“Kapitalist krizin beraberinde getirdiği sömürü ve şiddetten herkesin belli düzeyde nasibini aldığı aşikâr. Demokratik yönetime dair her türlü iddianın baskıyla karşılaşması, yoksulluğun gittikçe derinleşmesi, şiddetin gittikçe daha yaygın ve görünür hale gelmesi, atmosferin gittikçe zehirlenmesi ve dayanışma ve bir arada yaşama becerisinin gittikçe büyük kırılmaya uğraması sadece belli grupların değil büyük çoğunluğun hayatını etkilemektedir.”

Derya Aydın JINNEWS 

“Bu koşullarda kenara çekilip olup biteni izlemek artık mümkün değil; feministlerin safını belli etmesi gerek.”(Cinzia, Bhattacharya ve Faraser, 2019)

Kapitalizmin içerisinde bulunduğu siyasal, toplumsal, ekonomik ve ekolojik kriz dünyanın her yerinde yaşamı altüst etmeye devam ediyor. Eş zamanlı olarak süregiden savaşların yeni biçimleri, bununla bağlantılı olarak ortaya çıkan göçmen krizi, neoliberal politikaların yol açtığı yeni sömürgecilik biçimleri, doğa talanı ve küresel iklim krizi, yoksulluğun gittikçe artmasıyla sınıflar arası uçurumun derinleşmesi, aşırı sağın dünya genelinde yükselmesiyle radikal dini aşırılığın yaygınlaşması ve şiddetin gittikçe daha çıplak ve yaygın hale gelmesi kapitalizmin içerisinde olduğu krizin somut göstergeleri olarak önümüzde durmaktadır. 

Çok boyutlu kapitalist kriz derinleştikçe sağ siyaset gittikçe yükseliyor ve iktidarlar daha fazla otoriterleşiyor. Sağın yükselmesi bir taraftan ırkçılığın artmasıyla bağlantılı olarak “biz” ve “onlar” arasındaki mesafenin gittikçe açılmasına yol açarken Avrupa Birliği gibi kurumların oluşmasıyla artık önemi kalmayacak denilen ulus devlet sınırları yeniden daha katı biçimde belirginleşiyor. Aynı ulus devletler diğer taraftan “vekalet savaşları” yoluyla savaş ve yıkımı gittikçe batının çeperlerine kaydırmayı amaçlıyor. Yine, daha fazla kâr elde etmek amacıyla doğal kaynak suları, tarımı ve doğayı talan eden kapitalist şirketlerin merkezleri batıda kümelenirken taşeron şirketlerin sayıları yıkımın gerçekleştiği Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika gibi bölgelerde artıyor. 

Öte taraftan, dünya genelinde sayısı elliyi bulmayan şirketin dünya gelirinin büyük çoğunluğunu elinde tutuğu ve geri kalan nüfusunun açlık sınırında yaşadığı kapitalizmin vahşi neoliberal sömürü düzeninde zenginler gittikçe zenginleşirken yoksullar daha da yoksullaşıyor. Ağır çalışma koşulları altında uzun saatler boyunca ucuz iş gücü olarak çalışan güvencesiz işçilerin büyük çoğunluğu yine batının “epey” uzağında “Üçüncü Dünya” ülkelerinde konumlanıyor. Benzer şekilde, hınç ve nefret gibi duygulanım süreçlerini harekete geçirerek duygu siyasetini (Sarıoğlu, 2019. 41) merkeze alan popülist yeni sağ iktidarlar dini aşırılığı kışkırtırken bu radikal grupları “daha uzaktakiler”e ve/veya sistem karşıtı gruplara yönelik, yeni dönem savaşların birer biyolojik makinası olarak kurgulamaya ve harekete geçirmeye devam ediyor. Öte taraftan, dünya genelinde aşırı sağın yükselmesi sadece ırkçılığı yaymamakta, bu yükseliş aynı zamanda baskının artmasını ve kontrolün yeni biçimlerinin ortaya çıkmasını da beraberinde getirmektedir. Egemenliğin niteliği ve sınırlarıyla bağlantılı olarak bugün büyük oranda dünyada sağın tekelinde olan iktidarların egemenlik kavrayışları da bu süreçte değişmektedir. 

Peki, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın özgürlük mücadelesi kapitalizmin içerisinde olduğu siyasi krizden nasıl etkilenmektedir? Kapitalist krizin en çok vuku bulduğu yer neden toplumsal yeniden üretim meydanı ve neden en çok kadınlar kapitalist krizde şiddetin doğrudan hedefi haline gelmektedir? Benzer şekilde, yeni savaş ve sömürge(cilik) biçimleri ile kadına yönelik şiddet arasında nasıl bir bağ söz konusudur? Küresel düzeyde gittikçe artan gelir dağılımı uçurumu ile kadın yoksulluğunun birbiri ile ilişkisi nedir? Nasıl oluyor da artık kamusal alanda oldukça güçlü olan ve küresel düzeyde feminist  yeni dalganın yükselişe geçtiği bir dönemde kadınlar, dini aşırılığın doğrudan hedefi haline geliyor? Kadın mücadelesinin oldukça güç kazandığı bölgelerde şiddetin artması rastlantısal mı? Ayrıca kapitalist krizin sürdüğü bir dönemde iktidar egemenliğin niteliğini ve sınırlarını yeniden kurgularken kadın bedeni bu süreçte nasıl bir şiddet sahnesine dönüşmektedir? 

Bu yazıda yukarıdaki sorular çerçevesinde kapitalist kriz ile kadına yönelik şiddetin ilişkisine ve küresel düzeyde aşırı sağın yükselmesiyle kadın bedeninin nasıl bir kez daha saldırıların hedefi haline geldiğine odaklanacağım. Bununla bağlantılı olarak savaşın, sömürünün ve egemenlik kavrayışının yeni biçimlerine bu sürecin kadınların bedeninde nasıl cereyan ettiğine yer vermeye çalışacağım. Son olarak, şiddete maruz kalanların keşişim kümesinin en büyüğünü neden kadınların oluşturduğuna siyasi, toplumsal ve ekonomi alanlarına odaklanarak anlatmaya çalışacağım. 

Kapitalist kriz ve kadınların yeniden hedef tahtasına konulması

Kapitalist krizin beraberinde getirdiği sömürü ve şiddetten herkesin belli düzeyde nasibini aldığı aşikâr. Demokratik yönetime dair her türlü iddianın baskıyla karşılaşması, yoksulluğun gittikçe derinleşmesi, şiddetin gittikçe daha yaygın ve görünür hale gelmesi, atmosferin gittikçe zehirlenmesi ve dayanışma ve bir arada yaşama becerisinin gittikçe büyük kırılmaya uğraması sadece belli grupların değil büyük çoğunluğun hayatını etkilemektedir. Ancak, küresel düzeyde yaşanan bu krizin en çok yükünü taşıyanlar ile bu kriz sonucu ortaya çıkan çıplak şiddetin hedefi haline gelenler aynı gruplar: Neoliberalizmin yeni sömürü biçimlerine itiraz ederek daha fazla eşitlik ve adalet talep edenler. Bu gruplara mensup büyük çoğunluk bugün yüksek sesle itiraz edip direnişin ön saflarında yer al(a)masa da nüfusun büyük çoğunluğunu onlar oluşturmaktadır. Ancak farklı sahnelerde karşımıza çıkan kapitalist krizlerde sömürünün ve şiddetin kesişim kümesinde yer alan en büyük grup kadınlardır. Yani, bu kriz bugün en çok toplumsal yeniden üretim meydanında/ kadın bedeninde cereyan etmektedir. 

Öte taraftan, birçok alanda karşımıza çıktığı gibi kapitalizmin küresel ve finansallaşmış neoliberalizm aracılığıyla yinelenişi ve savaşın, şiddetin ve sömürünün yeni biçimleri büyük çoğunluğun yaşamını doğrudan etkilese de etnisite, kültür, renk, inanç, sınıf, sakatlık, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet gibi geniş bir skalada sayabileceğimiz farklılıklar nedeniyle belli grupları farklı biçimde etkilemektedir. Ancak net olan şu ki farklı habituslar ve bütün bu aidiyetler göz önünde bulundurulduğunda dahi en çok şiddete maruz kalanların keşişim kümesinin en büyüğünü kadınlar oluşturmaktadır. Çünkü yeni sermaye birikim biçimlerinin kadınlara yönelik şiddeti kışkırtmasının birden fazla sebebi ve yolu var.  

