Çerkeslerle ilişki halinde yaşadı. Örneğin Yunanlar bütün Karadeniz kıyılarında koloniler kurdu. Yunanlar ve Çerkesler ortak devlet kurdu.

S: Aa! Adı nedir?

Y: Sindika ve Bosporus devletlerini kurdular.

S: Boğaziçi devleti mi yani!?

Y: Yok, bu Azak denizindeki. Karadeniz'le Azak'ı bağlayan boğaz. Yani Yunanlarla Çerkeslerin ilişkisi çok çok eski. Binlerce yıldır birlikte yaşıyorlar. Prometheus anlatısının tıpatıp aynısı Nart mitolojisinde geçer. Ateşi çalan Çerkesçede “Nesren Jake”dir. Mesela “Sosrıko” diye bir kahraman vardır, o da tanrılardan darı tohumunu çalar. Nart destanımız onlarca cilt halinde derleniyor. Nart destanları sırf Adige ve Abhazaların değil; aynı zamanda Osetlerin, Karaçay-Balkarların, Dağıstanlılarındır ancak unutulmuştur. Nart destanlarının içinde senin bu anlattığın öykü, Çerkes öyküsü olarak geçer. Birtakım kelimeler Çerkesçedir orijinalinde. Mesela Diana ismi. Evrensel bir kadın ismidir Diana. Bizler annelerimize “diana” deriz. Diana "anamız" demektir. Mesela ölülerin tanrısı Hades, Çerkesçede iki anlama gelir: “Hade” ölü demektir, “Hades” de ölülerin olduğu yer demektir.

S: Ölüler diyarı demektir yani.

Y: Evet. Ve "Ha" ve "des" diye iki kelimeye ayırırsan da, "Köpek var," anlamına gelir. Biliyorsun, ölüler diyarının kapısında iki köpek vardır, orayı iki köpek korur Yunan mitolojisinde. Bu mitoloji sadece Yunanlara aitse neden bu olay İda Dağında vuku bulmuyor da Kafkas Dağlarında oluyor? Çünkü mitolojiler, destanlar, masallar hep Doğu'dan Batı'ya doğru gitmiştir. Örneğin masallar hep Çin'den, Hindistan'dan Batı'ya gitmiştir.

S: Kelile Dimne'nin Batı'daki fabl geleneğini doğurması gibi.

Y: Tabii. Öyledir ama. Güneş Doğu'dan doğar derler ya hani. Araştırıldığı zaman bu tür anlatıların da hep doğudan batıya gittiğini görürüz. Haliyle Yunan mitolojisiyle Nart mitolojisi birbirine çok fazla girmiştir.

S: Harmanlaşnmıştır.

Y: Tabii. Çerkeslerin dezavantajı, yazılı kültürlerinin yok olmasıdır. Yunanların yazıp çizdiği çağlarda Çerkeslerin yazılı bir kültürü yoktu. Ama yazı, yazmak, mektup, okumak kelimeleri vardır. Bir kültürde, dilde yazmak (txin), mektup (txil), yazı (txiğa), yazıcı (txakue) kelimeleri varsa demek ki çok eski zamanlarda yazılı bir kültürleri var demektir. M.Ö. 2000 dünyanın tamamında çok büyük sırların ve kırılmaların tarihidir. Birçok kültür, uygarlık M.Ö. 2000'de yok olmuştur ve ne olduğunu kimseler bilmez. Dünyanın geçirdiği evreleri bilmiyoruz. Aynı işaretler, semboller, aynı kültler, mantık örüntüleri, aralarında okyanuslar olan coğrafyalarda da var. Mesela Mısır ile Güney ve Orta Amerika'da birbirine benzer heykeller, yapılar var. Bunun nedeni tarih denilen bilimin bizim bildiğimizle fazla alakası olmayan, sansürlenmiş, bilinmeyeni yoğun bir dal olmasıdır. Eskiden Yunanlarla Çerkeslerin ne kadar ve ne yoğunlukta bir arada olduğunu bilmiyoruz mesela. Mısır'daki piramitlerle Mayaların, Azteklerin, İnkaların yapıları neden bu kadar birbirine benziyor? Mesela Stonehenge gibi çok büyük mimari eserler var. Göbeklitepe var. Eskiden ne diyorlardı? Tarım çağı şu tarihlerde başladı, yerleşik kültür şu tarihte başladı. Ne oldu sonra?

