Kuruluşu için katliamlara, bekası için farklı tüm seslerin susturulmasına ihtiyaç duyan baskıcı tüm sistemler gibi ülkemizdeki kirli sistem çarkları da, kendisine tehlike olarak gördüğü farklılıklara tahammül gösterememiştir. Farklılıklarla mücadele ederken tüm insani değerlerin ayaklar altına alınmasında hiçbir beis görmediğini, coğrafyamızın tümüne yayılan farklı inanç ve etnik kökenlere karşı sergilediği ve sergilettiği katliamlar tarihinde göstermiştir. Katliam faillerinin özellikle cezasızlıkla ödüllendirilmesinin çok doğal hale getirildiği ve hatta kahramanlaştırıldığı her olaydan sonra yeni bir kahraman adayı veya adayları tereddütsüz bir şekilde ortaya çıkmış ve üzerine düşen kanlı görevleri büyük bir soğukkanlılıkla yerine getirmiştir. Bu rahatlığın ve devamının sağlanması için sistemin tüm aygıtları (güvenlik güçleri, hukuk sistemi, iktidar) ellerinde gelen her şeyi büyük bir aymazlık ve yüzsüzlükle yerine getirmeye devam etmektedir.

2 Temmuz 1993 günü, biyolojik olarak insan sayıldıkları için aramızda dolaşabilen bazı canlı türleri, ellerinde kırılmış idam kalemi niyetine taşıdıkları benzin bidonlarıyla yürüdüler nice canların canını almaya. Herkesin gözü önünde, göz yumuldular hassasiyetlerini göstermek için öldürmeye çıktıkları bu yolda. Kimse “dur” demedi, durdurmadı bu güruhu çıktıkları bu kanlı yolda. Gencecik yaşında yaşamdan koparıp aldıkları, “ölüm evlerin değil, düğün evlerin olsun” diye sazını barışa ve sevgiye çalan Hasret Gültekin’i duysalardı vazgeçerler miydi bu ölüm seferinden bilinmez ama bu kuklaları buraya süren zihniyetin kararlılığı durmalarını istemedi, ta ki defalarca gerçekleştirdikleri kanlı oyunun perdesi kendi planladıkları sonla ininceye kadar. Kudretli devlet ve onun, nice aydın ve ilerici insanı durdurabilmiş tüm kuvvetleri, anlaşılır bir çaresizlikle izlediler bütün olanları. Nasıl olsa, bu oyun bittikten sonra sahneye koyacakları, timsah gözyaşları replikleriyle dolu bir oyun ile açıklamak gibi geleneğin arkasına sığınmak vardı. Devlet için, bu mesele “namus meselesi” olacaktı daha ne olsundu. Zaten olaylara boş bakan zat “çok şükür otel dışındaki halkımız zarar görmemiştir” diyerek senaryoyu bütün açıklığıyla ve mutlulukla ifade etmişti. Olaya nasıl baktığını apaçık faş eden diğer bir devlet büyüğü de durumu münferit bir hadise olarak telakki ederek, güvenirliği şüpheli “güvenlik güçlerinin” ellerinden geleni yaparak çatışma yaşanmamasını sağladığını iftiharla söyleyecek kadar gurur duymuştur, katillere karşı herhangi bir karşı saldırı olmayışından. Ona göre canların elikolu bir şekilde ölüme gitmesinin sağlanması, yüce devlet için bir başarıdır ve bu başarıda güvenlik güçlerinin katkısı göğüs kabartan cinstendir ve gurur duyulması gerekir. Tüm ülke ve dünya, insan katliamını canlı yayın ile izledi ancak bu canların oradan “canlı” olarak çıkmaları için kimse kılını kıpırdatmadı. Daha sonraları her anmada yüzlerce defa bakışlarıyla yüzleştiğimiz o fotoğraflardaki o kıymetli yüzler çaresizlik içinde ölümü beklerken, dışarıda utanç verici bir gayret vardı; kirli işbirliği canhıraş bir şekilde çabalıyordu daha fazla canı almaya.

Utana sıkıla bunu bir “suç” olarak gören zihniyet, katilleri ve onların azmettiricilerinin yargılanma adı altında kötü bir hukuk tiyatrosuna sahne olacaktı yıllar boyu. Acılara derman olacak adalet gelmedikten sonra bunun daha fazla sürmesinin de bir anlamı kalmayacaktı ve “elinden gelen her şeyi” yapan yargı sistemi çaresizlik içinde davayı zaman aşımından tarihin tozlu ama bir o kadar da utanç dolu raflarına kaldıracaktı. Bunun yarattığı sevinçle “milletimize hayırlı olsun” diyecekti zamanının muktediri. Gerçekten, karakola 2 sokak uzaklıkta yaşayan, ordan askere giden, evlenen, düğün yapıp eğlenen sanığı “bütün aramalara rağmen” bulamayan devlet için hayırlı olan bu karar ile hala közlenmemiş yangına bir odun daha atıldı.




Semah dönmeye ayarlıydı oysa ki bütün saatler, şu kanlı zalimin ettiği işler, kendini bir cahilin yaktığı ateşte gösterene dek. Tüm türküleri yetim suskunluğuna boğan dumanın arasında kalan sadece canlar değil, canı taşıyan insan, insanlığın son umut kırıntılarıydı Madımak’ta yitirilen. Bir daha olmasın ikiyüzlülükleri arasında bilindik acı hikâyelerden biri daha yazılıyordu kanlı eller ve kirli beyinlerle. Daha önce Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da nice canları bizden ayıran bir şey severler, bu kez de Sivas ellerinde çalan sazı paramparça ederek sevdiklerini ispatladılar büyüklerine ve damarlarında duyar kalmamış sessiz topluma. Yüreğinde insan sevgisi olmayanlar, sevgilerini notalarına, yazılarına, sözlerine ve şiirlerine ilmek ilmek nakşetmiş güzel insanlara, bir an tereddüt etmeden kıydılar o gün.


2 Temmuz 1993 günü, canlar yakıldı Madımak’ta; dünya seyretti, devlet sustu, biz ağladık; sadece ağlayabildik.Sivas elleri ve Madımak







Editör: Haber Merkezi