Kapitalizmin büyük bir krizde olduğu günümüzde kadın mücadelesi kapitalist saldırının birincil hedefleri arasında. Bu nedenle bugün kadınlar için yaşam birçok ülkede zorlu bir dönemeçten geçiyor. Amerika’dan Avrupa’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar kapitalist ırkçı ve aşırı sağcı popülist ve kapitalist ideolojiler tarafından kadınların ve LGBTİ+’ların yaşamına ve haklarına, toplumsal cinsiyet eşitliğine, feminist mücadele kazanımlarına kökten bir savaş açılmış durumda. Dünyanın birçok yerinde tekçilik ve ırkçılıktan beslenen yönetimler, faşist politikalarıyla toplumun tümüne savaş açarken aynı zamanda toplumsal direnişe öncülük eden kadın mücadelesini bastırmak ve kadın kazanımlarına el koymak için kadınların iradesine, yaşamına, yaşam alanlarına, bedenlerine ve emeklerine müdahale edip onları kontrol altında tutmaya dönük cinsiyetçi politikalara hız vermektedir. Özellikle başını Amerika’nın çektiği ama Macaristan’dan Brezilya, Polonya’dan Türkiye’ye kadar dünyanın birçok yerine sirayet eden sağcı siyasetin gittikçe ırkçılaşmasıyla beraber siyasette artan hınç, öfke ve saldırganlık hak ve eşitlik mücadelesi veren kapitalizmin ırkçı ve tekçi yönetimlerine alternatif siyasal sistemler ortaya koyan bütün gruplara ve bu mücadelelerin öznesi kadınlara yönelmiş durumdadır. 

Kadına yönelik gerçekleşen yeni dalga şiddetin göstergesi yalnızca öldürülen ve istismar edilen kadın sayısındaki artış değil. Birçok ülkede yaşanan vakalarda karşımıza çıktığı gibi şiddet artık daha açık ve daha gaddar hale gelmiştir. Birçok feminist, kadınlara yönelen ve her gün artan bu saldırganlık ve düşmanlığın daha öncekilerden farklı olduğunu ileri sürüyor. Akademisyen Agnieszka Graf ve Elzbieta Korolczuk’un (2018) kaleme aldığı “Toplumsal Cinsiyet: Brükselden Gelen Ebola” başlıklı metinde bu farkı şöyle aktarıyor: “Bu her zamanki gidişata benzemiyor, bilakis yeni bir ideolojik ve politik konfigürasyon hem Doğu’da hem de Batı’da ayakları olan uluslar-üstü bir fenomen” (Sarıoğlu, 2019. 41).

Şiddetin daha açık ve gaddar biçimde kadın bedenine yönelmesi tesadüf değil. Kadınların yeniden hedef tahtasına konulmasının kapitalizmin içerisinde olduğu krizle doğrudan ilgisi var. Bu nedenle bu şiddeti tarihsel bir bağlama yerleştirmeden anlamak mümkün değil. Geçmişten günümüze süregelen kadına yönelik şiddetin ve mizojinist  önyargıların ortaya çıkmasına yol açan ve ideolojik meşruiyet sağlayan etkenler çeşitlilik gösterse de benzer kökenlerden beslenen itici güçler hep olmuştur. Tarih boyunca sistemsel krizlerin derinleştiği dönemlerde erkek şiddetinin kadın bedenine ve kazanımlarına yönelmesi bu nedenle şaşırtıcı değil. Süregiden kadına yönelik şiddetin kaynağını anlamak için kapitalizmin gelişim sürecine odaklanan Silvia Federici (2019), Avrupa’da 16. ve 17. yüzyılda yaşanan “cadı avlarının ve bu avları üreten ekonomi/politik bağlam” ile bugünkü şiddetin ilintili olduğunu ileri sürüyor. Yazar kapitalizmin inşa sancılarının yaşandığı bir dönemde kadınların “cadı” şeklinde isimlendirilerek ortadan kaldırılmasının rastlantısal olmadığını ileri sürüyor. Federici, ayrıca “yeni cadı avları”yla bu şiddetin bağını kurarak bunların finansallaşmış neoliberalizmle ilgili olduğunu ifade ediyor. Nihayetinde kapitalizmin bugün içerisinde bulunduğu kriz ve krizin yol açtığı bütün bu süreçler toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı ciddi biçimde kışkırtmaktadır.

Nitekim, kapitalizmin yeniden bir sömürge şeklinde tasavvur ettiği ve neoliberal politikalarla yerleşmeye çalıştığı Afrika, Hindistan, Nepal ve Papua Yeni Gine’de bugün bir kez daha “yeni cadı avları”nın ortaya çıkması yalnızca kapitalist şiddetin değil aynı zamanda bu krizin sürekliliğini de ortaya koymaktadır. 

Öte yandan, şiddetin ve sömürünün birçok coğrafyada eş zamanlı olarak artmasının neden olduğu göç/yersizlik/yurtsuzluk ve yoksulluk/yoksunluk gibi çok yönlü yıkım, gelir dağılımındaki ayrımcılığın gittikçe artmasının yol açtığı sınıflar arası uçurum, güvencesizlik ve doğanın talan edilmesinin bunun yol açtığı ekolojik tahribat yoksulları ve zenginleri aynı oranda etkilememektedir. “Tekil mikro politika kurumsal makro politikayı taklit etse” (age: 74) de ve bütün yerellerde toplumsal cinsiyete ilişkin ayrımcı uygulamalar ve kadına yönelik şiddet küresel düzeyde süregiden aynı süreçleri taklit etse de şiddet zaman ve zemine bağlı olarak farklı biçimde zuhur etmektedir. Ayrıca yine kapitalizm, baskı ve sömürüye karşı duran direngen kadınların ve erkeklerin ortaya koyduğu tepkiye aynı şekilde karşılık vermediği gibi; hedef tahtasına koyduğu bütün kadınlara aynı biçimde ve aynı şiddetle saldırmamaktadır. Kapitalizm farklı coğrafyalarda hayata geçirdiği neoliberal politikalarla bağlantılı olarak farklı toplumlara ait kadınlara yönelik farklı yöntemler tesis edip yürürlüğe koymaktadır.  Söz gelişi kadın bedenine ve kazanımlarına yönelik gerçekleşen şiddet pratikleri her zaman, uzun süredir batıda gerçekleştiği gibi feminizmin evcilleştirilmesi ve/veya ana akımlaştırılması çabaları gibi ‘killing us softly’  yöntemleriyle gerçekleşmemektedir. Bu saldırı kimi zaman Afrika, Hindistan, Nepal, Papua Yeni Gine’de karşımıza çıktığı gibi “cadı” diye nitelendirilerek kadınların gaddarca öldürülmesi şeklinde, kimi zaman da Ortadoğu ve Latin Amerika’da olduğu gibi paramiliter güçler aracılığıyla kadın kırımı şeklinde gerçekleşebilmektedir. 

Savaşın yeni biçimleri 

Küresel çapta etkili biçimde ve kesintisiz şekilde sürse de uzun zamandır ne savaşlar ne sömürgecilik ve ne de sömürü modern dönemde ortaya çıkan tarzda gerçekleşmektedir. Savaşlar artık iki büyük savaşta karşımızda çıktığı gibi gerçekleşmiyor. Sömürgecilik alışık olduğumuz tarzda kolonileşme yoluyla gerçekleşmiyor. Sömürü de benzer şekilde artık Marksizm’in tanımladığı gibi yalnızca büyük fabrikalarda işçi sınıfının maruz kaldığı bir süreç değil. Birbiriyle bağlantılı olarak bu üç mekanizma hız kesmeden devam etse de üçü de yeni diyebileceğimiz birçok niteliğe sahip. Öte taraftan, bu süreçle birlikte iktidarın, sınırları ve niteliğiyle bağlantılı olarak egemenlik kavrayışları da değişiyor. Modern döneme ait küresel ölçekli savaşların süreklilik arz eden yönleriyle beraber pek de tanıdık olmadığımız yeni biçimleriyle karşı karşıyayız. Kullanılan silahlardan/teknolojiden, çatışmaların nüfuz ettiği alanlara ve sahada yer alan “savaşçılardan” bu savaşların lokal ve global aktörlerine kadar yeni dönem savaşlar birçok açıdan daha önce deneyimlenenlerden oldukça farklı. Bu değişimi Metin Gürcan ise şöyle aktarıyor:

“Zaten artık savaş dediğimiz şey Suriye ile uzun soluklu ve düşük yoğunluklu çatışmalar, suikastlar, vekâlet savaşları, drone savaşları, özel askeri şirketlerle yönetilen hibrit karakterli, az maliyetli ve az politik riskli bir güç mücadelesine dönüştü. Artık savaş topyekûn mobilizasyon gerektirmiyor ya da savaş ilanı.” 