S: Tepetaklak oldu.

Y: Bunların hepsi tepetaklak olmadı mı!?

S: Tarım merkezli bir yerleşik yaşam ve uygarlık modelinden din merkezli ve kaynaklı uygarlık tasarımına geçildi.

Y: Dolayısıyla bu, bizim çok eski bir kimlik olduğumuzu da gösteriyor. Birçok kültür ve kimliğin her nedense ve nasılsa M.Ö. 2000 yılında kırıldığı ortaya çıktı.

S: Kafkasya'daki ilk insan varlığı ne zamana tarihleniyor?

Y: Bildiğim kadarıyla M.Ö. 5000'li yıllara kadar gidiyor. O tarihlerde yerleşik kültür yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Mesela Abhazya'da ve Kafkasya'nın belli bölgelerinde çok derin mağaralar var ve içlerinde ilginç bulgular var. Ayrıca dolmen kültürü vardı buralarda. Stonhenge'den beş yüz sene önce yapılmıştı. Mesela dolmenler Trakya'da da vardır, İspanya'nın Bask bölgesinde de ve İngiltere'de de vardır.

S: Ama orada bir alışveriş var galiba. İberya tabiri ve bölgesi mesela hem İspanya'da hem de Kafkasya'da var.

Y: Dolayısıyla biz buna dolmen kültürü diyoruz. Dolmen kültürüne dair ezici çoğunlukta eser Çerkesya'da, Karadeniz kıyılarında var. Yüzyıllarca tek dinciler, fundamentalistler tarafından parçalanmasına rağmen hâlâ Çerkesya ve Abhazya sahillerinden Kırım'a ve Gürcistan sınırına kadar binlerce dolmen var. İlginçtir, Kırımlı bir profesör, Kırım'da en son bulunan dolmenin Çerkesya'dakilerle aynı insanlar tarafından yapıldığını söylemişti. Ama bakıyorsunuz, Stonehenge, Çerkesya'daki ve Abhazya'daki dolmenlerden beş yüz sene sonra yapılmış. Ne var ki Stonehenge dünyada en çok bilinen dolmendir.

S: Batı merkezli kültür pazarlamacılığı da bunda etkili olsa gerek.

Y: Tarafgirlik burada çok net. İlginçtir, Çerkesya'daki dolmenler, Stonehenge'den beş yüz sene önce yapılmış, teknolojik olarak da beş yüz sene önde. Yani bin sene fark atıyor Stonehenge'e, ama dolmen kültürünü kim biliyor!? Tarihin bize anlatıldığı kadarını biliyoruz. İdeolojilere alet olmuş, sansürlenmiş haliyle biliyoruz.

S: Tarih aslında kadınlardan, ikincilleştirilmiş ve üvey evlat muamelesi görmüş halklardan, sınıflardan rol çalmaya dönük bir mecra.

Y: Tabii. Mesela kadınların bütün hakları belli bir dönemde yok sayıldı. Örneğin Çerkes mitolojisinde orman tanrıçası, orman tanrısına dönüşüyor. Eski tanrıların çoğu kadındır Çerkes mitolojisinde. Bir süre sonra hepsi erkek tanrılara dönüşüyor. En tipik olanı da demincek söylediğimdir. Orman tanrıçası unutuluyor.

S: Çok acı gerçekten.

