<br /> <br /> <br /> <br /> <br /> <br /> Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar<br /> deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık<br /> hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle<br /> gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.<br /> Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir<br /> leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan<br /> havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)<br /> Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıtla yaktım,<br /> jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül<br /> edip savurdum.<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum. </strong><br /> <br /> Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan<br /> kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü.<br /> Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi<br /> yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu<br /> sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu<br /> zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim<br /> sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama<br /> durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri,<br /> peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar,<br /> soruyorlar, soruyorlar...<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum. </strong><br /> <br /> İki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek<br /> istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi?<br /> Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla,<br /> dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbir<br /> duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adı<br /> yoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu.<br /> Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi...<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum. </strong><br /> <br /> Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtar<br /> deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki<br /> bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış.<br /> Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Ne<br /> beyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının,<br /> vebalının bir rengi vardır. İrinin bir rengi... Ölünün bile bir<br /> rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin<br /> rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın...<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum. </strong><br /> <br /> Killi, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık.<br /> Soyumun neye benzediğini unuttum. 'İnsana benziyorlardı'<br /> diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun<br /> halkasında insanlık...<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum. </strong><br /> <br /> Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böcek<br /> sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru bir<br /> yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki<br /> çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca.<br /> Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla<br /> çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu<br /> damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. İnce bir kan şeridi<br /> sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah...<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum. </strong><br /> <br /> Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür<br /> sakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımı<br /> değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya<br /> dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba<br /> kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum<br /> dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün<br /> vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir<br /> su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir<br /> kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi<br /> artık. Küstü, öldürdü kendini su...<br /> Su çürüdü...<br /> <br /> <strong>Adımdan gayrısını bilmiyorum</strong>