Her ne kadar belli sayılarda devlet ordularına mensup askerler savaş sahasında konumlansa da bunların sayısı oldukça sınırlıdır. Ayrıca bu güçler çoğunlukla çatışmalara doğrudan dahil olmuyorlar. Savaş aktörleri yerine sahaya gönderilen grupların savaş sahasında olduğu bu savaşlar bu nedenle “Vekalet Savaşları” olarak da isimlendirilmektedir. Bu yeni dönem savaşlarını “3. Dünya Savaşı” şeklinde adlandıran tartışmalar da mevcut.  Bu savaşların büyük çoğunluğu batının uzağında gerçekleşse de savaşın etkileri sadece yaşandığı bölgelerde sınırlı kalmamakta, farklı biçimlerde batının birçok merkezinde hissedilmektedir. Üstelik bu etkiler batıda sadece savaşın yol açtığı göçmen krizi dolayısıyla da hissedilmiyor. Yeni dönem savaşlara ilişkin ülkelerin pozisyonları söz konusu ülkelerin dış politikasına dair gibi görünse de savaşın seyri ve sonuçları iç siyaseti de doğrudan etkileyebilmektedir. Nitekim Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde süregiden savaşlarda gördüğümüz gibi Amerika, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi büyük güçlerin bu savaşlar üzerinde kapıştığını ve bu sürecin bu ülkelerde sadece dış siyaseti değil; iç siyasetini de doğrudan etkilediğine tanık oluyoruz. 9 Ekim 2019 tarihinde Türkiye’nin Rojava işgali sonrasında ABD’nin işgaldeki rolü sebebiyle Trump iktidarı iç siyasette eleştirilerin hedefi haline geldi.

Savaştaki değişiklik bunlarla sınırlı değil, yeni dönem savaşların ortasında kalan sivillerin bu savaşlarla olan bağında da kayda değer bir değişiklik söz konusu. Bugün sokaklarda ve sivillerin evlerinde patlak veren çatışmaların sayısı günden güne artıyor. Siviller kimi zaman diğer tarafa karşı canlı kalkan olarak kullanılıyor. Benzer şekilde silahlı çatışma sonucu öldürülen sivillerin oranı büyük bir tırmanışa geçti. Bir diğer değişiklik ise vekalet savaşlarında katılan “savaşçı” lar. Carl Schmitt, 1963’te yeni nesil savaşlara ilişkin “dünyada artık savaşların devasa savunma bütçeleri ve envanterleri ile örgütlenen devletlerin konvansiyel cephe savaşları şeklinde değil, partizan savaşları öncülüğünde gerçekleşecekti. Partizan savaşları bir yandan gelişen savaş teknolojilerini kullanacak diğer yandan toplumsal ilişkileri dönüştürecekti. Dolayısıyla tarihe özgü bir form olarak savaş, teknoloji, birikim stratejileri ve siyasal egemenlikler dönüştükçe dönüşen; dönüştüren bir kapsama oturuyordu.”  Nitekim, bugün “vekalet savaşlarına” dahil olanların büyük çoğunluğu ırkçılıktan ve dini aşırılıktan beslenmektedir. Bu duygulanım süreçleriyle bağlantılı olarak büyük bir hınç ve nefretle mobilize olan bu “savaşçı”ların çoğu “gönüllü”. Yani iki dünya savaşına katılan milyonlarca asker gibi savaşa zorla dahil edilmiyorlar. Bu orduların büyük çoğunluğunu savaşın gerçekleştiği ülkeden kişiler oluştursa da Suriye örneğinde gördüğümüz gibi yükselen sağın kışkırttığı ırkçılık, muhafazakarlık ve şiddetten nasibini almış çoğunlukla batıda göçmen olan gençler de bu savaşa taşınan önemli katılımcılar. Söz gelişi, cihat adı altında “vekalet savaşları”na katılanlar arasında ırkçılığın tırmanışa geçtiği birçok batı ülkesinde ayrımcı ve dışlayıcı politikaya maruz kalan Müslüman göçmen gençlerin sayısı azımsanmayacak düzeyde. (Besnlama, 2016)  Son olarak, savaşlar artık belli bir tarihte başlayıp bilinen bir tarihte bitmiyor. Ne zaman başladığı ve ne zaman bittiği net olmayan bu savaşların benzer şekilde hangi somut nedenlerin savaşı başlattığı da yeterince açık değil. Bu müphemliğin sömürgeciliğin form değiştirmesiyle ilgisi var. 

Sömürünün ve egemenliğin yeni biçimleri

“Batının eril zihniyetinin yaydığı modern yaratılış efsanesi, doğanın, kadınların ve Üçüncü Dünya’nın kurban edilmesine dayanır.” (Shiva, 2014. 317).

Şiddetin ve savaşın yeni biçimi, kapitalist birikimin yeni yapısıyla ilintilidir. Yani bu süreç sömürgecilikle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizmin, doğal kaynakları sömürmek için uzun zamandır uzak coğrafyalara gidip buralara koloniler yoluyla yerleşmesine gerek yok. Küreselleşmenin hüküm sürdüğü bir çağda ne kaynakları sömürmek ne daha fazla kâr elde etmek ne de tüketimi kışkırtmak için buna ihtiyaç var. Bu artık çok daha ucuz ve pratik yöntemlerle yürürlüğe konmuş durumda. Topraktan mülksüzleştirme, topluluk ilişkilerini yok etme, savaşlar aracılığıyla kitleleri yerinden ederek yersiz ve yurtsuzlaştırma yoluyla sisteme bağımlı hale getirme, kitleleri ucuz iş gücü haline getirerek emek güçlerini daha yoğun biçimde sömürme, her koşul altında daha fazla tüketime teşvik etme bu pratik yöntemlerinden bazılarıdır. Sonuç olarak bu süreç sadece küresel ekonomide yaşanan dönüşümü etkilemiyor, aynı zamanda küresel ve finansallaşmış neoliberalizm aracılığıyla sömürgeciliğin dönüşüm geçirmesine de yol açıyor. Yani kapitalizmin uzun zamandır içerisinde olduğu “doğal zenginliği ve insan emeği üzerinde sermayeye tartışmasız bir kontrol gücü vermeyi amaçlayan politik bir yeniden sömürgeleştirme sürecin”in (Federici, 2019. 70) zirvesini yaşıyor.  Bu nedenle farklı birer sömürge örneği olarak bugün neoliberal politikaların nüfuzu altında can çekişen Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde eş zamanlı olarak toplumsal krizlerin derinleşmesi ve yeni dönem savaşların merkezleri olması rastlantısal olmadığı gibi şaşırtıcı da değildir. 

Yürürlüğe koyduğu aygıtlar ve yöntemler farklılaşsa da kapitalizm kendi iktidarını pekiştirmek için dünyayı ters yüz etmede hep kararlı oldu. Federici kapitalizmin iktidarını pekiştirmek amacıyla üretim araçlarına saldırdığını ve sürekli bir savaş rejimi tesis ettiğini ileri sürer. Bu nedenle süreklileşmiş savaş rejimi ve sömürgecilik bir arada sürmektedir. Nitekim 21. Yüzyıldaki yöntem “dünyanın doğal zenginliği ve insan emeği üzerinden sermayeye tartışmasız bir kontrol gücü vermeyi amaçlayan politik bir yeniden sömürgeleştirme süreci”dir (age: 70). Bu nedenle dünyanın doğal kaynaklar açısından daha zengin ve ticari girişimler bakımından tercih edilen bölgelerinde sömürgecilik, savaş ve şiddet kol kola yürümektedir. Aynı bölgelerde aynı zamanda toprakların gasp edilmesi ve özelleştirme sürecinin de eş zamanlı sürmesi benzer şekilde şaşırtıcı değildir. Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Sahra Altı Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da insanların yaşadığı topraklardan koparılarak göçe zorlanması, petrol ve maden şirketlerinin operasyonları için köylerin boşaltılması ve insanların tarımdan koparılarak mülksüzleştirilmesi yalnızca küresel ekonomi politikalarını şekillendirmiyor; bu süreçler aynı zamanda kapitalist şirketler aracılığıyla kaynakların sömürülmesine ve yeni sömürgecilik koşullarını yaratılmasına yol açıyor. 

Öte taraftan, dönüşen şiddet biçimleriyle toplumun denetim altında tutulması yeni bir politika değil elbet; ancak iktidarların yeni dönem savaşlarda ve yeniden sömürgeleştirme süreçlerinde bio-politika ve nekro-politika aracılığıyla yaşama ve ölüme dair tesis ettiği politikaların bir arada kullanması ve eş zamanlı olarak yürürlüğe koyması çok da eski bir deneyim değil. Devletlerin özneleri ve toplumları denetlemedeki rolüne odaklanarak özellikle savaşların ve çatışmaların yoğun yaşandığı bölgelere bakıldığında iktidarın sınırları ve niteliğiyle bağlantılı olarak değişen bu yeni egemenlik kavrayışlarını görmek mümkün.