Y: O kadın tanrıçalar ikincil konuma düşüyor. Mesela suların koruyucusu olan su tanrıçası, kadın olarak yine kalıyor, ikincil bir konuma düşüyor; üstüne üstlük kötülenmeye başlıyor, erkeklere zarar vermeye başlıyor, erkekleri büyülüyor ve yok ediyor. Mesela Abhaz mitolojisinde su tanrıçası, çok güzel bir kadın olarak tasvir edilir, ancak ayakları geriye dönüktür. Yani kadın tanrıçalar ya yok ediliyor, ya ikinci sınıf durumuna düşürülüyor mitolojimizde. Bütün dünya mitolojilerinde bu var. Buradan tarihin çok da bilinmediğini, ideolojiye kurban edildiğini görüyoruz.

S: Çerkes kültüründe kadınının konumu nedir?

Y: Bunu kısa bir örnekle anlatayım: Çerkes köylerinin bir planı vardır, her evin bir planı vardır, her evin önünde bir alan vardır, haçaşı vardır ve çitle çevrilidir ve her ev, komşusuyla arasına merdiven koyar. Asla Çerkes evlerinin bahçesinin şurasında burasında tezek göremezsin. Hayvanların yeri bellidir, arkadadır, arada bir bölme vardır. Dersin ki bunlar hiç hayvan beslemiyorlar mı? Belli bir zamandan sonra o sınırların sahibi kadınlardır, kadının dediği olur.

S: Peki o sınırların dışında kadınlar etkin miydi? Kadınlar köy meydanlarında etkin miydi?

Y: Belli bir çağdan sonra kadının etkisi o sınırların içinde kaldı. Ama hane içinde, o sınırlarda erkek, kadına hiçbir şey yapamaz.

S: Tam bir dokunulmazlığı vardır yani.

Y: O çitlerin içinde her şey kadından sorulur. Erkeğe emir verir, erkek de yapar. Mesela Çerkes evleri bizim zamanımıza gelene kadar nasıl yapılırdı? Daima imece usulüyle birlikte yapılırdı. Kaba inşaata kadınlar hiç karışmaz, evin planında fikirlerini beyan ederler. Erkekler amele olarak kullanılır, ince işlerin tamamını kadınlar yapar. Evlerin sıvası, boyası ve dekorasyonu kadınların işidir. Dekorasyona erkekler karışamaz, kadının sözü geçer. Osmanlı'da da feminist hareketin içinde başta gelen kadınlar arasında Çerkesler vardı. Bir de Çerkes kadınları ilk kadın örgütlenmesini kurdular ve Diana (Anamız) diye bir dergi çıkardılar. Sonra Akaretler'de Çerkes Numune Mektebi'ni kadınlar kurdu. Ve o kadınlar kadın hakları mücadelesinin içinde yer aldılar. Mesela hep Halide Edip'in adını zikrederler, "Şurada miting yaptı, burada bunu yaptı," diye, ancak o Çerkes Teavün Cemiyeti'nin kurucusu olan kadınların ismini hiç anmazlar.

S: Nezihe Muhiddin'in adını bile yeni yeni keşfediyoruz.

Y: Hah, Nezihe Muhiddin, onun yanında yer alan Hayriye Melek Hunç Hanım, Seza Puh Hanım. Peki ne oldu sonra? Cumhuriyet kurulunca hepsi göz hapsine alındı, cezalandırdı, mallarına mülklerine el konuldu.

S: Lozan'la birlikte kadın dernekleri kapatıldı diye hatırlıyorum. Bir de zaten, "Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi," gibi oldukça eril, garabet bir dil kullanılır ve kadınların verdiği mücadele görmezden gelinir hep.

Y: Özellikle seçilmiş bir kelimedir o.

S: Evet, özellikle seçilmiş bir fiil olarak "vermek" fiilini kullanırlar. Aslında 1862'de Ermeni feminist Elbis Gesaratsyan’ın çıkardığı “Gitar” dergisiyle birlikte başlayan ve 1923'e kadar uzanan güçlü bir feminist hareketin varlığını biliyoruz. O zamana kadar muhtelif zamanlarda kırk kadar dergi çıkarıyor kadınlar. Ama bunların hiçbirinden bahsedilmiyor ve 1935 yılında Kadınlar Birliği, cumhuriyetin kadınlara bütün haklarını verdiği bahanesiyle kapatılıyor. Gerçekten Nezihe Muhiddin'in yerine atanan dernek başkanı Latife Bekir Hanım, örgütün gereksizleştiği kararını onaylıyor ve kadın teşkilatı feshediliyor.

