20. yüzyıl tarihin en uzun yaşanan yüzyılı oldu. Avrupa’da ve dünyada yeni bir çağın gelişini belirlemişti, emperyalist tahakkümü ve mandacılığı reddeden; bağımsızlıkçı, modernleşmeci ve aydınlanmacı devrimlere sahne olacaktı!


Ömer Lütfü Avşar

Hukuk Akademisi Derneği Başkanı

Yüzyıl daha ikinci çeyreğinde bu kez 2. Dünya Savaşı’nı sahneye koydu: Almanya’da Nazizmin iktidara gelişi ve o hızla saldırganlaşması, ancak Sovyetler Birliği’nin ve onu oluşturan halkların büyük fedakârlıkları sayesinde nihayet bulabildi. Savaş sonrası yeni dünya düzeninin iki önemli aktörü vardı: Bir yanda kapitalist liberal dünyanın temsilcisi ABD, diğer yanda sosyalist dünyanın temsilcisi SSCB. Nazizme ve faşizme karşı “müttefik” olarak savaşıp zafere ulaşmış bu iki süper devlet, o hızla yeni dünya düzeninin hem kurucusu hem de hızla Soğuk Savaş’ın hasım güçleri oldular.

1945 sonrası, solun ve “Üçüncü Dünya”daki bağımsızlık ve aydınlanma hareketlerinin daha da güçlendiği bir döneme kapısını açarken; Kemalist devrim, başarısını kanıtlanmış olarak dünya halklarına ilham oldu.

1973 petrol krizi ile tetiklenen küresel ekonomik kriz, sosyal devlet anlayışının terk edilerek piyasacı anlayışa dönüşün adı olacak neo-liberalizmin doğum anıydı!

Neo-liberalizm sadece kapitalist odaklı ülkelerde yaşamını sürdüremezdi; ilk pilot uygulama ile Şili’de sosyalist Allende hükümeti Amerikancı bir askeri darbe ile yıkıldı, benzer biçimde Türkiye’de de neo-liberal 24 Ocak 1980 kararları ilan edildi ve bu kararların uygulayıcısı 12 Eylül askeri darbe yönetimi olacaktı.

80’lerin sonunda “Doğu Bloku”nun ve SSCB’nin dağılması ile Neo-liberalizmin ateşli savunuculuğunu “yeni” muhafazakarlar yapıyor; IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar aracılığıyla da tüm dünyaya dayatılıyordu.

Türkiye’de ve İslam coğrafyasında da, sosyal devletin boşalttığı alanları doğal olarak siyasal İslamcı hareketler, cemaat ve tarikatların dayanışma ağları doldurmaya başlıyordu. Türkiye aydını ve solu; laik hareketlenmeye hapsolmamak kaygısı ile yükümlendirilmiş ve İslamcı hareketlere demokratik yaklaşım seçeneğini kabullendirilmiş dayatması ile yapılandırıp, süreci yeterince tahlil edemeden salt söylem üzerinden bir tepkiselliğe hapsetti.

1980 darbesinin altyapısı ile süreci engelleyecek sosyal politikalar geliştirip inandırıcı sosyal demokrat bir programla halkın karşısına çıkılamadı. Böylece yeni (!) muhafazakârlık ve sağ popülizm ile İslam coğrafyasındaki siyasal İslamcı İhvan hareketinin özgün bir sentezi ya da melezi olan AKP iktidarı doğdu.

70’lerde neo-liberalizmin doğumuna tanıklık, AKP iktidarının doğumuna ebelik eden; sosyal devletin boşalttığı alanlarda ustaca örgütlenen ve serpilen Fethullahçı (terör) yapılanma da kendine sunulan imkânlarla yurt, okul, üniversite, hastane, dersane, burs vs. olanaklarıyla önce yetişmiş insan devşirerek, sonra yetiştirerek (!) iktidar ortağı oldu. Bunun da ötesinde küresel düzeyde bir güce erişti...

21. yüzyılın ilk çeyreğindeyiz. Neo-liberalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinde ilk pilot uygulaması olan Şili’nin bu kez sosyal taleplerle aylardır süren bir halk ayaklanmasına sahne olması simgesel anlam taşıyor.

90’ların başında sosyal devlet uygulamalarını savunmak “dinozorlukla”, “köhneleşmiş fikirleri” savunmakla itham ediliyordu. Bu durum Avrupa’daki köklü sosyalist hareketler bile söylemlerini yumuşatmaya zorlarken, bir taraftan da 2000’lere gelindiğinde kapitalizmin kriziyle batan şirketlerin nasıl devlet eliyle kurtarıldığına da tanık oluyorduk.

İngiltere’de Corbyn’in sosyalist söylemlerle İşçi Partisi içinde liderliğe yükselişi, sonu yenilgi ile de bitse bir umut odağı yaratmıştı. Kapitalizmin merkezi ABD’de bile sosyalist görüşler ilgi görmeye başladı. Gelinen noktada Demokrat Parti’nin başkan aday adayı Bernie Sanders, kendisini açıkça “demokrat sosyalist” olarak tanımlıyor...

21. yüzyıl kendine özgü bir çağ dönümünün eşiğine bizi getirirken, solu da dünya çapında bir umut odağı olarak tekrar göreve çağırıyor; fakat dünya çapında solun yükselişine, sağ popülizmin, gericiliğin, ırkçılığın, göçmen ve yabancı düşmanlığının, faşizmin de tepkisellikle yükselişi eşlik ediyor.

Solun, emek ve demokrasi hareketlerinin yükselişi karşısında, gerici hareketler egemen sınıflar ve statüko yanlısı kesimlerce desteklense dahi durdurulabileceği gerçeğini unutmamız gerekiyor.

- Aydınlar, sosyal demokrasinin yükselmesi için şartların bu kadar elverişli olduğu koşullarda; sol, kitleler için bir umut olmayı başarmak zorundadır.

- Solun başarısızlığı; gericiliğin ve faşizmin bu dönemden güçlenerek çıkması; belki de insanlığı, tarihin en büyük insani felaketi ile karşı karşıya bırakacaktır.

- Sol, neo-liberal dönemden üzerinde kalan “mahcup” söylemden kurtulup cesaret ve açıklıkla amaçlarını programlaştırmak zorundadır.

Türkiye’nin, dünya halkları ve İslam coğrafyası içindeki yeri ve tarihsel bir örnek oluşturması nedeniyle, Türkiye solunun yapacakları tüm dünya için özel bir önem arz eder: Türkiye solunun halkla, emekçi ve muhafazakâr vesayet altındaki sınıflarla buluşabileceği ve onları açıkça sol, ilerici, aydınlanmacı politikalara çağırabileceği zemin; popülizmin, gericiliğin, otokratik ve faşizan siyasetlerin demokrasiye yıkıcı zararlar vermesini mümkün kılan toplumsal koşulları “demokratik sadakatle” bertaraf etmek; sosyal ve demokratik bir hukuk devletini yeniden tesis edecek anayasa önerisi ve sert ısrarı ile mümkün olacaktır.

( Kaynak: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sol-basaramazsa-fasizm-kapida-1727158)

Editör: Haber Merkezi