Archille Mbembe, egemenliğin yeni biçimlerini anlamak için insanları, yaşaması gerekenler ile ölmesi gerekenler biçiminde ayırmak suretiyle işleyen bir iktidar olarak belirleyen Michael Foucault’nun biyo-iktidar (Foucault, 2002) kavramını kritik ederek nekro-iktidar ve nekro-politika kavramlarına başvurur. Nekro-politika’yı “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınması”  şeklinde tanımlayan Mbembe, bu politikanın “çağdaş biçimlerinin direniş, kurban/feda ve terör arasındaki ilişkileri” bu yeni kavramlarla yeniden düşünmeyi önerir. Mbembe, bugün egemenliğin nihai dışavurumunun, büyük oranda, kimin yaşayabilir olduğunu ve kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücü ve yetisine dayandığını ileri sürer. Mbembe’ye göre “öldürmek ya da yaşamasına izin vermek, egemenliğin sınırlarını ve temel niteliklerini oluşturur. Egemenlik uygulaması, ölümlülük üzerindeki bir denetim uygulaması ve hayatın da iktidarın yayılım alanı ve dışlaması olarak tanımlanmasıdır.” Sonuç olarak, bugün hem bio-politika hem de nekro-politika mevcut ırkçı otoriter iktidarların egemenliğini pekiştirmede ve kalıcılaştırmada eş zamanlı olarak yürürlüğe koydukları temel politikalardır. Egemenliğin yeni kavrayışları şeklinde bio-politika ile nekro-politikanın yaygın biçimde mevcut iktidarlar tarafından kadınların bedenlerine ve yaşamlarına dönük nasıl eş zamanlı olarak hayata geçirildiğini Arjantin’den Kürdistan’a kadar dünyanın farklı sahnelerinde görmekteyiz. 

Nihayetinde, savaş ve sömürü ekseninde dönüşen bu yeni koşullarda güvenlik, zenginlik ve aslında bir bütün yaşama dair bütün kavrayışlar ticari bir sürece indirgenmektedir. Öte taraftan, savaşların ve sömürgeleştirmenin bu şekilde dönüştüğü bir zamanda şiddetin aynı kalması beklenemez. Şiddetin daha yaygın ve daha çıplak hale geldiği aşikâr, ancak, savaşın ve şiddetin yeni tanım arayışlarının başladığı bir eşikte olsak da şiddetin kurucu ve koruyucu niteliği her zaman işler halde yürürlüktedir. Benzer şekilde şiddet, her zaman olduğu gibi yine belli gruplara dönük daha yakıcı biçimde gerçekleşmektedir. Özellikle sınıflı sistemin ortaya çıktığı dönemden beri coğrafya fark etmeksizin kurumsal ayrımcılığa maruz kalan ve ataerkil şiddetin hedefine konulan kadınlara yönelik şiddet söz konusuysa değişen çehresiyle beraber savaşların ve şiddetin sürekliliği çok daha yakıcı hale gelmektedir. Yani savaşın yöntemleri, aktörleri, silahları ve sahaları değişse de bu dönüşüm gramerinde değişmeyen en önemli olgulardan biri kadın bedeninin şiddetin sahnesi olmaya devam etmesidir. Nitekim bu şiddetin hala düzenli olarak arttığına dair birçok veri kayıt altına alınmaktadır. Üstelik bu artış yalnızca Güney Amerika, Sahra Altı Afrika veya Ortadoğu gibi yoksul bölgelerde gerçekleşmiyor. Amerika, Kanada ve Avrupa gibi gelişmiş bölgelerde de artış söz konusu.  Sonuç olarak, yeni sömürgecilik ve savaş çok yönlü ve çok katmanlı biçimde sürerken kadınların hayatını altüst etmeye devam ediyor. Çünkü “kadına yönelik yeni şiddet, kapitalist gelişmenin ve devlet iktidarının her zaman kurucu olan yapısal eylemlerinde kök salmıştır.” (Federici, 2018. 67). Bugün de yeni savaşların, şiddetin ve sömürgeciliğin itici gücü olan yeni sermaye birikim süreçleri kadınlara yönelik şiddeti birçok yolla kışkırtıyor.

Yeni Savaş ve Sömürgelerde Şiddet Sahnesine Dönüşen Kadın Bedeni

“Kadınlara gaddarca davranmak yeni kapatmalar için olmazsa olmazdır.”

(Federici, 2019)

Yeni sömürgecilik kapsamında 1990’ların sonu itibarıyla Amerika, Almanya ve İngiltere gibi batılı devletler aracılığıyla özellikle Ortadoğu’da hız kazanan savaşlara katılmak üzere radikal gruplar batıdan doğuya akın ederken eş zamanlı olarak yerlerinden edilen ve savaştan kaçan milyonlarca mülteci batıya doğru göç etmektedir. Bu savaşlara vekalet eden gücün çoğunlukla batılı ülkeler olması ve göçün aynı yöne doğru akması dolayısıyla “uzakta” süregiden bu savaşlar batıyı doğrudan etkiledi. “Vekalet savaşları” yoluyla batının dışına taşınması amaçlanan bu süreç hala devam etmekte ve bu bölgelerde yaşamı felç etmektedir. Ancak bu savaşların sonuçları yine en çok kadınların yaşamını altüst etmektedir. Kadın düşmanı radikal grupların savaş sahasında etkili olması ve zorla yerinden edilme gibi iki farklı sürecin yol açtığı yakıcı sonuçlar, kadın bedenine ve kazanımlarına yönelik çift yönlü bir saldırı şeklinde gerçekleşmektedir.Bir taraftan Êzidî Soykırımı  örneğinde karşımıza çıktığı gibi ideolojik referansını dini aşırılıktan alan bu radikal grupların saldırı hedeflerinin en önünde kadınlar yer alırken göç yollarına düşenlerin büyük çoğunluğunu yine kadınlar oluşturmaktadır. Birçok araştırmanın ortaya koyduğu gibi mülteciler göç yollarında ve Avrupa ülkeleri dahil gittikleri yerlerde şiddet, saldırı ve sömürü ile karşı karşıya kalmaktadır.  

Dünyadaki anne ölümlerinin yarısından fazlası yine şiddetin ve çatışmaların yaşandığı ülkelerde yaşanmaktadır.  2014 OECD Toplumsal Kurumlar ve Toplumsal Cinsiyet Endeksinde en kötü sonuçlara sahip olan on yedi ülkenin on dördünün aynı zamanda son 20 yılda savaş yaşamış ülkeler olması bu açıdan şaşırtıcı değil.  Yeni savaşların bir özelliği olarak tırmanışa geçen sivil ölümlerindeki büyük çoğunluğu oluşturanlar kadınlar ve çocuklar. Savaşlardan dolayı hem çocuk evliliği hem de kaçakçılık artmaktadır. Suriye’de yıllardır süren savaşta çoğu kadın olmak üzere birçok bölgede insan kaçakçılığı gerçekleşti. Ayrıca çatışmaların sürdüğü bölgelerde kadınlara yönelik aile içi şiddet katlanarak artmaktadır. Zorla yerinden edilmeden ve savaş sahnesinde uygulanan mizojinist pratiklere kadar kadın bedeni savaşta şiddetin sahnesi haline gelmektedir. Savaşlarda kadın bedeninin daha gaddar biçimde doğrudan şiddetin sahnesi haline geldiği çok fazla örnek mevcut. Arjantin’den Şengal’e ve Bosna Hersek’ten Ruanda’ya kadar yaşanan çatışmalarda tecavüz ve/veya cinsel şiddetin korkunç biçimlerde savaş silahı olarak kullanılması bunun en somut göstergesidir.

Latin Amerika ve Ortadoğu ülkeleri sadece şiddetin ve iç çatışmaların yoğun olarak yaşandığı iki önemli bölge olması itibarıyla benzer süreçleri yaşamamıştır. Bu bölgeler aynı zamanda egemenliğin değişen niteliği ve sınırlarıyla bağlantılı olarak savaşlarda ve yeniden sömürgeleştirme süreçlerinde nekro-politikanın da hayata geçirilmesi açısından da benzerdir. Yine sömürü ve şiddet merkezleri olan bu bölgeler aynı zamanda savaşın en çok toplumsal yeniden üretim meydanında vuku bulması dolayısıyla da benzerdir. Bu bölgelerde hala yaygın, sistematik ve çok katmanlı devlet şiddeti pratikleri yürürlüktedir. Buralarda savaşlar çoğunlukla paramiliter karanlık güçler yoluyla sürmektedir. Çoğunlukla kimlerden, ne zaman, kim tarafından oluşturuldukları ve devletin hangi yapılarına bağlı oldukları belli olmayan bu düzensiz ordular topluma dehşet saçmaktadır. Bu bilin(e)meyen ve açık biçimde tanımlan(a)mayan paramiliter yapılar sadece savaş sahasında değil toplumsal yaşamın her aşamasında ciddi bir tehdit olarak topluma korku yaymaktadır. Aynı yapıların kavran(a)maz kötü pratikleri hala yaygın olarak sürmektedir. Arjantin’deki ve Kürdistan’daki zorla kaybetme  örneklerinde karşımıza çıktığı gibi bunların yol açtığı suçların çoğunlukla failleri meçhuldür (Göral, 2016 ve Işık, 2014). Ancak nekro-politikanın bir sonucu olarak sahnede olan bu karanlık orduların hepsi aynı zamanda mizojinisttir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki ve Guatamala’daki paramiliter güçlerle Türkiye, Irak ve Suriye’deki benzer yapıların ortak yanları kadın düşmanı olmalarıdır. Kısacası bu coğrafyaların sadece şiddet repertuarları ve sömürgecilik arzuları değil, kadın düşmanlığına dayanan politika ve pratikleri de benzerdir. 