Y: Bir de seçme ve seçilme hakkını kadınlara ilk veren ülkenin Türkiye olduğu söylenir ya, bu ezberi de bozayım. Yakın coğrafyalarda seçme ve seçilme hakkını ilk olarak veren, kanunlara koyan, Azerbaycan'da devlet kuran bir Çerkes paşadır. Soyadı da daha sonra Bakü olarak değiştiren bir Çerkes paşadır ve cumhuriyetten daha öncesindedir.

S: Çerkes kadınların kurduğu örgütün adı Çerkes Kadınları Teavün (Yardımlaşma) Cemiyeti'ydi. Bir de karma eğitim veriliyormuş bu kurumda.

Y: Tabii. Dilbilgisi, matematik, Fransızca, Osmanlıca ve Çerkesçe eğitimi veriliyordu.

S: Tabii ki bu durum egemenlere dert oluyor.

Y: İşin içinde İngiliz parmağı olduğunu o açıdan söylüyorum. Belli bir dönemden sonra Kemalistler İngilizlerle anlaştı, dolayısıyla ilk önce bizim okullarımız kapatıldı.

S: Dikkatini çektiyse İngilizler çekiliyor; bir harp oluyor da İngilizler mağlup ediliyor, sonra da kuyruğunu kıstırıp çekilmiyorlar. Kimi ulus devletler muharebe meydanlarındaki galibiyetler neticesinde kurulurlar, kimileri de ikili ilişkilerle, diplomatik ilişkilerle, masa başında kurulurlar.

Y: Her zaman derim: Mustafa Kemal iyi bir politikacıydı, iyi bir asker değildi. Neredeyse girdiği bütün savaşları kaybetti, gerçekten öyle. İnönü de öyle, geçerli bir askeri başarısı yoktur İnönü'nün. Zaten savaş dedikleri de Çerkeslerin Yunan işgalcilerle savaşıdır. Yine Maraş'ta Çerkeslerin, Aslan Bey'in önderliğinde Fransızları püskürttüler. Antep'te de Çerkes Şahin Bey liderliğinde halk Fransızlara karşı örgütlendi. Savaş dedikleri başka ne vardı ki!? Meydan savaşı da yoktu Milli Mücadele'de. İnönü, Sakarya Savaşı diye bir savaş yok.

S: Milli Mücadele için zaten birçok tarihçi esasında Yunan-Türk Savaşı der. Güney'de aşırı ciddi, yoğun bir savaş yok.

Y: Yok işte. İki Çerkes komutan, Fransızları iki günde yendi zaten, anlayacağın küçük bir çatışma söz konusuydu.

S: Onların da zaten Ermeni Tehciri'nde Ortadoğu'ya sürülen Fransız üniformalı Ermeniler olduğu söylenir.

Y: Çok muhtemel, çünkü adamlar topraklarına dönmek istiyor.

S: Evet. Ve Kuvâ-yi Milliye'nin de tehcir edilen ve soykırımdan artakalan Ermenilerin Misak-ı Milli sınırlarına yeniden girmesini engellemeye yönelik kurulan bir teşkilat olduğu gayri-resmi tarihte belirtilir.

Y: Çok mantıklı.

S: Gelelim kapanış sorusuna: Kaffed denilen bir çatı örgütü var Çerkeslerin. Bu yapı nasıl işliyor? 1864'ü sürgününü/soykırımını her sene-i devriyesinde anmak dışında neler yapıyor bu yapı?