Irkçılıkla kol kola ilerleyen sömürgecilik arzusu ile kadın düşmanlığının bir arada birbirini besleyerek ilerlediği birçok sahne hala birçok bölgede canlı biçimde yaşanmaktadır. Söz gelimi, “Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin elmas, koltan ve bakır çıkan bölgelerinde milislerin kadınların vajinalarına ateş etmelerini ya da hala kontra gerilla olarak tanımlanmaya devam edilen savaşta Guatamalalı askerlerin hamile kadınların karınlarını bıçakla yararak açmaları” (Federici, 2019. 71) şeklinde paramiliter güçler yoluyla tezahür eden şiddetin mizojini ile bağının olmadığını kimse iddia edemez. Yine, Ekin Wan örneğinde Varto’da karşımıza çıktığı gibi kadına ait ölü bir bedeninin çıplak biçimde kamusal alanda teşhir edilmesi sömürgecinin kadın nefretine dayanan, benzer paramiliter yapılar eliyle yürürlüğe konulan bir pratiktir. Ortaya çıktıktan sonra çok kısa süre içerisinde Irak ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’ya ve aslında tüm dünyaya korku yayan karanlık IŞİD ordusunun hedefinde kadınların yer almasının mizojini ile bağının olmadığını kimse ileri süremez. Hal böyleyken kadınların bedenine yönelen bu gaddar şiddetin süregiden savaşlar ve yeniden sömürgeleştirme süreçleriyle ilgisinin olmadığını kim iddia edebilir? Peki, IŞİD’in 2014’te Şengal’de Êzidîlere karşı gerçekleştirdiği soykırımda tecavüze uğrama, zorla alıkonulma ve Rakka ve Telafer gibi yerlerde satılma şeklinde  Êzidî kadınlara dönük gerçekleştirilen şiddetin rastlantısal olduğu nasıl ileri sürülebilir? 

Nihayetinde, çatışma süreçlerinde kadın bedenine yönelik gaddarca gerçekleşen bu şiddet sahneleri bu bölgelerde ortaya çıkmış ve hayata geçmiş tekil ve rastlantısal birer pratik değildir. Kan donduran bu sahneler neoliberalizmin sömürge arzusunun mizojini ile birleşmesi sonucu iktidarların bir politikası şeklinde yaygın olarak birçok yerde kullanılan uygulamaların birer fragmanıdır. Ataerkil kapitalist sistemin dönüşüm sancılarının yaşadığı bir dönemde, bunu kadınların kontrol altında tutulması amacıyla hayata geçirilen önemli bir savaş stratejisi olarak okumadan anlamak mümkün değildir.

Kadına yönelik şiddeti kışkırtan eşitsizlikler uçurumu 

Kadınlar sadece savaş ve sömürgecilik gibi şiddete doğrudan yol açan süreçlerde saldırının hedefi haline gelmiyorlar. Küresel düzeyde gittikçe artan eşitsizlikler nedeniyle de kadınlar şiddetin hedefinde. Birçok ülkede yoksulluk ve gelir dağılımı uçurumu gittikçe açılıyor. Bu uçurum bilhassa azınlık bir etnik topluluğa veya inanç grubuna ait olanlar, daha aşağı bir sınıfa mensup olanlar, toplumsal cinsiyet kimliğinden dolayı kamusal ve özel alanda ayrımcılığa maruz kalan kadınlar, cinsel yöneliminden dolayı ikiliklerin tahakkümüne maruz kalanlar ve bir sakatlığı olanlar açısından daha da artmaktadır. Gaag bunu şöyle aktarıyor: 

“Kadınlar sadece kadın oldukları için değil; aynı zamanda sınıflarından, ten renklerinden, cinsel yönelimlerinden veya sakatlıklarından dolayı da pek çok ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktadır. Eşitsizliklerin artması tüm dünyada milyonlarca kadının maruz kaldığı şiddet ve yoksulluk riskini de arttırıyor.” (2018. 71).  

Söz konusu topluluk ve grupların toplumsal dışlanma, yoksulluk ve şiddet ile karşılaşma ihtimalleri daha ayrıcalıklı şekilde konumlan(dırıl)mış topluluk ve gruplara göre çok daha yüksektir. Daha güvencesiz işlerde çalışan bu kesimlerin fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddete maruz kalmaları olasılıkları daha yüksek olduğu gibi hayatları da oldukça kırılgandır. Ancak bütün farklılıklara rağmen ataerkil sistemin toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dayanan cinsiyet rejimi dolayısıyla bu topluluk ve grupların içerisinde en katmanlı biçimde şiddete ve sömürüye maruz kalanlar yine kadınlardır. Uzun soluklu kadın mücadelesi sonucu yapısal ve tutum düzeyinde pek çok şey değişse de hala kız çocuklarının eğitime erişimi erkek çocuklara nazaran daha zor. Yine kadınların teknolojiye erişimi erkeklere göre daha düşük. Kadınların gelir düzeyi ile erkeklerin gelir düzeyi arasında uçurum söz konusu. Nitekim Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Endeksi 2018 Raporu’na göre cinsiyet eşitliği konusundaki ilerleme bu hızla devam ederse cinsiyet eşitsizliği uçurumunun kapanması için 108 yıl, ekonomik alandaki eşitliğin sağlanması için gereken süre ise 202 yıl.  

Kapitalizmin küresel ve finansallaşmış neoliberal politikaları toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tetikliyor. Bu nedenle 21. yüzyılda da yoksulluğun yükünü en çok omuzlayanlar hala kadınlardır. Kadınlar bir taraftan neoliberal sistemin ucuz iş gücü olarak konumlanırken diğer taraftan emeklerinin devasa bir bölümü ücretlendirilmemektedir. Kapitalist şirketlerin “Üçüncü Dünya Ülkelerinde” yer alan fabrikalarında güvencesiz şekilde düşük ücretlerle günün yarısından fazlasını harcayanların büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Çalışan kadınların büyük çoğunluğu tekstil atölyesi, temizlik ve gastronomi sektörü, mevsimlik işçilik ve çiftçilik gibi güvencesiz, esnek, yarı zamanlı veya sözleşmeli işlerde çalışıyor. 

Gelir dağılımı eşitsizliğine bakıldığında zengin ülkeler dahil en düşük gelire sahip olanlar yine kadınlardır. Zengin ülkelerde dahi sağlık, eğitim, işgücü ve piyasasına katılım, siyasi temsil ve ekonomik gelir açısından kadınlarla erkekler arasında büyük bir uçurum söz konusudur. Yoksul ülkelerdeyse durum çok daha kötü. Toplumsal cinsiyete dayalı ücret uçurumu yani “erkek işleri” “kadın işlerinden” daha fazla para kazandırıyor. Toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizliğiyle ile bir taraftan kadınların emeği değersizleştirilirken diğer taraftan kadınlar sefalete mahkûm edilmektedir. Söz gelişi, toprak işçiliğini yaparak gıda üretimini gerçekleştirenlerin büyük çoğunluğu hala kadınlarken üzerlerinde çalıştıkları topraklarının sahibi erkeklerdir. Bu toprağın kullanım hakkı ve kontrolü kadınların değil erkeklerin elindedir.  

Hangi işlerin emekten sayılıp ücretlendirildiği ile hangilerinin emekten ve işten sayılmayıp ücretsiz bırakıldığına kapitalizmin acımasız neoliberal politikaları yön vermektedir. Emeği ücretli emekle sınırlandıran sistem böylece kadınların emeğinin büyük bir bölümü emekten saymamaktadır. Vandan Shiva cinsiyetçi iş bölümü ideolojisi aracılığıyla “indirgemeci ekonomimin sadece ücretli emeğin değer üretimini varsaydığını” ileri sürer. Shiva’ya göre bu ideoloji “kadınların hayatın idamesine yönelik çalışmasının, tam da hayatta kalma ve refahın temelini oluşturduğu halde hiçbir ekonomik değere sahip olmadığı gerçeğiyle hesaptan düşürülmesine aracılık eden bir ideoloji”dir (Shiva, 2014. 315). Bu açıdan, kadınların çiftçi olarak büyük bir emek ortaya koymalarına rağmen kadınların çiftçi olarak konumu görünmez kılınmıştır. Buna ilişkin Shiva’nın aşağıdaki ifadeleri çok çarpıcıdır: 

“Tarım alanındaki çalışmaları genellikle görünmezken, iktisatçılar onların üretimini ‘çalışma’ ya da ‘üretim sınırı’ saymaksızın kayıttan düşme eğilimindedir. Böylece tarım kız çocukları için gelecek vadeden bir meslek olmaktan çıkmaktadır. Tarımsal faaliyetten karşılaşılan veri toplama sorunları çok az kadının çalışmasından değil, haddinden fazla kadının haddinden fazla iş yapmasından kaynaklanmaktadır. (Shiva, 2014. 8).” 

Shiva’ya göre kadınların doğada temin ettiği su, yem ve odun toplama gibi işlerin “üretken olmayan” emek şeklinde tanımlanması ve indirgemeci ekonomi tarafından bir çalışma olarak değerlendirilmemesi piyasa ölçüleri tarafından konulmuş ideolojik bir ayrımdır. Yaşanan ekonomik krizlerin nedeni de bu ideolojik ayırımdır çünkü artık servet çalışmayla veya mal ve hizmet üretimi ile gerçekleşmemekte, bunun yerine kâğıt üzerinden işlemler ve spekülasyonlar yoluyla gerçekleşmektedir (age: 315). Sonuçta kapitalizmin vadeli işlem piyasaları ve spekülasyonlar üretimin en büyük halkasını oluşturan yoksulları ve “Üçüncü Dünya”ya ait kırsalda yaşayan kadınları ve köylüleri ile kentlerde yaşayan tüketicileri çoktan denetim altına almış durumda. Bu piyasada fiyatı belirleyen ve uymayanı gözden çıkaran kapitalist küresel ekonomi sistemidir. Her geçen gün yoksulların daha da yoksullaşmasına zenginlerinse daha da zenginleşmesine yol açan da bu korkunç tabloda kadınları en dibe konumlandıran da ticari kapitalizmin güdümündeki aynı ekonomi sistemidir. 

Öte taraftan, toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizliği de kadın emeğini değersizleştirmektedir. Kadınların büyük çoğunluklu gıda üretiminde, çocuk doğurma ve yetiştirme ve yaşlı bakımında ve ev içi emekte gece gündüz çalıştığı halde herhangi bir gelire sahip olmadığı için en büyük işsiz ordusunu oluşturmaktadır. Kapitalizmin kadınları ağırlıklı olarak yeninden üretim işiyle görevlendirmektedir. Bu nedenle kadınlar “üretici emeği” dışında kalmak yerine aileleri ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu süreç yalnızca kadınların kabiliyetlerini ve kapasitelerine ket vurmuyor; aynı zamanda yoksullaşmalarını da beraberinde getiriyor. Bu süreçten faydalanan sadece erkekler değil, yeniden üretimden en çok kâr eden sermayedir. Çalışan kadınlar ise ucuz iş gücü olarak konumlandırılmakta ve aynı işlerde çalıştıkları halde her zaman erkeklere göre daha düşük ücret almaktadırlar. Yok sayılan/emekten sayılmayan kadın emeği ve düşük ücret dolayısıyla kadınlar dünyanın en yoksul grubunu oluşturmaktadır. 

Ayrıca, yeni savaşlar kadınları göçe maruz bırakarak gittikleri ülkelerde en güvencesiz işlerde çalışmalarına neden olurken sömürgeciliğin yeni biçimleri, bir taraftan toprağa dayalı üretimi yok ederek insanların kentlere doluşmasına yol açmakta diğer taraftan özelleştirme politikalarıyla milyonlarca kadının mülksüzleşmesine ve sisteme bağımlı hale getirmesine neden olmaktadır. Nitekim, “yeni cadı avları” özellikle genç erkeklerin “cadı aramak ve cezalandırmak için” (Federici, 2019) kırsal bölgelerde dolaşıp topraklarını satmak istemeyen yaşlı kadınları öldürerek topraklarına el koyması şeklinde kapitalizme hizmet eden bir kadın düşmanlığı pratiği olarak gerçekleşmektedir.

Sonuç olarak yoksulluk ve gelir dağılımındaki uçurum kapitalist krizin iki önemli sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim, düşük ücretlerle değersizleştirilen ve ücretli emek dışındaki emeği yok sayılan kadın emeğine yeniden bir değer atfetme, kadınları bugün harekete geçiren iki önemli neden olmaktadır. Birçok sahnede ırkçılık, sömürgecilik ve cinsiyetçilikle kol kola yürüyen yoksulluk birçok toplumda ciddi bir öfkeye  yol açmaktadır. Son 20 yılda gördüğümüz gibi bu öfke sadece yoksul ve azınlık toplumlara ait kadınların bulunduğu yoksul ülkelerin veya gettoların sınırları içerisinde kalmıyor; bu öfke bu sınırlardan taşarak küresel itirazlarla buluşuyor. 

Liberal feminizmin özgürlük yanılsaması: Kadın mücadelesinin altının oyulması

“Feminizm tişörtten sabuna kadar her şeyin satılması için kullanılıyor.”

(Gaag, 2018. 59) 

Bir süredir liberal feministler kadın kazanımlarının önemli oranda “artık garanti altında” ve kadınların “artık yeterince özgür” olduğunu ileri sürüyor. Genellikle beyaz ve orta sınıf olan bu kadınlar çoğunlukla cinsiyet eşitsizliğine kimi zaman cinsiyet eşitliğine de pek inanmıyorlar ve büyük oranda “feminizm artık evine çekilip dinlenebilir” inancına sahipler (Catherine. 2019). Yine, kadın özgürlüğünü “fırsat eşitliği vaazına” indirgeyen kalkınma programları ve fonlarla çalışan sivil toplum kuruluşlarına hibeler sağlayan Birleşmiş Milletler gibi büyük kurumlar, batıda kadın mücadelesini ehlileştirmeye ve sisteme entegre etmeye çalışırken “Üçüncü Dünya”da ise kadın özgürlüğü adı altına neoliberalizmin sömürge politikalarının bir aygıtı olarak işlemeye devam ediyor.  

Nitekim Ana akım medyanın ve magazin dünyasının önemli isimlerinden şarkıcı Beyonce yakın zamanda yaptığı bir açıklamada kendini “feminist” olarak tanımladı. “How Big Brands Are Fueling Women’s Empowerment” (Büyük Markalar Kadınların Güçlendirilmesini Nasıl Körüklüyor?) adlı bir yazı kaleme alan Alanah Joseph “feminist olmak havalı” diyor ve toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana daha göze çarpan bir tavır takınan pop ikonlarını, dizi senaristlerini, girişimcileri ve teknoloji yöneticilerini ele alıyor. Joseph “Kurumsal pazarlama ve kadını güçlendiren kişi ve ürünlere kaynak aktarıyor ve bu hareketi daha etkili kılıyor.” diyor.   Yine, uzun zamandır “ticari feminizm bütün ülkelerle şirketlerin yarısı kadınlar bütün evlerin yarısı da erkekler tarafından yönetilseydi çok daha iyi durumda olabileceğimizi” (Sherly. 2013) iddia ederek kadınlara sistem içerisinde ilerleyerek ve iş dünyasında sağlam durarak eşitliği sağlamanın mümkün olduğunu öğütlüyor. 

Ancak ticari feminist öncüler bu nasihatte bulunurken sistemin içerisinde kimlerin ilerleyebileceği ile kendileri ilerlerken elde ettikleri kazanım ve kârdan geride kalan kadınların kaçının bundan faydalanıp faydalanmadıklarıyla pek ilgilenmiyor. Sınıf ve etnisiteye tamamen kör olan liberal feminizm sistem karşıtı bir yerde konumlanmaktan ve toplumsal hiyerarşiyi yıkmaktan ziyade “yetenekli” kadınları “zirveye” taşımak için onları “güçlendirmeyi” hedef olarak önüne alıyor. Bütün amacı imtiyazlı birkaç kadının kendi sınıfından erkeklerle aynı koltuklara oturabilmesini ve aynı maaşı kazanabilmesini garanti altına almaya çalışmak. Ancak imtiyaz sahibi kaç kadının olabileceği ve kârdan kaç kadının yararlanabileceği gibi hayati soruları gündemine dahi almıyor.