Y: Kaffed Çerkeslerin üst örgütlenmesi olarak sürgünün/soykırımın 125'inci yıl dönümünde yapılan toplantılarla hayata geçirilmeye başladı. Çalışmalara ben de elimden geldiğince katkıda bulunuyorum. Bizim kültür derneklerimiz var. Kaffed, kültür derneklerinin bir üst organizasyonu. Bu yapı, “Kafkas halk oyunlarını Azerbaycan oyunlarıdır,” palavrasından kurtararak önemli bir hizmette bulundu. Özellikle ekonomik nedenlerle 60'lardan sonra büyük kentlere göçmek zorunda kalan Çerkeslerin toparlanması ve Çerkez kimliğinin korunması, insanların teması noktasında önemli oldu. Çerkes halkları birbiriyle tanıştı. Birtakım eğitim çalışmaları oldu. Uzun yıllar gizli de olsa dil çalışmaları yapıldı. Sonra Kafkasya'ya dönüşe ilişkin tartışmalar yapıldı. Ancak şu andaki genç yönetime gelene kadar çok fazla etkili olunamadı. Bunun en büyük nedeni de devlet kontrolüydü. Kültür temelli hareket etmesi, siyasi altyapısının netleşmemiş olması, kanunlarla ve kurallarla sınırlanmasıdır. Yine her yapının içine devletler sızar. Ben yurtdışında yıllarca büyük firmalarda çalıştım, oralarda bile devletin birtakım ajanları olduğuna tanık oldum. Hele Rusya gibi, Türkiye gibi otoriter ve totaliter toplumlarda bu daha da geçerlidir. Böylece Çerkes derneklerinin, kurumlarının siyasallaşmasına engel olundu. Şu anda gelen yönetimden etliye sütlüye tuzluya karışması, siyasallaşması yönünde umudumuz var. Geçmişte netameli konulara çok zorlamamıza rağmen kurumlarımız ve derneklerimiz girmediler. Demokrasi hareketi içinde çok gerilerde kaldığımızı, artık 1923-50 arasındaki tek parti rejiminin Çerkesler üzerindeki fobik baskıların iteklenip atılması, Türkiye kamuoyuyla birlikte hareket edilmesi gerektiği konusunda çok mücadele ettik. Şu anda geldiğimiz noktada Kaffed'in çok güzel şeyler yapacağına eminim. Bundan sonra gelenler, yönetimdekiler, senin neslinden gelen genç arkadaşlar. Başlarında sen yaşlarda bir tıp profesörü kardeşimiz var. Ekip entelektüel anlamda gayet donanımlı. Geçmişte yapılan bütün anti-propagandaları, eleştirileri dikkate alan arkadaşlar geldi yönetime. Ayrıca Çerkeslerin sadece Kaffed gibi kültür temelli yapılarla bir yerlere gelebileceğine ben asla inanmıyorum. Çerkeslerin daha siyasi, daha akademik konuların içine girmesi lazım. Şükür ki akademik anlamda Çerkes meselesi gerek Çerkeslerce gerekse de olmayanlarca master, doçentlik, doktora tezlerinin konusu oluyor. O açıdan iyi gidiliyor. Ben gayet ümitliyim. Türkiye'nin de demokratikleşmesi konusunda bunca negatifliğe rağmen umutvarım. Yirmi yıldır devam eden bu baskı rejimi, bu çirkin rejim daha fazla süremez. Bizim önümüzdeki en büyük sıkıntı nedir? Türkiye'de iki yobaz kesim var, bunu söylemek zorundayım: Birincisi dinci yobazlardır, bakın dindar demiyorum, dinbaz yobazlar diyorum. Diğeri de Kemalist yobazlar. Bunlar tartışmaya elverecek yapılar değildir. Bunların kolay kolay diyaloğa girip de orta yol bulabileceklerine maalesef inanmıyorum. Ama onların sayısı okudukça, irdeledikçe, dünyayı gördükçe, ezberler kurcalandıkça ve bozuldukça, neden diye gençler soru yönelttikçe azalacaktır diye umut ediyorum. En büyük temennim bu.

S: Çok teşekkür ederim.

Y: Ben teşekkür ederim.

Editör: Haber Merkezi