Kadınlara erkeklerle eşit olmanın yolunun iş dünyasında sağlam durarak edinilen başarı taşlarıyla döşendiğini nasihat eden liberal feminizm, ilerici ve ticari değerleri referans alıyor. Ancak, liberal feminizmi temsil eden seçkin kadınlar “yükseldikçe” bu kişilerle büyük çoğunluğun yaşamındaki gelişmeler arasındaki uçurum büyümeye devam ediyor. Bunun en önemli örneklerinden biri kuşkusuz Hillary Clinton. Clinton’ın 2016’daki başkanlık seçimiyle Trump’ın cinsiyetçi politikalarına karşı güçlü bir kadın figürü olarak çokça propagandası yapıldı. Trump başkanlık yarışında Clinton’ın özel hayatından eşiyle olan ilişkisine ve kocasının başkanken karıştığı sansasyonel olaylara kadar Clinton’ı yıpratmak için son derece cinsiyetçi bir kampanya yürüttü. Ancak, Clinton’ın kadın düşmanı kampanyaya karşı güçlü bir kadın figürü olarak sunulması, seçmenleri heyecanlandırmayı yetmedi. Clinton’ın başarısızlığının ait olduğu sınıf ile geride kalan milyonlarca kadın arasındaki uçurumla ilgisi vardır. Nihayetinde bu yenilgisi feministler için bir uyarı işareti olarak “liberal feminizmin iflas ettiğini gözler önüne serdi ve solun mücadele etmesini için bir alan açtı.” (Cinzia, Bhattacharya ve Faraser, 2019).

Öte taraftan, neredeyse her gün kadınların maruz kaldığı ayrımcılığı ve kadınların kendi gücü, yetenekleri ve meslekleriyle iş yerinde güçlü durmasını odağa alan reklamlar filmleri çekiliyor. Yakın zamanda, “I Shape My World” kampanyası Türkiye, Rusya ve ABD’den bir kadın gazeteci, yapımcı, kaykaycı ve bilgisayar mühendisinin dünyalarına nasıl yön verdiklerini konu alan Levi’s reklamı yayına girdi. Türkiye’deki ensest vakalarını gündeme getirmekle tanınan, sıklıkla çocuklara ve kadınlara yönelik şiddeti gündeme taşıyan Melis Alphan’ın oynadığı Levi'sın reklam filminde Türkiye’de kadınların maruz kaldığı ayrımcılığa yer veriyor. İstanbul’un yoksul semtinde geçen filmde Alphan “Şiddete maruz kalan kadınların sesi olmaya çalışıyorum” diyor. “Melis Alphan önemli gazetelerdeki yerini büyük uğraşlarla kendisi elde etti. Şimdi ise erkek egemen bir sektörün uzun süre görmezden geldiği hikayeleri anlatıyor.” notuyla paylaşılan videoda Alpan şöyle devam ediyor: 

“Bana güçlü ve kendi ayakları üzerinde duran kadınlar ilham veriyor. Bana göre Türkiye’de en güçlü hareket kadın hareketi. Kadınlar bir araya gelerek yılardır çok ciddi bir mücadele veriyorlar. Türkiye’deki kadınlara söylemek istediğim şu: Elalem ne der diye düşünmeyin, sesinizi yükseltin, eşitlik talep edin çünkü sizin hakkınız.” 

Ticari feminizmin estiği alanlardan biri de moda dünyası. Bir süredir güzellik algısı ten ve saç rengi ile boy ve vücut ölçüleri batının normatif güzellik algısının çok ötesinde seyrediyor. Uzun zamdandır Mango ve Zara gibi “Üçüncü Dünya” kadınlarının ucuz emeği üzerinde yükselen kapitalist şirketler aynı bölgelere ait kadınları vitrine koyuyor. Yine, dağınık kaşları, kemerli burunları, ince dudakları ve çekik gözleriyle bu bölgelere ait “egzotik”, “vahşi” ve “maskülen” kadınlar moda dergilerinin kapaklarını süslüyor.  Aynı ürünlerin reklam filmlerinde sürekli “kadın gücüne” vurgu yapılıyor. 

Görüldüğü gibi, feminist öfke/kadın özgürlüğü söylemleri bugün güzellik standartlarına ve medya manipülasyonlarına indirgenmiş durumda. Ancak kapitalist piyasada dolaşıma giren feminist söylemler şu soruyu sorduruyor: Feminizm yayıldı mı yoksa feminizmin gücü yeniden mi keşfedildi? Sol ve kapitalist karşıtı alternatif grupların ve kadınların daha fazla adalet, eşitlik ve özgürlük talep eden söylem ve sloganlarının kapitalist şirketler ve sağ siyaset tarafından kullanılması yeni bir şey değil. Kadın bedeninin reklam filmlerinde kullanılması reklam sektörünün ortaya çıktığı günden beri süregelen bir alışkanlık. Ancak her dönemin ruhu da reklamlara farklı biçimde yansıyor. Bu açıdan 1968’li yıllarda özellikle sigara içen kadınların kullanıldığı imajların oldukça yaygınlaşması sadece özgürlük ve sigara arasındaki bağa gönderme yapmıyordu; bu imaj bu dönem oldukça etkili olan özgürlük algısının kadın bedeniyle birleşince etki gücünün çok daha fazla olduğu bilgisine dayanıyordu. Ancak feminizmin köklerinden koparılarak sisteme entegre edilmesi çabalarıyla beraber özellikle “Üçüncü Dünya”da ayrımcılığa ve eşitsizliğe karşı emekçi kadınların omzunda yükselen kadın mücadelesinin söylemlerinin kullanılarak kapitalist sömürgeci arzuların hayata geçirilmesinde araçsallaştırılması yeni bir deneyim. 

Kadın mücadelesinin yeni bir yükselişe geçtiği açık ancak feminizm söyleminin bunca yaygınlaşması ve hatta ana akımlaşması feminist mücadelenin benimsenmesinden ve kadınların taleplerinin kabul görmesinden değil, feminist söylemin etki gücünden ileri gelmektedir. Clinton gibi popüler figürlerin seçim kampanyalarında feminizmin söylem gücünün keşfedilmesiyle, kapitalist şirketler hem üretime kadınları daha fazla dahil etmek hem de tüketimi arttırmak için bu söylem gücüne daha sık başvurmaya başladı. Bugün büyük şirketlerden siyasi partilere kadar herkes bu büyük etki gücünden faydalanmak istiyor. Benzer şekilde, “Üçüncü Dünya”ya ait imgelerin moda dünyasında kullanıma sokulmasını salt tüketimi kışkırtmak amacıyla kurgulanmış oryantalist bir imaj olarak tanımlamak eksik olacaktır. Bu, “Üçüncü Dünya” kadınlarının omuzundan yükselen kadın mücadelesinin etki gücünün keşfi ve aynı amaçla kullanılma isteğiyle ilgilidir. Nihai olarak, bu kadınlara ait imgenin oryantalizmle birleşmesi çifte bir sömürgecilik arzusundan ileri gelmektedir. Nitekim modadaki bu yeni estetik algı normatif güzellik algısını yıkmıyor; kadınları standart bir bedene hapseden tüketim kültürüne saldıran sistem karşıtı kadınların söylem gücünden faydalanmak ve bu bilinç altını harekete geçirerek kitleleri tüketime daha fazla yönlendirmek istiyor. H&M’in IŞİD’e karşı mücadele sonucu dünya kadınlarının ilgisini çeken YPJ’li kadın gerillaların üniformalarını hemen tasarlayarak piyasaya sürmesi aynı biçimde YPJ mücadelesinin etki gücünden faydalanmak isteyen sömürge arzusundan ileri gelmekteydi. Benzer şekilde, kadın gücüne vurgu yapan Alphan, Levi’sın (ve diğer dünyaca ünlü markaların) üretim merkezlerinin bulunduğu “Üçüncü Dünya”daki sömürü düzeninden söz etmiyor. Ucuz iş gücü olarak günde yaklaşık 17 saat çalışan ve ayda 50 dolardan az para kazanan Asyalı kadınların gücü ve özgürlüğüne bu sahnede yer yok. Ancak film aynı etki gücünden dolayı kadın mücadelesine ait cinsiyet eşitsizliği ve kadın gücü söylemlerini merkeze alıyor. 

Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet mücadelesi veren kadınların söylemlerini kullanan bu gibi girişimler kapitalizmin sömürü ilişkileriyle ilgilenmesi bir yana sömürünün bir yolu olarak dolaşıma giriyor. Bu yolla şirketler kâr ederken bu reklamlar ucuz iş gücü olan kadınların sömürü koşullarını görünmez kılıyor. Kadınların sesi olduğunu söylen gazeteci kadın bilerek ya da bilmeyerek bu kadınların sesiyle aslında hiç ilgilenmiyor. Nihai olarak Bitch Media’nın kurucusu Andi Zeisler’ın deyimiyle “piyasa feminizmi dikkatleri eşitsizliğin derinlere yerleşmiş biçimlerinden başka yöne çeviriyor. Böylece toplumsal cinsiyet mücadelesi kolektif bir amaç olmaktan çıkıp ticari bir markaya dönüşüyor” (Zeisler, 2016 aktaran: Gaag, 2018, 60).

Sonuç yerine: Direnen öznenin gücü ve kırılganlığı 

Bütün dünyada büyük bir kapanmaya yol açan Corona Virüs salgını bize sadece insanların kaderinin birbirine bağlı olduğunu göstermedi aynı zamanda kapitalizmin içerisinde olduğu krizi de açık biçimde gösterdi. Bu süreç savaşların ve sömürgeciliğin yarattığı eşitsizliklerin yaşamı nasıl alt üst ettiğini çıplak şekilde ortaya koydu. Sınırsız kar arzusuyla doğayı talan eden neoliberal politikaların yol açtığı yıkım bütün dünyayı etkisi altına aldı. Yaşanan kriz işçilerin güvencesiz şekilde işlerini kaybetmesi, işçi ücretlerini aşağı çekilmesi, otoriter yönetim biçimlerinin meşrulaştırılması, demokrasinin tamamen askıya alınması ve salgının yarattığı krizin maliyetinin onlarca yıl boyunca kadınlar başta olmak üzere en dipte yer alan gruplara ödetilmesi gibi sorunları gündeme getirdi. 

Virüsün ortaya çıkması ve küresel düzeyde bu denli etkili olmasının nedenleri konusunda süregiden tartışmalar çeşitlilik gösterse de virüs dolayısıyla ortaya çıkan sonuçlar, kapitalizmin finansallaşmış neoliberal politikalarının iflas ettiğini gösteriyor. Yine bu kriz sonucunda iktidarların daha demokratik mi yoksa daha totaliter mi olacağı tartışmaları sürerken egemenin yaşama ve ölüme dair tertiplediği bio-politika ve nekro-politikanın yürürlüğe konularak krizin fırsata çevrildiğine iktidarların pratikleri yoluyla birçok şekilde tanık olduk. Bu krizde egemenin ayrımcılığa dayalı tesis ettiği değer hiyerarşisi yürürlüğe kondu.  Kimlerin hayatının daha değerli olduğuna, hangi yaşamların yaşanabilir hangilerinin harcanabilir olduğuna, hangi hayatların feda edilebileceğine hangilerinin mutlaka kurtarılması gerektiğine dair pratikler birçok düzlemde çıplak biçimde kendini gösterdi. Sağlık hizmetine erişebilirlikten, hangi hastaların sağlık hizmetinden yararlanabildiğine, ilk kimlerin tedavi altına alındığından kimlerin ihmal edildiğine kadar sağlık alanında vuku bulan ayrımcı pratikler neredeyse her ülkede açığa çıktı.  

Öte taraftan, iktidarların salgın dönemindeki ayrımcı ve baskıcı politikaları bize yeni yaşamı inşa etme çabalarının ne denli hayati olduğunu bir kez daha hatırlattı. Benzer şekilde, bu dönem kadın mücadelenin meşruluğunu, haklılığını ve çok yönlü olması gerektiğini çok daha çarpıcı şekilde gördük. Çünkü bu süreçte krizinin eşitsiz maliyetinden her zaman olduğu gibi en dipte kalarak ağır yükü taşıyanların yine kapitalist sistemin güvencesiz(leştirdiği) ve kırılgan(laştırdığı) gruplar olan yoksullar, mülteciler, hükümetlerin gözden çıkardığı yaşlılar ve binlerce yıldır ataerkil sistemin cinsiyetçi uygulamalarına maruz kalan kadınlar olduğuna tanık olduk. Salgın süresince kadına yönelik şiddetin neredeyse bütün ülkelerde dramatik biçimde arttı. Böylece, metin boyunca ortaya çıktığı gibi kadına yönelik şiddetin ataerkil sistemin ürettiği yapısal sorunlardan kaynaklı olduğunu gördük. Çünkü en başta söylediğimiz gibi bu şiddet kapitalist sistemin cinsiyet rejimiyle doğrudan ilgilidir. Bu nedenle ne şimdiki salgınında ortaya çıkan ne de neoliberal politikalar yoluyla savaş ve sömürgeleştirme süreçlerinde ortaya çıkan şiddet sadece buralarla sınırlı bir olgudur. Savaş, felaket ve salgın gibi süreçlerde en çok kadınların etkilenmesi ne bu felaketlerin doğası gereği ne de kadınların “doğası gereği”dir. Bu, kadınların binlerce yıllık sınıflı sistemin ataerkil yapısı içerisinde en kırılgan ve güvencesiz grup şekilde konumlandırılmalarından ileri gelmektedir. 

Ancak kadınların özgürlük mücadelesi çok yönlü biçimde devam ediyor. Kadın mücadelesinin konumlandığı sistem karşıtı yerinin korunması ve “militan” yanının korunması için kadınların çok yönlü mücadelesi devam ediyor. Kadınlar bir taraftan ataerkiye ve kapitalizmin vahşi neoliberal politikalarına karşı mücadele ederken diğer taraftan özgürlük adı altında kadın mücadelesinin altının oyularak köklerinden koparılmasına karşı mücadele ediyor. Öte taraftan, savaşın, şiddetin, sömürünün ve egemenliğin yeni biçimleriyle beraber kadınlara yönelik yeni bir savaşın başlatıldığına dair kanıtlar her geçen gün çoğalırken kadınlar bu şiddete son vermek için yeni direniş stratejileri ortaya koyuyor. Kadınlar öz savunma yöntemleriyle bedenlerini korumaya çalışırken eş zamanlı olarak değersizleştirilen emeklerine yeniden değer atfedilmesi amacıyla grevin yeni biçimlerini icat ediyor. Ayrıca topyekûn saldırı karşısında daha güçlü durabilmek ve kazanımları korumak amacıyla kadın dayanışması yoluyla kadınlar arası bağları güçlendirmeye çalışıyor. Kadınlar bütün bunları yaparken enternasyonal, çevreci, anti kapitalist, anti sömürgeci ve ırkçılık karşıtı bir mücadeleyi eş zamanlı olarak yürütüyor. 

Kaynakça

*Arruzza, Cinzia, Tithi Bhattacharya ve Nancy Faraser. 2019. %99 için Feminizm: Bir Manifesto, İstanbul: Sel Yayıncılık

*Işık, Ayhan. 2014. “1990’larda Sivil Siyaseti Olarak Zorla Kaybetmeler.”

Toplum ve Kuram, Sayı: 9 sf. 43-53

*Benslama, Fethi. 2016. Ölüm Siyaseti: Cihatçı Üst-Müslümanlar, İstanbul İletişim

*Dinç, Namık Kemal. 2017. Ezidilerin 73. Fermanı Şengal Soykırımı, Diyarbakır: Zan Vakfı Yayınları

*Esra, Sarıoğlu. “Feminizm ve Duygular” Ayrıntı Dergi. Sayı 30, Mart/Nisan 2019, sf, 41

*Federici, Silvia. 2019. Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar, İstanbul: Otonom Yayıncılık

Yayınları 

*Foucault, Michel. 2002. Toplumu Savunmak Gerekir, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

*Gaag, Niki van der. 2018. Feminizm, İstanbul: Sel Yayıncılık

*Göral, Özgür Sevgi. 2016. “Devlet Şiddetinden Arta Kalanlar: Kayıp, Yas ve Kamusal Sırlar.” İçinde: Uysal Ayşen (ed.) İsyan, Şiddet, Yas: 90’lar Türkiye’sine Bakmak: 147 - 175. Ankara: Dipnot Yayınları

*“Kadın Direniş Yöntemleri I” Sayı 11: Ekim, Kasım, Aralık 2018 ve “Kadın Direniş Yöntemleri II” Jineoloji Dergisi. Sayı 12: Ocak, Şubat, Mart 2019.

Jineoloji Enternasyonel Kollektifi. “Kadın Direniş Yöntemleri II” Jineoloji Dergisi, Ocak, Şubat, Mart 2019. 

*Judith Butler, 2008. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, İstanbul: Metis Yayıncılık 

*Mayer, Catherine. 2019. Cinsiyet Eşitliği Dünyayı Nasıl Kurtaracak, İstanbul: İletişim Yayınları: 

*Nancy Fraser. 2013. Fortunes of Feminism. From State-Managed Capitalism to Neoliberal Crisis, Verso Books

*Sandberg, Sherly. 2013. Lean In: Work and the Will to Lead, New York: Alfred A. Knopf Publishing

*Shiva, Vandana. 2014. İnadına Canlı: Kadınlar: Ekoloji ve Hayatta Kalma, İstanbul: Sürdürülebilir Yaşam Kitapları

Editör: Haber Merkezi